Birinci bölüm, s. 9-12
29 Eylül 1759’da, akşamüstü, Juan Fernández Takımadaları’nın olduğu bölgede, Şili kıyılarından yaklaşık altı yüz kilometre açıkta, gökyüzü ansızın karardı. Virginia’nın mürettebatı geminin direkleriyle serenlerinin uçlarında parlayan küçük alevleri görmek için güvertede toplandı. Aziz Elmo ateşleri deniyordu bunlara, havadaki elektrikten kaynaklanan, şiddetli bir fırtınanın habercisi olan bir olaydı. Neyse ki, Robinson’un yolcusu olduğu Virginia’ya en yaman fırtına bile vız gelirdi. Gemi yuvarlakça bir Hollanda kadırgasıydı; direkleri epey alçak, dolayısıyla ağır, biraz yavaştı, ama kötü havalarda olağanüstü dengeliydi. Bu yüzden, akşam olup da Kaptan van Deyssel rüzgârın yelkenlerden birini balon gibi patlattığını görünce, adamlarına öteki yelkenleri toplayıp ortalık yatışana dek kendisiyle birlikte içeri girmelerini söyledi. Kaygılanacak tek şey resifler ya da kum tepeleriydi, ama haritada öyle bir şey yoktu hiç, görünüşe göre Virginia fırtınada yüzlerce kilometre boyunca hiçbir şeyle karşılaşmadan ilerleyebilirdi.
E işte Kaptan’la Robinson da dışarıda fırtına koparken dingin dingin kâğıt oynuyorlardı. XVIII. yüzyılın ortasıydı, o sıralar birçok Avrupalı –başta İngilizler– servet kazanmak için Amerika’ya yerleşmeye gidiyordu. Robinson Güney Amerika’yı keşfetmek, ülkesiyle Şili arasında kazanç getirecek ticari ilişkiler kurup kuramayacağını görmek için, karısıyla iki çocuğunu York’ta bırakıp yola çıkmıştı. Birkaç hafta önce, Virginia korkunç Horn Burnu’nu kahramanca geçerek Amerika anakarasının çevresini dolaşmıştı. Şimdiyse, Robinson’un ineceği Valparaíso’ya doğru çıkıyordu.
“Ne dersiniz, bu fırtına Şili’ye varışımızı çok geciktirir mi?” diye sordu Kaptan’a, bir yandan iskambil kâğıtlarını kararken.
Kaptan en sevdiği içki olan cinle dolu kadehini okşaya okşaya, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle ona baktı. Robinson’dan çok daha deneyimliydi, ondaki delikanlı sabırsızlığıyla sık sık dalga geçerdi.
“Sizinki gibi yolculuklarda,” dedi piposundan bir nefes çektikten sonra, “insan yola ne zaman isterse çıkabilir, ama Tanrı ne zaman isterse o zaman varır.”
Ardından, tütününü sakladığı küçük ahşap fıçının tıpasını çıkarıp, uzun porselen piposunu içine daldırdı.
“Böylece sarsıntılardan korunuyor pipo,” diye açıkladı, “üstelik tütünün bal kokusu içine işliyor.”
Tütün fıçısını yeniden kapayıp uyuşuk uyuşuk kaykıldı.
“Görüyorsunuz ya,” dedi, “fırtınanın yararı sizi her türlü sıkıntıdan kurtarması. Doğanın gücü zincirinden boşanınca, yapacak bir şey kalmıyor. İnsan da hiçbir şey yapmıyor. Alnında yazılı olana boyun eğiyor.”
Tam o anda, kamarayı aydınlatan, bir zincire asılı fener fırlayıp bir yay çizdi, sonra da tavanda parçalandı. Ortalık bütünüyle kararmadan önce, Robinson Kaptan’ın masanın üstünden tepetaklak yuvarlandığını gördü. Robinson kalkıp kapıya gitti. Üstüne vuran hava akımından kapı falan kalmadığını anladı. Günlerdir süren baş kıç vurmadan, yalpadan daha korkutucu olan şey, geminin artık hiç kıpırdamaz oluşuydu. Bir kum tepesine ya da resiflere oturmuş olsa gerekti. Üstünde bulutlar uçuşan dolunayın puslu ışığında, Robinson’un gözüne güvertedeki bir grup adam ilişti, bir filikayı suya indirmeye çalışıyorlardı. Yardım etmek için onlara doğru gitti, derken gemi korkunç bir sarsıntıyla sallandı. Bunun hemen sonrasında da güverteye dev gibi bir dalga vurdu, üstündeki her şeyi süpürdü, insanları da araç gereci de.