Cem Özatalay, "Kapitalizmden Kurtuluşun Spinozacı İmkanları Üzerine Bir Çalışma: Kapitalizm, Arzu ve Kölelik", http://foralthusser.blogspot.com.tr, 5 Haziran 2015
Spinoza geri döndü. Bunu artık daha az tereddüt ederek söyleyebiliriz. Zira bir süreden beri Hollandalı filozof, 17. yüzyıl rasyonalizminin önde gelen temsilcilerinden birisi olarak yalnızca felsefe tarihi araştırmacılarının ilgilendiği, düşünceleri hakkında kafa yorduğu bir figür olmaktan çıkmış durumda. Spinoza'ya, daha doğrusu onun geliştirmiş olduğu kavramsal çerçeveye ve mantık tekniğine, artık günümüzde olan biteni anlamaya ve yorumlamaya çalışan farklı eğilimlerden çok sayıda entelektüelin başvurduğunu gözlemliyoruz. Öyle ki, yalnızca felsefeciler veya edebiyatçılar arasında değil, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinden de bu “trend”e dâhil olanların sayısı hızla artıyor. Spinozacılığın sosyal bilimlerdeki gelişiminde söz sahibi olanlardan birisi de Fransız iktisatçı Fréderic Lordon. Lordon'un Capitalisme, désir et sérvitude: Marx et Spinoza başlıklı kitabı Kapitalizm, Arzu ve Kölelik - Marx ve Spinoza'nın İşbirliği başlığıyla Akın Terzi tarafından Türkçeye çevrildi ve 2013’ün Mart ayında Metis Yayınları tarafından basılarak Türkiyeli okurla buluştu.
Frédéric Lordon ve Spinozacı Sosyal Bilimciler
Fransa'da sosyal bilimler alanında Spinozacılığın ortaya çıkışı, kelimenin Spinozacı anlamıyla bir nedensellik zinciri içinde anlaşılabilir. Bu zinciri 1980'lerle başlatacak olursak, ilk neden olarak bireyciliğin yükselişi ve bu yükselişe yönelen itirazları not edebiliriz. Hatırlanacağı üzere, bu dönemde, “aktörün geri dönüşü” olarak da tanımlanan yöntemsel bireycilik, 1960-1980 arasında hüküm sürmüş yapısalcılığın yerini alır. İnsanı, özgür irade sahibi rasyonel özne olarak tahayyül eden ve bu öznenin özgür tercihlerini araştırma konusu yapan bireyci sosyal bilim kavrayışının, neo-liberalizmin Reagan ve Thatcher eliyle uygulanan “yıkıcı” evresinde izlenen politikaların altın çağında serpilip geliştiği gözlemlenir. 1990'lara gelinirken ise, tıpkı Reagan ve Thatcher stili otoriter neo-liberalizm gibi, sosyal bilimlerde bireyciliğin de eleştirilerin hedefi haline geldiği görülecektir.
İlk itirazcılar, bir tür “yapı bireyi, birey de yapıyı belirler”ciliğe denk düşen ve epistemolojik dayanağını felsefi pragmatizmden alan, sosyolojide toplumsal inşacılıkta ve ekonomide yeni-kurumsalcılıkta ifadesini bulan kavrayışı geliştirirler. 1990’lardan sonra giderek güçlenen bu kavrayış bugün “ana akım” sosyal bilimlerin bizzat kendisine dönüşmüştür. Buna göre, “aktör”den ricat edilmemeli, ama aktörün tercihlerini ve eylemini sınırlandıran ve zaten kendisi de aktörün bizzat yürüttüğü inşa faaliyetinin sonucunda şekillenen kurumsal çerçeve de analize dâhil edilmelidir. Ne ilginçtir ki, sosyal bilimlerde yaşanan bu paradigmatik dönüşüme koşut olarak, neo-liberalizmin de kabuk değiştirdiğine tanık olunacaktır. Thatcher-Reagan döneminde standart programlarla kendini tepeden dayatan otoriter neo-liberalizm yerini, ekonomi politikalarının yaşama geçirileceği ülkenin kültürüne, değerlerine uyacak esnekliğe sahip olmasını salık veren pragmatik neo-liberalizme bırakacaktır.
