ISBN13 978-605-316-152-3
13x19,5 cm, 528 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Sol: Evin Reddi, 2021
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Önsöz, s. 13-21

Geçtiğimiz yüzyılda birçok düşünür ve tarihçiden şunu öğrendik: Genelde zannedildiğinin aksine, geçmiş, olgulardan oluşan statik ve tamamlanmış bir tablo değil, hem olguları hem de olgulara dair yorumları içeren, belli perspektiflerden, belli değer yargılarını öne çıkararak bakıldıkça sürekli değişen ve hep bir yerleri soluklaşıp silindiğinden asla tamamlanamayacak hareketli bir resimdir. Aynı şey geçmişten tevarüs edilen miras için de geçerli. Bu miras, düzenli olarak kuytu köşelerini yoklayıp yeniden dolaşıma sokabileceğimiz, yapbozdaki eksikleri tamamlayacak parçalar çıkarabileceğimiz statik bir yığın olmamıştır hiçbir zaman. Neyi miras alacağımızı (miras alacak kadar anlamlı bulduğumuzu) değişen gerçek ve muhayyel ihtiyaçlarımıza göre biz seçeriz, daha doğrusu bu “biz”i tanımlayan kolektiviteler, bizim adımıza icraata geçmiş kurumlar çoktan bizim için seçmiştir. Zorunluluklar kadar olumsallıkların da etkili olduğu, sürekli yeni geçmiş parçalarını “geri kazanmayı” içeren bu gayet dinamik süreç kaçınılmaz olarak devasa bir olgular ve yorumlar yığınını elemeyi, unutmayı da beraberinde getirir hep; bir şeyleri hatırlayabilmek için birçok şeyi unutmamız gerekiyordur. Geçmişin tamamının hatırlanması, işlenip miras haline getirilmesi, Walter Benjamin’in diyeceği gibi “kurtarılması” mümkün değildir. “Tarih Kavramı Üzerine”yi hatırlayalım: “Ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir... ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişini bütün anlarıyla zikredebilir” ve ekleyelim: Ufukta kurtuluşun uzak ışıkları bile görünmüyor, “şimdilik ve daha birkaç zaman”.

Benjamin önemli bir uyarıda da bulunur o yazıda: Tarihselcilerin iddiasının aksine, hakikat bizden kaçabilir, der, “çünkü geçmiş imgesi, onda kendini amaçlanmış olarak bulmayan her bugünle birlikte, yitip gitme tehdidi taşır.” Yani biriktirilenlerin orada kalacağının bile garantisi yoktur (yaptığı işi dikilmekte olan yapıya bir tuğla daha eklemek veya bir kat daha çıkmak zanneden geçmiş araştırmacısı, aslında bir kuyudan çıkardıklarını başka bir kuyuya gömmekte olabilir bazen); miras, konduğu yerde duran bir şey değildir, sanıldığından çok daha kolay “yitip gidebilir”; aktif bir sahiplenme, işleme tavrını ve yeni kuşaklarda (hiç değilse bireylerde) onu devralma arzusu yaratmak gerektiğinin bilincinde olmayı gerektirir.

Bizim Cumhuriyetin mirası için de aynı şeyler geçerlidir; kendilerine “cumhuriyetçi” diyen geniş bir kesim, granitten bir zemin oluşturduğunu, “ilelebet payidar kalacağını” sandıkları bu mirasın, “onda kendini amaçlanmış olarak bulmayan [şu anki] bugünle birlikte, yitip gitme tehdidi” altında olduğunu, altındaki zeminin fena halde kumullaştığını görüyor halihazırda. Şu kitabı bölük-pörçük yazdığım dört-beş yıl boyunca gün geçmedi ki “Cumhuriyetin kazanımları”ndan birinin daha tehlike altında veya yok olmakta olduğu ilan edilmesin. Tamam, miras denen şey hep yitip gitme tehdidi altında olabilir olmasına ama buradaki yok oluş biraz fazla kolay olmuyor mu? Bunda karşı cephenin başta dini olanlar olmak üzere bütün değerleri araçsallaştıran arsız iktidarperestliğinin, iktidarı normal yollardan terk edemeyecek ölçüde hukuksuzluk batağına gömülmüş olmalarının yarattığı akla hayale sığmayacak korkunun ve onun yarattığı yıkıcılığın azametinin rolü var tabii ki. Ama o mirasın kendisinin, ona saldıranlar tarafından olduğu kadar onu savunduğunu düşünenler tarafından da çoraklaştırılmasının, işlenmeden öylece bırakılmasının payı yok mu bunda? Bu miras, savunucularının önemli bir kısmı tarafından bile, ivmesini Batı hıncından alan, bu hıncı bir yönetim teknolojisi haline getiren ve takipçilerini hep içimizdeki azınlıklara (Ermeni’ye, Rum’a ve elbette Kürt’e, en çok da ona) karşı teyakkuza çağıran bir milliyetçiliğin ne idüğü hep belirsiz bırakılan bir “çağdaş uygarlık” övgüsüyle mezcedilmesinden ibaretmiş zannedilirken, ne kadar korunabilirdi ki zaten?

