| ISBN13 978-605-316-153-0 | 13x19,5 cm, 360 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, s. 13-16 İnsanları seviyorum ama kendi kendime şaşıyorum da, diyordu: İnsanlığa olan sevgim arttığı ölçüde kişilere olan sevgim azalıyor. İnsanlığa hizmet yolunda büyük işler başarmayı düşlüyorum sık sık, gerçekten de insanların mutluluğu uğruna çarmıha gerilmeye bile giderim belki, ama öte yandan, bir insanla aynı odada iki gün yalnız kalmaya dayanamam, bunu deneyimlerimden biliyorum. Bana yakın olunca kişiliği onurumu eziyor, özgürlüğümü kısıtlıyor. Bir gün içinde dünyanın en iyi insanından bile nefret edebilirim... Gelgelelim, kişilerden nefret ettiğim ölçüde insanlığa olan sevgim artıyor. F. M. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler Hayatın diyalektiğine uygunluk... bir denge ile... ama bu denge bir uyumun, bir durgunluğun dengesi midir? Değil. Sürekli bir hareketin, bir iç savaşın dengesidir. Gülten Akın, Şiir Üzerine Notlar Bu kitap, kimlik kavramı ile kimlik politikasının mahiyeti, sınırları ve imkânları üzerine bir düşünme denemesidir. Modern dünyanın can alıcı meselelerinden kimlik ve tanınma mücadelesi’ni çağdaş sosyal-siyasal kuram ile postkolonyal çalışmalar çerçevesinde, sürgün Edward W. Said’in izinde çözümlemeye çalışıyorum. Amacım, söz konusu sorunlar hakkında tefekkürün etik-politik sorumlulukla yakından ilgili olduğunu varsayan bir anlayışla, konunun düşünsel canlılığını ve üretkenliğini gösterebilmek, öğretici gerilimlere temas ederek kimlikçi düşünce ile kimliksizleşme yaklaşımlarına karşı eleştirel çokkültürlülük idealine mütevazı bir kuramsal katkı yapmaktır. “Kavram”ı bütün fenomenlerini kapsayan Hegelci bir bütünlük olarak düşünürsek, kimlik, kavram olamayacak kadar karmaşık veya tutarsız görünür; “bir arada bulunan farklılık veya zıtlıklar” anlamındaki müzik terimi kontrpuan’a daha çok benzer. Gerçekten, birbirine zıt unsurlar barındıran kimliğin mahiyeti gibi sureti de bir muammadır. [1] Kimlik evrenselliğe karşı tikelliği kışkırtabileceği gibi, varoluşun gerilimlerini belli bir düzeyde anlatabilir de. Karamazov Kardeşler’deki karakterin şaşkınlığını hatırlamanın tam zamanı: Bir tarafında soyut insanlığın, diğer tarafındaysa somut kişinin bulunduğu, daha üst bir sentezde aşılması güç ilişkiye yöneliktir bu şaşkınlık. Dostoyevski, epigrafta yer alan pasajda, en etkili yorumcularından biri olan Mihail Mihailoviç Bahtin’in (2004) Platoncu diyalog ve Hegelci diyalektikten ayırt ederek kontrapuntal tutum olarak ifade ettiği bir bağlamda, soyut-somut geriliminin diyalektik hamleyle üstesinden gelinemeyeceğini ima eder. Dolayısıyla, hem soyut insandan söz eden liberal evrenselcilikten hem de köktenci bir bağlamsallığı ileri süren reaksiyonerlikten farklı bir konum alır. Karamazov Kardeşler’in ilgili pasajından çıkarabileceğimiz sonuç, mutlak olarak ikiliğin bir tarafında ikamet ederek gerilimi sonlandırmamızın imkânsız olduğudur. Soyut evrenselcilik insan deneyiminin somut tezahürlerini ıskalıyorsa, evrenselciliğe köktenci karşı çıkış da insan deneyimini tek boyutlu ve bağımlı hale getirir. Gerilimde yaşanıyorsa göreli bir denge var demektir. Gülten Akın’ın Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirini yorumlarken kullandığı metafora benzer bir biçimde bir uyumun veya durgunluğun değil, sürekli bir hareketin ve bir iç savaşın dengesidir bu. Eğer bir kavramsa, onu böyle hareketli bir kavram olarak tasavvur etmek, kimlikçi düşüncenin kendine özdeşlik iddiasına karşı (kimlik) fenomeni(ni) Adornocu bir ruhla karmaşıklaştırmak için faydalıdır. Gelgelelim kimlik sadece bir kavram olarak incelenirse farklı sosyopolitik anlamları gözden kaçırılır. Kimlik kavramını anlamanın bir yolu da “kimlik politikası”na daha yakından bakmaktır. Örneğin Jean-Paul Sartre erken çalışmalarından birinde (ilk baskısı 1946, Türkçesi 2008) “Yahudiyi Yahudi yapanın antisemit