2000'lere gelindiğinde ise, yaklaşık 10 yıldır pragmatik bir stille ilerlemeye çalışan neo-liberal kapitalizmin özellikle Batı'da bir krizin eşiğine geldiği görülür. Kurumsal değişim vaadi, doğurduğu beklentileri karşılamanın uzağında kalmış, küçülen ekonomiler ise risk etmenlerini ve toplumsal kaygıyı büyütmüştür. Bu bağlamsallık içinde, neo-liberalizmin olduğu kadar ve sosyal bilimlerin de kendini dayandırdığı paradigmatik temelin zayıflamaya başladığına tanıklık edilir. Spinozacı sosyal bilimcilik tam da bu dönemde kendi varlığını hissettirecektir. Nasıl ki 1990'ların toplumsal inşacılığı 1980'lerin bireyciliğinin eleştirisi üzerinden ortaya çıkmışsa, Fréderic Lordon'un da dâhil olduğu Spinozacı sosyal bilimciler de 1990'ların toplumsal inşacılığının eleştirisi üzerinden kendi kavrayışlarını inşa etmeye çalışırlar. Spinozacı sosyal bilimcilerin eleştirilerinin hedefinde ise aktör veya özne formunda ifadesini bulan insan tahayyülü bulunmaktadır.
İnsanları, “olmalarını tahayyül ettiğimiz gibi değil, bizzat oldukları gibi”, yani sanki “krallık içinde krallık”mış gibi değil de, diğer tüm canlı ve cansız varlıklarla birlikte doğanın bir parçası olarak ele almak gerektiği fikri Spinozacı sosyal bilimcilerce benimsenir. Öte yandan Spinoza’nın tarif ettiği insan birey, eylem kapasitesinden büsbütün yoksun, pasif bir varlık da değildir. O, doğanın parçası olan her varlık gibi etkilenen, ama aynı zamanda etkiyen bir varlıktır da... Bu tarzda bir insan-birey kavrayışı, Descartes'dan bu yana varlık ile düşünce, yapı ile birey arasında kurulagelen ikiliği, toplumsal inşacılıkta ifadesini bulan “hem yapı, hem birey” (ya da “birey yapıyı, yapı da bireyi belirler”) formülüyle “sonradan” değil, bu “suni” ikiliğin kurulmasına en baştan izin vermeyerek ortadan kaldırmayı öngörmektedir.
Diğer yandan, Spinozacı sosyal bilimcileri biraraya getiren yegâne motivasyonun, sadece bilimsel kaygılara dayandığını söylemek de bu kişilere haksızlık olur. Zira Fransız heterodoks iktisatçı Frédéric Lordon'un en etkin temsilcilerinden olduğu Spinozacı sosyal bilimcilerin, aynı zamanda eleştirel (bazıları açısından devrimci) politik bir tutumun inşasında Spinoza felsefesinin önemli bir katkısının olabileceğine dair inanç beslediklerini görürüz. Aynı nedenle, 9 Nisan 2005’te Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlenen “Spinoza ve Sosyal Bilimler” başlıklı kolokyumda sunum yapan Toni Negri, Etienne Balibar, Frédéric Lordon, Philippe Zarifian, Yves Citton ve Adrien Klajnman’ı biraraya getiren duygu, aynı zamanda kâh marksizmi, kâh psikanalizi Spinoza ile birlikte yorumlayarak, dünyayı anlama ve dönüştürmeye hizmet edebilecek yeni açıklama çerçevelerine ulaşma umududur.
Aynı zamanda Fransa menşeli Regülasyon Okulu ile dirsek teması içinde olmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş bir iktisatçı olan Frédéric Lordon’un bu yazıda tanıtmaya çalışacağım Kapitalizm, Arzu ve Kölelik başlıklı çalışması da yukarıda altını çizdiğim iki yönelimin ifadesi olarak görülebilir. Yani Lordon bu kitabında, bir yandan sosyal bilimler alanında, onu gerçekte olmadığı öznelik mertebesine yükseltmeksizin, bireyin ve eyleminin nasıl incelenebileceğini göstermeye, diğer yandan da Spinoza aracılığıyla kapitalizmden kurtuluşa götürebilecek bir güzergâhı keşfetmeye soyunur. Kitabın 2007-2008 Finansal Krizi'nin yol açtığı atmosferde kaleme alındığını da göz ardı etmemek önemlidir.