Cumhuriyet döneminin “miras”ının bu çoraklıktan ibaret olmadığını ve odağa hep devletin projelerini, niyetlerini ve yapıp ettiklerini koyan egemen ideolojik anlatıların görmeyi başaramadığı bastırılmış imkânlar, yeterince vurgulanmamış ve sol bir perspektiften sahip çıkılarak işlenmesi gereken ve evet, korunmaya değer, özgürleştirici unsurlar da içerdiğini düşünüyorum ben. Tahakküm, hatta kapitalizmin tahakkümü bile hiçbir zaman mutlak ol(a)mamıştır. Yine hatırlayalım: “Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır... Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan. Ancak bu endişeyi içinde duyan tarihçi, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahiptir.

Burada o tarihçilerin işine talip olamayacağımın bilincindeyim elbette. Neyse ki buna yakın perspektiflerden “geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahip” tarihçilerimiz var zaten, halihazırdaki kayda değer bilgi ve kaynak birikimi sayesinde bu tür çalışmalar üretiyorlar, daha da üretecekler. Benim bu kitapta yapmaya çalıştığım işin esasen iki boyutu var diyebilirim. Birincisi, o tür “tarihçi”lere (Benjamin’in sadece, hatta esasen profesyonel tarihçileri kastetmediğini söylemeye gerek var mı?) belli açılımlar getirebileceğini sandığım yeni malzemeler sunmak (kitapta ele aldığım yazılı metinlerin önemli bir kısmının ilk defa burada tedavüle sokulduğunu söyleyebilir ve onları gömüldükleri kuyudan çıkarmak için harcadığım emekle sahiden övünebilirim!); ikincisi ise geçmişe bakışımızı taşlaştıran, geçmişte sadece yeknesak bir çoraklık, devasa bir çöl görebilen belli toptancı perspektiflerin hegemonyasını sarsmak. (Bunu ne ölçüde başarabildiğimi ben değerlendiremem elbette; ama şunu gayet iyi biliyorum: Yaptığım bütün yorumlar kıyasıya eleştiriye açık. Bazı yerlerde pireyi deve yapmak, ayrıntılar arasında kaybolup moda tabirle “büyük resmi” gözden kaçırmak, bazı yerlerde de “gollük fırsatları değerlendirememek”, mutlaka ele alınması gereken kimi metin ve olguları unutmak veya görmeyi başaramamak gibi kabahatler işlediğimi gösterme nezaketini sergileyeceklere şimdiden teşekkürler! Zira kuyudan çıkanlar ancak başka gözlerce de görülebildikleri, özetle bir kolektivitenin ilgi alanına girdikleri ölçüde kurtulur tekrar kuyuya gömülmekten! Zaman ayırıp bu koca kitabı okuyacak herkes teşekkürü hak ediyor aslında bu baptan. Kitaptaki ilk Ahmet Mithat’lığımı yapmanın tam yeri sanki: Sağolasın ey kari!)

