L. Doğan Tılıç, "Büyük Gerileme", Birgün Gazetesi, 10 Haziran 2017
İngiltere seçim sonuçları; İşçi Partisi’nin sol söylemi öne çıkaran yeni lideri Corbyn’in birinci olamasa da net başarısı – bu çıkış devam ederse – Batı’da demokrasi ve özgürlükler adına hâkim olan karamsar havayı dağıtabilir.
Suudi Arabistan gibi bir ülkenin, Katar’a tepki olarak, bütün otellerdeki El Cezire kanalını kapattırmasında şaşılacak bir yan yok, ancak çok sayıda Batılı aydın, Trump’ın seçimi ardından çok daha net biçimde görüldüğü üzere, o kafanın kendi liberal demokrasilerine hâkim olmasından endişeli. Başlangıçta “serbest pazar” yanında insan hakları, demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla dolaşıma sokulan “küreselleşme”den geriye, pazarın acımasızlığı ve onun üzerine oturan otoriterleşme eğilimi kaldı.
Neo-liberalizmin kuralsız piyasacılığı, liberal demokrasilerin de seçimler/referandumlar yoluyla terkedilip yerlerine otoriter popülist yönetimlerin gelmesine yol açtı. Türkiye ve Erdoğan, ABD’de Trump, Rusya’da Putin ve Hindistan’da Modi bu sürecin en önemli örnekleri olarak sayılıyor.
H. Geiselberger, “Zamanın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma” olan derlemesine (Metis Yayınları, 2017) bu yüzden “Büyük Gerileme” demiş. Artık, ulusal sınırlar içerisinde hiçbir şekilde kontrol edemedikleri bir ekonominin başında oturan ve gittikçe büyüyen sorunlarla baş edemeyen popülist liderler, o sorunların kurbanı kitleleri tarihi/kültürel sınırlar içinde toplayıp, özgürlükler yerine düzen/istikrar/güvenlik vaat ederek peşlerinden sürüklüyorlar.
Kendileri için parlak ve güvenli bir gelecek umudunu yitiren çiftçi, işçi ve işsiz yoksullar, hatta hızla işsizler yığını içine düşmekte olan orta sınıflar, geçmişin ihtişamına yöneliyorlar. ABD “tekrar büyük” olmak, İngiltereAB’den ayrılıp eski imparatorluk günlerine dönmek ve Türkiye de Osmanlı’nın muhteşem gücüne kavuşmak hayaliyle yol alıyor.
Bu hayalin yolcularını bir arada tutmak ve peşinden sürüklemek isteyenlerin, karşılarına “düşmanlar” koyması gerek. Neo-liberalizmin işçiyi çiftçiyi ezip öğüten çarklarını gözden saklayıp – medyanın da gücüyle – ; göçmenleri, yabancıları, Müslümanları düşmanlaştırıp günah keçilerine dönüştürmek işe yarıyor!
“Büyük gerileme”nin liderleri “yumuşak güç”ten tümden vazgeçtiler ve sadece “sertlik”le yönetebileceklerine inanıyorlar. “Azınlıklar ve muhalifler üzerinde baskı kurmaktan, ifade özgürlüğünü sınırlandırmaktan ya da hukuku rakiplerine zulmetmek için kullanmaktan çekinmiyor”lar. Peşlerinden sürükledikleri kitleler arasında da milliyetçi/mezhepçi bir “biz – onlar” ayrımını yaygınlaştırarak, insanların demokratik, özgürlükçü, eleştirel aklın zahmetli yolunu seçebilmesini engelliyorlar.
Fransız filozof, sosyolog Bruno Latour durumu Titanik metaforuyla açıklarken; hızla buzdağına yaklaşıldığını, geminin batacağının aşikâr olduğunu, gemi yan yatarken düzenin savunucularının kurtarma botlarına el koyup gecenin karanlığında sıvışmak için orkestradan diğer sınıfları uyutacak uzun ninniler çalmasını istediğini söylüyor.
Demokrasi, belli dönemlerde sandığa gitmeye, büyük ölçüde dezenformasyon yüklü kampanyalar sonucunda neyin ne olduğunu anlamadığımız bir konuda evet ya da hayır demeye indirgendiğinde, kendini temsil edilmemiş, dışlanmış hisseden öfkeli kitlelere sandık yoluyla demokrasiden vazgeçip popülist liderler peşinde dünde kaldığı sanılan baskıcı rejimlere yönelmek daha kestirme bir “kurtuluş yolu” olarak görünüyor.
Bütün bu “Büyük Gerileme” manzarasına karşın, “geleneksel siyasal partilerin karşısında, piyasa diktatörlüğünden gına getirmiş güçlenen bir halk hareketi” de var. Demokrasiyi sandığa indirgemeyen, gelecekten umudunu yitirerek geçmişe sığınmaya çalışan öfkeli kitlelerle diyalog kurabilen ve yerelde onlarla bütünleşerek yeni demokratik örgütlenme formları geliştirebilen bir solun “gerilemeyi” durdurup tersine döndürmesi de mümkün.
Dünyanın Titanik gibi içindekilerle birlikte batıp gitmesini istemiyorsak, bu mümkün olmaktan öte bir mecburiyet de!