Lordon kitabın önsözünde “ilişkileri konu alan bir yapısalcılık ile duyguları konu alan bir antropolojiyi, yani Marx ile Spinoza'yı birleştirme savını -öne sürmeyi” amaçladığını belirtir. Bu aslında Marx'ın kapitalizm analizini, Spinoza metafiziğinin ontolojik -ya da ontolojik antropolojik- öncüllerini de analize dâhil etmek suretiyle yeniden okumak, yorumlamak anlamına gelir. Bu, Spinoza'nın felsefi kategorilerini Marx'ın kuramsal-kavramsal çerçevesiyle birlikte kapitalizmin iktisadi analizine dâhil etme çabası olarak da ifade edilebilir.
Kapitalizm, Arzu ve Kölelik’in öncelikle yanıtını aradığı soru kapitalizmde ücretli emekçilerin kapitalist mekanizmaya katılma ve daha da önemlisi bu mekanizmanın işleyiş esaslarını gönülden benimseme gerekçelerine ışık tutmaktır. Bir başke deyişle, “özgür irade”ye dayalı olduğu ileri sürülen ücretlilerin kapitalizme gösterdikleri “rıza”nın gerçek nedenlerini göstermeyi hedef olarak önüne koyar. Bu nedenlerin Spinozacı açıklamasının “duygular”dan hareketle geliştirilebileceğini söyledikten sonra (s. 12) “ücretli emek meselesini 'duygular aracılığıyla' yeniden ele almaya” (s. 13) girişir. Çünkü kitabın yazarı Lordon’a göre, kapitalizmden çıkış yolunu bulabilmenin yolu, öncelikle kapitalizme gösterilen rızanın veya kapitalizmin yaptırma gücünün nedenlerini anlamaktan geçmektedir.
Conatus ve Kapitalizmde Arzuların Eşitsizliği
Spinozacı sosyal bilimciler için nirengi noktasını conatus kavramı temsil eder. Bu bakımdan Lordon da bir istisnayı temsil etmez. Öyle olduğu için analizine conatus'un ontolojik bir çerçevede tanımıyla başlar: “Conatus'un enerjisi, bizzat hayat demektir. Üstelik bu sefer Spinoza'ya çok yakın bir anlamda: Arzu'nun enerjisi demektir. Olmak, bir arzu varlığı olmaktır. Var olmak demek, arzulamak, dolayısıyla da harekete geçmek -arzu nesnelerinin peşinden gitmek- demektir” (s. 19). Öyleyse var olmanın, varlığını sürdürme itkisinin metafizik temelinde conatus bulunur.
Burada açığa çıkan metafizik sosyal bilimle çelişmez mi? Bu soruya Lordon olumsuz yanıt verir. Zira Fransız iktisatçıya göre, metafizik karşısında sergiledikleri alerjik tutuma karşın aslında tüm sosyal bilim teorileri örtük bir toplumsal metafizik üzerine inşa olmuşlardır. İnsanın ve insanlararası ilişkilerin ne'liğine dair bir önkabulden yoksun olarak sosyal bilim yapmanın olanağı yoktur.
Tekrar conatus'a dönecek olursak, eğer harekete geçmek arzuların peşinden gitmek demekse, peşinden gidilen arzuları, yani arzu nesnelerini kim, nasıl tayin eder? Lordon'a göre “Mümkün olan girişimleri -yani, meşru arzu nesnelerini- de toplumların tarihi hem yaratır hem de kısıtlar” (s. 20). Öyleyse arzularımız sınırsız olamaz. Onları tamamen özgürce de seçemeyiz. Örneğin kapitalist bir toplumda, hayatımızı idame ettirebilmek için, eğer sermaye sahibiysek yeni bir girişimde bulunmayı, eğer emek gücümüzden başka bir şeyimiz yoksa o halde bir işte ücretli olarak çalışmayı arzulayabiliriz. Peki, kapitalistin girişim-yatırım yapma arzusuyla, emekçinin ücretli olarak çalışma arzusunun birbirine denk olduğunu söyleyebilir miyiz? Arzu nesnesinin peşinden gitmelerini sağlayan conatus'ları bakımından bu iki kişi arasında herhangi bir hiyerarşik ilişki söz konusu edilemez. Ne var ki, peşinden gittikleri arzu nesnelerinin birbirlerine denk olmadığı apaçık ortadadır.