Ama tam da Benjamin’in bahsettiği, “ölüler” hesabına da duyulan o“endişe” hissinin basıncı altında yazdığım bu kitapta asıl amacım elbette yeni kuşak okurlarda, kendi acılı ve kasvetli tarihimizden işlenebilecek bir mirasın tohumlarını bulma arzusunu kışkırtmak. Asıl bunun işaretlerini görebilirsem, bu kitaba harcadığım bunca emek boşa gitmemiş diyeceğim, kendimi bir işe yaramış hissedeceğim.

Bu kamusal kaygılar dışında bir de bana özel ama aktarma zorunluluğu hissettiğim bir kaygımı daha anlatmak için kullanmak istiyorum bu Önsöz mekânını izninizle. Kitapta izi sürülecek özgül meseleleri tanıtma işini ayrı bir Sunuş’a havale etme kurnazlığını bile yaptım bu uğurda.

Yaklaşık otuz senedir yayıncılık faaliyetleriyle uğraşıyorum: Çoğunu kendim seçme şansı bulabildiğim onlarca kitap çevirdim, yüzlerce kitabı yayımlamaya karar verdim, biraz daha azını bizzat kendim yayıma hazırladım, yerli yabancı binlerce (abartılı geliyor kulağa ama sahiden binlerce) kitap değerlendirip büyük çoğunluğunu –şimdilik veya hiçbir zaman kaydıyla– yayımlamamaya karar verdim. Yani –Nietzsche ve Foucault’ya aşinalığı olan birçoklarının adeta refleksle diyeceği üzere– bir iktidar mevkiini, –benimse yapıp ettiklerinin hesabını her an verebilme boyutunu mutlaka içerdiğini Sennett’ ten öğrendiğim ve elbette daha çok işime geldiği (!) için kullanmayı tercih edeceğim tabirle– bir otorite konumunu işgal etmiş oldum bu konuda ister istemez. Yayıncılığın ne kadar kolektif, ne kadar kafa dengi dostlarla yürütülen bir iş olduğu gerçeğini bir an için paranteze alarak söylersek: Son tahlilde bir dolu kitap benim sayemde (!?) yayımlanmış oldu, tamam ama, çok daha fazlası da benim yüzümden girememiş oldu memleket kütüphanelerinin raflarına. Hayır dua da aldım, küfür de. Her halükârda insana imtiyaz verdiği kadar ağır bir sorumluluk da yükleyen ve hakkını verebildiğinizden hiçbir zaman emin olamadığınız için hep tedirgin olduğunuz bir konum bu. Almak durumunda olduğunuz ve başkalarını bu kadar derinden ilgilendiren (insana kendi kafasının emeğinden daha yakın ne var ki?) binlerce kararın hepsinde ama hepsinde doğru, daha doğrusu hakkaniyetli davranabildiğini, salakça bir kibre kapılmadan, kim iddia edebilir ki?

En azından, aldığı sol terbiye gereği, imtiyazdan, otoriteden, her görüldüğü yerde, yani kendinize aitken bile hesap sorulması, en azından şüphe edilmesi gerektiği düsturunu içselleştirmiş biri edemez.