olduğu” nu dile getirirken, sonradan kimlik politikası taraftarları ve eleştirmenlerinin hareket ettiği, kimliğin felsefenin özdeşlik metafiziğinde tüketilemeyecek sosyopolitik bir fenomen olduğu uyarısını belki de ilk kez bu kadar açıklıkla ifade etmiştir. Frantz Fanon’un (2008, ilk baskısı 1952) “Siyah ruhu”nun sömürgedeki ilişkilerden ve beyaz adamın sınıflandırmalarından bağımsız değerlendirilemeyeceği varsayımı bu zemini sağlamlaştırır. Buna göre, özdeşlik [2] serüveninin metafizik inceliklerine vâkıf ama kimliğe verilen yeni sosyopolitik anlamlara kayıtsız araştırmacının “güzel ruh”uyla meselenin anlaşılması oldukça zordur. [3] Hatta bir kavram olarak kimliğin geçerliliğini yadsımak kâğıt üzerinde mümkün olsa bile soyut olumsuzlamanın insanı zalim bir sosyopolitik gerçeklik karşısında çaresiz bırakabileceğini öne sürebiliriz. Soyut değil, konumlan(dırıl)mış varlıklarız. Toplumdan düşemeyeceğimizden, [4] belirli bir tarihsel durumda belirli kimliklerin konumunda görülürüz. Sartre’ın Yahudi’si ve Fanon’un “Siyah ruhu”na ek olarak Said’in (1991) “seküler eleştiri” yaklaşımı da bu konumları farklı bağlamlar açısından ifade eder. Yahudi’yizdir, Siyah’ızdır, Şarklı’yızdır, vs. Okumaya başladığınız çalışma birkaç kritik deneyim ve düşüncenin etkisiyle şekillendi. Kuruluşundan itibaren “kültür kavgası” nın süregittiği Türkiye’de yaşayan hemen herkesin kimlik mevzuları hakkında bir fikri vardır. Kültür kavgasında tanımlanmış karşıtlıklar kişinin kimliğini önceden tayin eder. Popüler kültürde bu tayin edilmişliğe yarı bilinçli postmodern bir tepki bile gelişmişti. 1990’ları yaşayanlar Sezen Aksu’nun şarkısını hatırlayacaklardır: “Beni kategorize etme.” Bu metin Türkiye’de Tanzimat’tan itibaren belirlenmiş kimliklerden, bunlar arasındaki çatışmanın politikayı belirlemesinden sıdkı sıyrılmış birinin kimlik mefhumu üzerinde düşünme ve onu karmaşıklaştırma çabası olarak okunursa yanlış olmaz. [5] Söz konusu gündelik fikir, tanınmayan, baskılanan ve/ya damgalanan bir azınlık kültürünün içinde sosyalleşen kişiler açısından Raymond Williams’ın (1990) “duygu yapısı” olarak adlandırdığı daha temel bir olguya da dönüşebilir. Geriye dönüp baktığımda kimlik üzerinde daha fazla durmamın nedenlerinden birinin, ulus-devletin kuruluşuyla ilgili, bizleri derece derece kuşatan sorunların yol açtığı duygu yapısı olduğunu düşünüyorum. Bunu bütün saydamlığıyla açıklamak imkânsız olduğundan, duygu yapısını biçimlendiren birkaç deneyimi aktarmaya çalışacağım... Notlar [1] Gilbert Ryle, Zihin Kavramı’nda gölge metaforuna başvurarak benzer bir yorumu “benlik” için yapar. Ryle’dan akt. Yalçın 2010: 3. Metne dön. [2] İngilizce identity, hem kimlik hem de özdeşlik anlamına gelmektedir. Aslında bu iki kelimeyi birbirinden bütünüyle ayırmak zor. Fakat analitik amaçlarla, konu politikayla ilgili olduğunda “kimlik”i, kavram’a veya felsefedeki bir anlama işaret ettiği durumlarda “özdeşlik”i kullanacağım. Kimliğin anlamları ve kimlikle ilişkili (“kimlikçi düşünce”, vb.) terimler hakkında birinci bölümün “Anlam ve Mesafe” kısmında ayrıca açıklama yapıyorum. Metne dön. [3] “Güzel ruh” Hegel’in fenomenolojisinde eylem, temsil ve “aktüel varoluş” tan kaçınan içeriksiz bilinç durumlarından biridir: “... ‘güzel ruh’ adı verilen şey, yani objektifliği her türlü muhtevadan boşaltan ve böylece, sonunda kendisi de bütün gerçekliğini kaybederek sönüp giden asil subjektiflik...” (Hegel 1991: 135). Metne dön. [4] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda “çözülmez bir bağlılık, birliktelik duygusu”nu ifade etmek üzere Christian Dietrich Grabbe’nin Hannibal trajedisinden aktarır: “Bu dünyadan düşemeyiz” (2004: 26). Metne dön. [5] Önceki kitaplarımda, daha farklı bir yazın üzerinden olsa bile benzer bir amacım vardı: Kültürelciliğin, yani öz olarak söylenirse, politikanın kültüre indirgenmesinin eleştirisi. Bkz. Mollaer 2016b. Metne dön.
|