Her şeyden önce kapitalistin kendi arzusunun peşinden gidebilmesi için çoğu kez başkalarını bu amaç doğrultusunda seferber etmesi gerekir. Yani kapitalistin yapma arzusu kaçınılmaz olarak yaptırma arzusuna dönüşür. Bir başka deyişle, kapitalistin kapitalist olarak kalabilmesi için başkalarının arzusunu bizzat kendi arzusuna bağlaması, yörüngesine alması gerekir. Ücretli emek ilişkisi de tam da bu gerekliliğin sonucunda ortaya çıkar. Lordon bu ilişkinin tahakküm olma niteliğini şöyle izah eder: “Şayet tahakkümün ilk anlamı, bir failin kendi arzu nesnesine ulaşmak için başka bir faili aracı olarak kullanma ihtiyacıysa, o zaman ücretli emek ilişkisinin bir tahakküm ilişkisi olduğu aşikârdır”(s.32).
Ancak tabii ki, ücretli emek ilişkisi başka failleri kendi arzusu için kullanmanın ifadesi olarak tahakküm ilişkisinin yalnızca özgül ve yaygın bir örneğini temsil eder. Bu haliyle, bir siyasi parti ya da STK yöneticisinin, bir profesörün, bir sinema yönetmeninin veya bir sevgilinin kendi arzularını gerçekleştirmek için bir başkasını -ya da başkalarını (kuruluşun üyelerini, asistanlarını, eşini veya çocuklarını, vs.)- seferber etmesi, seferber ettiklerinin arzularını kendi arzusunun yörüngesine alması ve ortaya çıkan sonucu kendine mal etmesi de tahakküm ilişkisinin farklı tezahürleridir. Hedefleri finansal kazançla ilgili olmasa da, Lordon'a göre bu kişiler patrondur. Yani kendi arzusunu başkalarınınki karşısında hâkim kılandır. Patronun başkalarını da yörüngesine alan arzusunu Lordon, “efendi-arzu” olarak niteler. Kendine bağlı kıldığı faillerin arzularını hizaya sokabildiği oranda bir arzu, efendi-arzu'ya dönüşür.
Bağımlılığa Sevinçli Boyun Eğiş Biçimi Olarak Rıza
Kapitalizm koşullarında dolaşım paradan hareketle başlar ve meta üzerinden daha fazla paraya dönüşerek tamamlanır. Marx'ın Kapital'de serimlediği ve geçerliliği konusunda en ufak bir tereddüde mahal vermeyen kapitalizm hakkındaki yegâne açıklama herhalde budur. Öyleyse, sermaye sahiplerinin patron konumunda olduğu kapitalist toplumda paranın efendi-arzu olarak belirmesinde tuhaf bir durum bulunmaz. Kapitalist dünyada maddi geçimin sağlanmasının yegane yolu paraya sahip olmaktan geçer ve bu dünya üzerinde yaşayan herkesin az ya da çok parayı arzulaması varlıklarını devam ettirebilmelerinin koşuludur. Paraya duyulan “zorunlu” arzu, emek gücünden başka bir şeyleri olmayanlar için ücretlilik ilişkisine katılmak için duyulan arzuyu, ücretlilik ilişkisi ise efendi-arzu'nun yörüngesine girmeyi doğurur. Ücretli emek ilişkisinin “gönüllülük” boyutu budur.
Bu döngüye katılmış birisi açısından, işten atılmak en ciddi tehdit olarak algılanır. Zira işten atıldığında conatus'unun hali hazırda yönelmiş olduğu arzu nesnesinden uzaklaşmış olacağı hissiyatını taşır. Ancak kişinin işe bağlanışı yalnızca kaygı ve korku duygularıyla gerçekleşmez. Kişide belli bir oranda sevinç duygusu yaratmayan bir tahakküm ilişkisinin kendisini yeniden üretebilmesi uzun vadede mümkün olmaz. Zaten “bütün iktidarlar gibi patron iktidarı da tecrübe ede sevgi aracılığıyla hükmetmenin korkutularak hükmetmekten çok daha etkili olduğunu öğrenir” (s. 86). Zira Spinoza'ya göre bir efendi-arzuya “baskıyla” bağlanıldığında kedere gark olmak kaçınılmazdır. Bu kişinin eylem gücünü, efendi-arzu için açığa çıkartacağı eylem gücünü de azaltacaktır. Öyleyse efendi-arzunun başarısı herkesi kendisine severek bağlamaktan geçer.