Yok, endişe edilmesin, buradan Derridavari “karar verilemezliğin ahlaki içerimleri” konulu metafizik bir sorgulamaya, Levinas’ın “sonsuz sorumluluk” kavramıyla soslandırılmış bir tür günah çıkarma ayinine veya Türkiye yayıncılığı özelinde imtiyaz ve kültürel sermaye konulu Bourdieugil bir sosyolojik analize filan geçecek değilim. Derdim bunlar değil, kaldı ki anlatacağı basit meseleleri bu tür girift analizlerle ve havalı özel isimlerle süslemek isterken bir dolu şeyi eline yüzüne bulaştıran o kadar çok metin okudum ki işim gereği, kendim de aynı şeyi yapmaktan korkarım. Zaten insan kendini bilmeli: Ben mektepli bir sosyal/ beşeri bilimci değilim, böyle metinler yaz(a)mıyorum; hem yaptığı iki iş, yani çeviri ve editörlük gereği hem de benimsediği sol siyasi duruşu, kanaatlerle değil kendi kendini sorgulama becerisi olan düşüncelerle beslemek istediği için sosyal/ beşeri bilimlerle sıradan okurdan daha fazla ülfet kurmuş biri, profesyonel bir metin okuruyum. Hayranlıkla okuduğum ve kitaplarını yayımlamış, bazen bizzat çevirmiş olmaktan gurur duyduğum Adorno, Said, Foucault, Lacan, Karatani, Zizek, Badiou, Sennett, Kracauer, Simmel, Jameson, Zupancic, Bauman, Lingis vb. gibi çok üst düzey düşünürlerdeki cüret, analiz ve sentez kabiliyeti ve ayrıntılar üzerinden tekrar tekrar, sabırla geçerek derinleşebilme yeteneği, zaman zaman sistem kurma istencini dinamitlemek isterken bile sergiledikleri sistematiklik gibi hasletlerin bende ancak birer arzu veya imrenme nesnesi olacak kadar güdük kalmış olduğunun farkındayım. Onlardaki ve onların yaratıcı teorik yorumlarını yapabilenlerdeki derinlemesine bakış yeteneği yok bende; daha ziyade yatay, zaman zaman da panoramik bakmaya meyleden, yüzeyler arasında biraz fazla hızlı hareket edip bağlar kurmaya, süratle hata teşhis edip sonuçlar çıkarmaya meyleden, yani bu bakımdan evet “eleştirel” de denebilecek ama meseleyi hemen toparlayıp genellemeye varmaya çalışan bir zihin yapım var. Kurucu değil, olsa olsa kuruluşlardaki arızalara, ihmal edilen noktalara vs. dikkat çekmeye çalışan, ivmesini de çoğu zaman polemikten, itiraz etme isteğinden alan bir kafa yapısı bu, şimdiye dek yazdığım yazıların büyük çoğunluğundan da anlaşılabilir böyle olduğu. Belki editör olduğum için böyle olmuşumdur, belki de zaten böyle olduğum için editörlük uygun gelmiştir, bilmiyorum. Her an daldan dala atlama meylim burada bile kendini gösteriyor işte; “merak etmeyin şunları demek için açmadım editörlüğün bünyesi gereği içerdiği sorumluluklar bahsini” derken, sadede gelemeden bir dolu yeni bahis açmış oldum bir anda, ama şunu erkenden demeye de bahane oldu bütün bu laf dolandırmalar: Bu okuyacağınız da bir editörün yazdığı bir kitap olacak son kertede, müthiş bir teori filan geliştirilmeyecek.

Şimdi başa dönelim: Her türlü otoriteyi olduğu gibi editörlük otoritesini kullanmak da sorumluluk ister, otorite sahibinin bunun vicdani ağırlığını hissetmediği durumlarda da otoriteden çok bir iktidar istimalinden (hatta, kimi durumlarda da suistimalinden) bahsetmek daha doğru olur. Bu yüzdendir ki sorumluluk sahibi her editör icabında kendi yargılama yetisine de şüpheyle bakmayı bilmelidir; haksızlık etme korkusu, yazara veya çevirmene demek istediğini daha net söyleme konusunda yardımcı olmayı başaramama endişesi ezici bir hale de bürünebilir. Bu durumlarda en iyisi etrafınızda yargılarına güvenebileceğiniz başka editörler de olmasıdır (ki ben bu açıdan çok şanslı sayılırım uzun yıllar Metis gibi bir yerde çalıştığım için). Sorumluluğun baskısından bir süreliğine kaçmanın, burada bizi daha çok ilgilendiren ikinci yolu ise editörün kendisinin de yazıya kaçmasıdır: O da kendi boyunun ölçüsünü alır böylece, denebilir, ama yazı yazan herkesin yakından bildiği zorlu bir sınava tabi tutulma hissi, sadece kendi söylediklerinden sorumlu olmanın verdiği muazzam ferahlık hissinin yanında hafif kalır. O yüzdendir ki –en azından bizde– editörlerin önemli bir bölümü yazı, hatta kitap da yazarlar bir noktada. Zaten bütün bu işlere girmeden önce bile çoğunun kafasında gezdirdiği onlarca yazma projesi vardır; ama işlerini yaparken birbirinden güçlü birçok metni yakından-okuma deneyimi bunların çoğunu rafa kaldırtır; yayınevine gelen bazı zayıf metinleri okuma dönemlerinde ise bir “ben bunların daha iyisini yazarım” havalanması yaşanır, daha gerçekleştirilebilir boyutlardaki birkaç proje (kısa denemeler, makaleler, yeteneği varsa öyküler, kısa anlatılar filan) en nihayet bu tür zamanlarda hayata geçirilir. Ama bir editöre kitap yazma cüretinin gelmesi için epey bir zaman geçmesi, etraftan epey bir teşvik gelmesi, ama dediğim gibi en önemlisi, başka yazarların sorumluluğunu almanın insanı artık manen iyice ezmesi gerekir.

