Max Weber Üzerine, s. 11-14
Günümüzün sosyoloji biliminin önderleri arasında zirvedeki yeri dolayısıyla üzerinde sık sık durulan simalardan biri Max Weber’dir (1884-1920). Fakat bu şöhret daha çok Max Weber’in Amerika’da 1950’ lerde keşfedilmesinden sonra gelişmiştir. Hatta 1930’ların sonunda Talcott Parsons The Structure of Social Action başlığıyla çağdaş sosyolojinin ortak paydaları konusunda yazdığı kitapta bu yeni gelişmenin bayraktarlığını yapmış sayılabilir. Zamanla, Max Weber’in eserleri Almancadan başka dillere çevrildikçe Weber “rönesansı”nın alanı genişledi. Weber’in modern örgütler, siyasal güç, dinlerin karşılaştırmalı incelenmesi konusundaki görüş ve kavramları sosyolojinin temel ilkeleri arasına girdi. Bu kitapta toplanan makaleler Weber’in temel görüşlerine bir kuşbakışı giriş sağlamakla ülkemizde uzun zamandan beri hissedilen bir boşluğu doldurmaktadır.
Weber, Alman siyasi ve fikri hayatının odak noktası olan bir ailede doğmuştur. Babası politika ile yakından ilgili bir insan, aile dostları Alman fikir hayatının mümtaz şahsiyetleri, akrabaları ise insan bilimlerinde şöhret sahibi kişilerdir. Weber’in gençliği, bugün kullandığımız sosyal bilimin temellerinin Almanya’da şekillendiği bir devreydi. Weber, Heidelberg, Berlin ve Göttingen’de hukuk ve iktisat tahsil etmiş, baştan itibaren çalışmalarını toplumsal kurumlar üzerinde toplamıştır. 1889’da bitirdiği doktora tezi Ortaçağda Ticari Kurumların Tarihi bunu açıkça göstermektedir.
Roma’nın Ziraat Tarihi ve Kamu ve Özel Hukukla İlgisi adındaki doçentlik (Habilitasyon) çalışması aynı temalar üzerinde durmaktadır.
Önce Freiburg Üniversitesi’nde (1894), daha sonra Heidelberg’de (1896) öğretim üyeliği yapan Weber, 1899-1903 yıllarında bir sinir krizi geçirdiğinden işinden bir müddet uzaklaşmak zorunda kaldı. Fakat bu duraklama aynı zamanda fikri hayatının bazı önemli merhalelerini geliştirmiştir.
Weber hakkında ülkemizde en yaygın görüş kendisinin “idealist” bir düşünür olduğudur. Böyle bir tanımın kendi başına getirdiği anlamsızlığı bir tarafa bırakarak bu gibi bir ifadeyle neler anlatılmak istendiği üzerinde durmak yoluyla Weber’in fikirlerine bir ilk yaklaşım geliştirebiliriz. Weber’in “idealizm”inden toplumsal, ampirik hadiselerle ilgilenmediği anlatılmak isteniyorsa bu yargıya tamamen yanlış diyebiliriz. Weber, tarihsel verileri toplayan bir kişi olması bir yana, 1890’larda çok ince bir biçimde hazırlanmış bir iş ve işçi anketinin yazarıdır. Ampirik gerçek Weber’in daima üzerinde çalıştığı maddedir. Weber’in “idealizm”inden felsefi temelini Kant’a ve Yeni Kantçılara dayandırması anlaşılıyorsa bunu kabul edebiliriz. Gene “bilgi” teorisi konusunda bazı19. yüzyıl kaba “maddeci” görüşleri kabul etmeyişini “idealizm” olarak tanımlamak istersek Weber bu tanıma girer: “Eşya”nın beyin üzerinde bir “damga” bastığının Weber tarafından şiddetle reddedilmiş olacağı doğrudur. Weber’e göre dış dünyanın algılanması bir damga ile değil, fenomenlerin içinden bazılarının seçilmesi ile olur. Bu seçim bir örüntü oluşturur. Toplum hakkındaki bilgilerimiz de toplumsal olaylardan bazılarını seçmemiz, bazılarını göz ardı etmemiz yoluyla ortaya çıkar.
Diğer yönden Weber’in kesin bir şekilde antiidealist sayılmasını gerektiren yönleri mevcuttur. Hegel ve Marx gibi “tümcü” toplumbilim imgelerine karşı koyması ve tümcü modelleri reddetmesi bunun bir göstergesidir.
Toplum hakkındaki bilgilerimizin yanlı olması bilimcinin de topluluğu incelediği zaman bu incelemesine kendi önyargılarını katmasını gerektirmez. Aksine, bilimcinin rolü incelediği konu ile arasına bir mesafe koyabilmesi, kullandığı kavramlarda tutarlı olması ve ele aldığı sorunu duygusallıktan uzak bir şekilde araştırabilmesidir.