Zaten kapitalizmde de paraya ve işe “baskı” sonucunda bağlanılmaz: “Para kazanma sayesinde yalnızca fakirlikten sakınmak değil, aynı zamanda işini yapıp sevgi gösterdiğimiz kişinin (patronun) sevincinin doğurduğu sevince ulaşmak söz konusudur”(s.96). Burada söz konusu olan takdire dayalı sevgi arayışı mekanizmasıdır. Şirketlerin insan kaynakları departmanlarının başlıca işlerinden birisi de bu mekanizmanın doğurduğu ihtiyaçları gidermek olması de bu çerçevede anlam kazanır. Rıza dediğimiz şey de zaten efendi-arzu'ya “sevinçli bağlanma” durumunda ortaya çıkar. Baskının doğurduğu “kederli bağlanma”dan çok daha etkilidir ve bu nedenle de kişinin yönelimini efendi-arzuyla daha kesin bir biçimde hizaya sokar. “Razı gelen kişi, herhangi birinden daha özgür ya da köleleştirilenden daha az “boyun eğmiş” değildir. Yalnızca farklı bir şekilde boyun eğmiştir ve kendi belirlenmişliğini sevinçle yaşar” (s.118).
Efendi-Arzunun Yörüngesinden Çıkmak ya da Dikeyleşmek
Frédéric Lordon, Kapitalizm, Arzu ve Kölelik'in ilk iki bölümünü, kapitalistlerin nasıl yaptırdıklarına ve ücretlilerin nasıl ve niye yaptıklarına ayırdıktan sonra, son bölümü kapitalizm koşullarında rızaya dayalı olarak yaşanan tahakkümden kurtulma imkânlarını soruşturmaya ayırır. Kapitalizm, tıpkı kendisinden önceki tüm toplumsal yapılanmalar gibi, duygu dinamiklerini harekete geçirmek suretiyle insanları kendisine bağımlı kılar. Yalnızca, baskıyı görece az kullanarak rıza üretebilmesi ve insanları tahakküm altına alırken sevinçli duygular doğurabilmesi kapasitesiyle kendini zamansal olarak önceleyen toplumlardan kısmen ayrışır.
Ama aynı kapitalizmin tarihinde isyan da eksik olmaz. Lordon kapitalizm koşullarında isyanın da, tıpkı itaat gibi, duygularının dinamiğiyle alakalı olduğuna işaret eder. Yani nasıl ki, tehdit kederli bağlanmaya, takdir ise sevinçli bağlanmaya yol açarak insanları toplumsal normları benimsemeye yöneltiyorsa -ki Spinoza bunu obsequium olarak tanımlar-, bazı toplumsal olaylara bağlı yaşanan etkilenişler tersi yönde duyguları doğurur. Aniden ortaya çıkan ayaklanmalar öfkeli duyguların kabarmasının bir sonucu olarak yaşanır. O güne dek efendi-arzu ile aynı doğru üzerinde hizalanmış kişiler -ve arzuları-, yaşanan bir adaletsizlikle, aleni bir istismarla, patlak veren krizle vs. bir anda hizayı bozma yönelimine girerler. İsyan, efendi-arzuyu dikey bir şekilde karşısına alan kişilerin yol açtığı eyleme denir. Bu durum ilk kez peşinden gidilebilecek yeni arzu-nesnelerinin ortaya çıkabilmesinin en azından koşullarını sunar.
Efendi-arzu karşısında dikeyleşenleri-memnuniyetsizleri, Lordon'a göre çoğunlukla ücretli emekçilerin en alt tabakalarından gelenler oluşturur ve bu topluluk “sınıf durumunun 'yeniden saflaşması'”(s. 185) olarak açığa çıkar. Bir başka deyişle, sınıflar savaşımı, efendi-arzu karşısında sevinçli bağlılık içinde olanlarla memnuniyetsiz öfkeliler arasındaki mücadelede ifadesini bulur.