En azından benim için böyle oldu. Bütün bunları yazmasam da olurdu belki, ama yazmak zorunda hissettim kendimi. En başta bahsettiğim “zorunluluk” da sadece bu histen ibaret.

Batılı akademisyenlerin kitaplarının Teşekkürler bölümlerine özenmişimdir hep. Yok, bilmemne enstitüsüne kitap üzerinde rahatça çalışma imkânı verdiği için şükran borçlarını belirttikleri kısımları kastetmiyorum esasen (bizde de böyle birtakım kurumlar olsa fena olmazdı gerçi, özellikle genç akademisyenleri çok rahatlatabilirdi). Asıl hep “Ne çok isim geçiyor” diye özenmişimdir; “insanlar gerçekten entelektüel bir alışveriş sürdürebiliyorlar, özellikle 19. yüzyıl İngiliz romanlarında (hele Middlemarch’ta) örneklerini hayranlıkla okuduğumuz intelligent conversation geleneğini sürdürebiliyorlar, akademinin esasen bir diğer rekabet ortamı filan değil bilgi ve fikir paylaşımının ve tabii ki eleştirinin yeri olduğunu ne kadar da içselleştirmişler!” gibi pek de ince eleyip sık dokumayan, hafif bulanık, çokça ılık gıpta hisleri geçmiştir içimden. Bizim akademisyenlerin veya araştırmacıların Teşekkürler bölümleri ise çoğunlukla bir tenhalık, bazen de kuru kalabalık hissi verir bana. (Daha gençlerde bunun istisnalarını artan bir sıklıkta görüyorum neyse ki!) Bizde bilgi üretimi ve daha da önemlisi paylaşımı konusunda hep bir tıkızlık, bilgiyi başka zihinlerden geçirip havalandırma, kirinden pasından arındırma konusunda endişeyle karışık bir isteksizlik, başkalarını kendi ilgilerine dahil olmaya çağırma konusunda genel bir beceriksizlik, ne bileyim adeta bir tür “solipsizm/ tekbencilik” hüküm sürüyormuş gibi gelir. Ben de bu yerli ve milli tenhalık geleneğini takip ettim elbette belli bir yaşın üzerindeki Türk okumuşu sıfatıyla. Ama benim hiç değilse uzun yıllarımı akademide değil orta-küçük boy bir yayınevinde, Metis’te çalışarak geçirmiş olmak gibi sağlam bir mazeretim var.

Kısa ama özlü teşekkürler listeme de yayınevindeki akıl-fikir yoldaşlarımla başlamak isterim: Ne zaman bitmek bilmeyen kitabımdan, kitabımın majör ya da minör meselelerinden bahsetsem beni muazzam bir ilgi ve dikkatle, hatta zaman zaman gözleri parlayarak dinleyen ve birinci sınıf metin-emekçileri oldukları için az ama öz sorularla sadede gelmemi sağlayan, özetle heyecanımı heyecanla karşılayıp çoğaltan sevgili mesai arkadaşlarım Özde Duygu Gürkan, Özge Çelik, Eylem Can ve Savaş Kılıç’a zannettiklerinden çok daha fazla şey borçluyum. Sadece aynı ortamda çalışmadığım için yukarıdaki cümleye girmeyen Erkal Ünal’a da tam tamına aynı nedenlerle ve bir de bana sürekli malzeme ve lojistik desteği sağladığı için teşekkür etmem gerek. Yine yayınevine döneyim, zaten her zaman olağandışı bir dikkat ve beceriyle yaptıkları grafik ve dizgi işlerini bu kitap için de yapan, onunla da kalmayıp metni her bakımdan şekle şemale sokan arkadaşlarım Emine Bora ve Sedat Ateş’e de teşekkür etmeden geçemem çünkü. Emine’ye ayrıca yaptığı harika kapak için de müteşekkirim.