Weber’e atfedilen “idealist”liğin bir diğer yönü “değer”lere verdiği önemden ileri gelmektedir. Bunu anlamak için zamanında geçerli sosyal bilimsel düşünceyi gözden geçirmek gerekir. Weber’e gelinceye kadar Almanya’da toplum bilimlerinin en önde giden yöntemi tarihsel yöntemdir. Topluluğun zamanla yapı değişikliğine uğramasını anlamaya çalışanlar toplumsal dinamiğin belirleyiciliğini tarihsel akışı inceleyerek anlayabileceklerine inanıyorlardı. 1883’te Viyana Üniversitesi’nde iktisat profesörü olan Karl Menger, toplum bilimlerinde metot üzerine bir kitap yayımladı. Bu kitapta toplumsal araştırma yöntemi olarak klasik iktisat teorisi ileri sürülüyor, tarihsel yöntem ise yeriliyordu. O sırada tarihsel okulun başında olan Schmoller buna ateşli bir cevap verdi. Weber, düşün hayatının ilk yıllarında Schmoller’in bir müridiydi. Zamanla Menger’in tezi ona daha anlamlı gelmeye başladı. Nihayet tarihsel yaklaşımda da iktisatçıların aradıkları bazı genel sebep-sonuç örüntülerini varsaymak gerekiyordu. Weber “Mengerci” iktisadi analizin bu ilişkileri daha açık olarak gösterdiği sonucuna vardı. Menger toplum için kesin bazı “kanun”ları aramıştı, Weber Menger’den bu noktada ayrılıyordu. Weber’e göre toplumlarda görülen düzenlilikler “kanun” şeklinde ifade edilemezdi. Ona göre toplum birimlerinde görülen düzenlilikleri meydana çıkaran husus, toplum içinde kişilerin yönlerini tayin etmede kullandıkları değerler ve bunların ortaya çıkaracağı toplumsal amaç türleri ve bundan doğan topluluk şekilleriydi.
Weber’in “ideal tip” olarak tanımladığı toplumsal analiz metodunu da bu ilkelerden çıkarsayabiliriz. Weber’e göre genel olarak kurumlaşma ile ilgili bazı temel örüntüler bulmak mümkündür. Örneğin “nebilik” (prophethood) birçok dinde görülür, ancak her dinde nebiliğin şekli, yeri, alanı değişiktir. Nebiliğin önemli olduğu dinleri bu açıdan, bu dinlerde nebiliğin özel karakterlerinden daha iyi anlayabilir, farklı taraflarını ortaya çıkarabiliriz. Hiyerokrasi güç ilişkilerinin dinsel bir hiyerarşi içinde kümelenmesidir; bu olayı da gene karşılaştırmalı olarak kullanabiliriz. Aynı ameliyeyi “bürokratlaşma” kavramından başlayarak geliştirebiliriz. Bürokratlaşma, güç ilişkilerinin kurumlaştığı bütün durumlarda genel bir eğilim, “ideal tip” olarak kullanılmaya müsait bir yapıdır, fakat Osmanlıların “patrimonyal” bürokrasisiyle modern devletin “rasyonel” bürokrasisi arasında önemli farklar vardır. “Çerçeve”yi sistemlere tatbik ettiğimizde farklar belirir. Dinlerin farklılıklarını anlamaya yarayan bir diğer miyar, “bu dünyaya bağlı züht”, “ahrete yönelik züht” farklarıdır.
Weber metodolojisinin önemli bir yönü toplum içinde grupların belirleyici rolü ile ilgili fikirleridir. Marx için “sınıf”, toplum analizinin esas miyarıdır. “Sınıf” topluluğun “şekli”ni verir. Weber’de ise “sınıf” topluluk içinde belirebilecek birkaç grup tipinin yalnız biridir. Weber’e göre sınıf “pazar şansları”na göre kümeleşen bir gruptur. Fakat bunun yanında siyasi güce sahip olmanın kümeleştirdiği gruplar vardır. Bunların küme esası “statü”dür. Osmanlı topluluğu için “statü” çok önemli bir rol oynar. Weber’e göre bu gruplardan yalnız biri değil, tümü birden toplum denkleminin dinamiğinin içine girer. Gene bunların Weber açısından “şeyler” olmadığı, Weber’in burada bir kontrast yaratarak topluluğun çalışmasını anlatmaya çalıştığını hatırlamak gerekir. Weber’in sosyoloji bilimine en önemli katkıları kapitalizm sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, örgüt sosyolojisi ve din sosyolojisi alanlarında olmuştur. Ancak bu konularda ileri sürdüğü görüşler birbirinden ayrı incelemeler değildir. Örneğin Weber’in en önde gelen kavramlarından biri olan “rasyonellik” bütün bu alanlarda kullanılan bir ölçüttür. Kapitalizm, dünyaya bağlı Kalvinist züht’ün insanlara hesaplı bir yaşam önermesi açısından her ne kadar bir hazırlık safhasından geçmişse de ancak “rasyonellik” yoluyla bildiğimiz çağdaş, birikimci kapitalizm şeklini almıştır. Rasyonelliğin hukuk kurallarına girmesi hukukun bugün en belirgin yönünü teşkil eden formel yönünü geliştirmiştir. Siyasette rasyonel bürokratikleşme örgütsel yaşamın gittikçe mekanikleşmesi ve dünyanın “efsununu” kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Siyasette bürokratikleşme kişinin siyasi yaratıcılığını gittikçe “kör”letmektedir. Weber’in rasyonelliğin her şeye hâkim olmaya başlaması karşısındaki korkusunda Nietzsche’nin fikirlerinin izi açıkça görülmektedir.
Weber’i anlamanın zorluklarından biri düşüncesinin zıtlıklarından ileri gelmektedir. Toplumu en ince analitik araçlarla inceleyen bilimciyi, savaşın Almanya’nın “ruhunu temizleyeceğine” inanan kişiyle bağdaştırmak kolay değildir. Max Weber’in “fildişi kule”ye kapanmaya razı olmamış olması bu zıtlıkları yaratan esas unsur sayılabilir. Bu zıtlıklara rağmen, Weber’in büyük eseri Wirtschaft und Gesellschaft bize toplumsal kurumların çalışmasını daha küçük birimlere indirerek bunların fark ve benzerliklerini anlatma bakımından eşsiz bir kavram birikimi sunmaktadır.
Şerif Mardin
Şubat 1986