Ne var ki, dikeyleşen memnuniyetsizlerin efendi-arzu figürünü yok ederek ortak bir arzuyu tanımlayarak onun mu peşinden gidecekleri, yoksa bir başka efendi-arzunun peşine mi takılacakları ve yeni bir duygusal sömürünün esiri mi olacakları belli değildir. Reel sosyalizmin ikinci türden bir sonuca yol açtığını düşünür yazar. Oysa sahici komünizm tanımını Spinoza'da bulabilmek mümkündür: “Duygusal sömürü ancak insanlar ortak arzularını, artık tek taraflı ele geçirilemeyecek nesnelere yönlendirmeyi (...) başarabildiklerinde son bulur – yani şunu anladıklarında: gerçek yarar, kişinin, kendisi kadar başkalarının da o yararın sahibi olmasını dilemesine bağlıdır” (s.190).
Sonuç Olarak
Frédéric Lordon'un, Kapitalizm Arzu ve Kölelik'i neo-liberal kapitalizmin krizinin ABD'yi ve Kıta Avrupası'nı etkisi altına aldığı, özellikle Güney Avrupa ülkelerinde krize karşı muhalefetin toplumsal bir karakter kazandığı ve yer yer isyanlara yol açtığı bir dönemde kaleme aldığı unutulmamalıdır. İspanya'da “Indignados” (Öfkeliler) hareketi, ABD'de Wall Street'i İşgal Et hareketi, Yunanistan'da Syriza'nın etkinliğini giderek artırdığı bir konjonktürde, gerçekten de duygularla sınıflar arasında denk düşen bir bölünmeye yol açması gerçekten güçlü bir savdır.
Ancak Arap Baharı’ndan, Gezi Parkı’na ve buradan da Brezilya’ya uzanan “periferi isyanları”na baktığımızda, sınıfların kutuplaşması ile duyguların dinamiği arasında Batı’dakine benzer bir denk düşme durumundan bahsedemeyiz. Zira neoliberal dönemde Batı ülkelerinden farklı olarak görece istikrarlı bir ekonomik büyüme yaşanan bu ülkelerde duygular dinamiğinde ifadesini bulan ayrışmanın, “çıkarlar”dan daha çok “değerler” üzerinden açığa çıktığı görülüyor. Yani bu ülkelerde; kalkınma ideolojisini en yüksek değer olarak benimseyenler ile bu tarz bir yaşam kültürünü eleştirenlerin, Protestan tipte bir kapitalist çalışma disiplinine ayak uydurmaya meyyal olanlar ile bu disipline dâhil olmayı reddedenlerin, toplumsal statüsünü yükseltme arzusuyla işi hayatının merkezine koyanlar ile toplumsal statü ile işi özdeşleştirmeyenlerin, hiyerarşik çalışma ve toplum hayatına özlem duyanlar ile yaşamın her alanında özerkliklerini ve özgürlük alanlarını geliştirme arayışı içinde olanların karşı karşıya geldiklerini görürüz. Bu karşıtlıkların, Müslüman nüfusun çoğunluk olduğu ülkelerde, modernleşme sürecinin başlangıcından bu yana varlığını koruyan “kültür savaşları” ile de iç içe geçerek su yüzüne çıktığı görülüyor. Dolayısıyla ekonomisi krizde olan Batı kapitalizmi ile belirli bir istikrarla ekonomik büyüme sergileyen -Türkiye'nin de içinde olduğu- ülkelerdeki duygu dinamiklerinin oldukça farklı seyir izlediğini ve ikinci gruptaki ülkelerde “değerler” üzerinden açığa çıkan kültürel farklılıkların da duygu dinamiklerine oldukça güçlü etkide bulunduğunu söyleyebiliriz. Aynı nedenle yalnızca Batı kapitalizmine ve Batılı toplumsal hareketlere odaklanan Lordon’un çalışmasında kültürel etmenlerin göz ardı edildiği bir eleştiri olarak kaydedilmeli.
Bununla beraber, her ne kadar kapitalizmi Batı kapitalizmi ile özdeşleştirmek gibi bir eksiklikle malul de olsa, Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, rızanın ve isyanın ortaya çıkışını Spinozacı duygular dinamiği üzerinden açıklamanın kavramsal araçlarını bütünlüklü ve ikna edici bir biçimde sunuyor. Dahası Antonio Negri’nin Türkçeye çevrilen külliyatı ve Ulus Baker'in Kanaatlerden İmajlara'sından sonra, Spinozacılığı sosyal bilimler alanında farklı bir tarzda ete kemiğe kavuşturmasıyla da ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.