Bu kitabı yayımlanmadan önce üç kişi baştan sona okudu. Birlikte çalıştığımız uzun seneler içinde hem editörlük pratiğinden ve eşine çok zor rastlanır meslek sevgisinden hem de (belki de “asıl” demeliyim) hayattaki duruşundan çok ama çok şey öğrendiğim arkadaşım Müge Gürsoy Sökmen kitabı hem ben daha yazarken bölüm bölüm hem de bitiminden sonra baştan sona okuyup çok işime yarayan önerilerde bulundu; sorunlu bölgelere dikkat çekti, ve her zamanki gibi zorlu sorular sordu, kapalı kalacak bir sürü şeyi açmamı sağladı (geride kalan kapalılıklar ve yer yer hızlı geçişler benim beceriksizliğimden); özetle her zaman tanığı olduğum yüksek nitelikli editörlük pratiğini burada da sürdürdü. Ayrıca da kitabı hakikaten sevdiğini sürekli hissettirerek bana müthiş moral verdi; sağolsun varolsun! En eski arkadaşım Gürol Koca, annesinin ağırlaşan sağlık durumu ve yetiştirmek zorunda olduğu işler yüzünden hayatının epey zor ve sıkışık bir dönemine denk gelmesine rağmen kitabı dikkatle okudu, bir dolu tashih ve bozuk cümle bulmanın yanı sıra çoğunu uygulayabildiğim için kitabı rahatlatan yapısal önerilerde bulundu; beğenisini ve hatta coşkusunu hem sözleriyle hem de beden diliyle (iki omuzumu da iyice bir sıkıp sırtımı patpatlayarak!) tekrar tekrar hissettirdi. Varlığıyla, dostluğuyla hayatıma hep anlam ve değer katmıştır, kitabıma da aynı şeyi yaptı. Okurlarımın en gaddarı hayat arkadaşım Aslı Biçen oldu tabii! Kitap yüzünden kendisinden çaldığım devasa zamanların ve sigara bırakma işini ertelememin acısını, kitabı kıyasıya eleştirerek çıkardı: Bunlara gerek var mı ki dedi (çoğunlukla yoktu), şuraları anlatamamışsın dedi (hakikaten anlatamamıştım), şu cümleler aksıyor dedi (elhak öyleydi), bu kadar çok ve uzun dipnotu kim okur, okura da yazık, çoğunu metne alabilirsin dedi (hakikaten epey bir kısmını alabildim, birkaç da fazladan almama rağmen geriye yine de epey kaldı, düşünün artık ne eziyetten kurtulduğunuzu!). Kısacası kitabın okunaklılığına ve argümantasyonun pekiştirilmesine muazzam katkıları oldu. İlişkilerin pohpohlama ve suyuna gitmeyle filan değil (bazen sertleşebilse de asla gönül kırıcı olmayan) eleştiriler ve açıklıkla anlam, derinlik ve sağlamlık, kısacası hakikatlilik kazandığını da sayesinde öğrenmişimdir zaten! Ama en önemlisi beni bu kitabı yazmakla iyi bir şey yaptığıma inandırmasıydı; kendisi ortada haddinden fazla kitap olduğunu düşünen, ayrıca edebiyatdışı kitapların çoğunu çok kötü yazılmış olmalarından şikâyetçi olduğundan genellikle okuyamayan biri olduğu için kitabı sahiden beğenmiş ve önemsemiş olması benim için müthiş bir hediye oldu! Ama onun, Müge’nin ve Gürol’un eleştiri ve önerilerinin hepsini uygulayamamış olduğum, bazen de inat ettiğim için kitapta görebileceğiniz çeşitli boy ve çapta hatanın sorumlusu elbette benim.

Son olarak artık hepsi ölmüş olsa bile kitapta adı geçen bütün “muharrir ve ediplere” teşekkür ederim, bu kitabı asıl onlar mümkün kıldı, başka türlü bir Cumhuriyet mirası da olabileceğini bana onlar gösterdi çünkü!

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X