Kansu Yıldırım, Bora Erdağı, "Büyük Gerileme: Neoliberalizmin krizi ve sağ popülizmin yükselişi", K24, 4 Mayıs 2017
Trump, Le Pen, Modi, Orban, Putin, Erdoğan vd… Farklı coğrafyalarda ancak ortak bir tarihsellik içinde siyaset sahnesinde boy gösteren bu aktörler, küresel siyasetin hakim karakterini betimlerken anahtar sözcük konumuna gelmektedirler. Siyasal İslamcı, supremaşist, yabancı düşmanı, otoriter, köktenci eğilimci gibi bir takım kavramların taşıyıcısı olan bu liderler, aslolarak daha genel düzeyde sağ ideolojilerin farklı varyasyonlarının günümüzdeki tezahürleridirler. Bu liderlerin tarih sahnesindeki var oluşları sağ ideolojilerin yakından tanıdığı bir pratik olarak gizemleştirmeden siyasal teolojik art alana kadar her kültürel birikimden beslenmektedir. Hatta denebilir ki onların varlığı kitlelerin önemli bir kısmı için “mesiyanik (kurtarıcı)” formda da algılanmaktadır. Çünkü bu liderler kitleleri için geçmişe dair nostaljik (iktisadi, askeri, jeopolitik) özlemleri somutlaştırabilecek kudrette görünmektedir. Üstelik şimdiki zamanın dinamizmini gelecekte de sürdürebilecek basirette ve “çağın ruhu” özelliklerine de sahip kabul edilerek.
Sağın verili siyasal formunu bu tip kişileştirmeler eşliğinde görmek ya da desteklemek, liderler üzerinden “kurtuluş” fikrini benimsemek oldukça yaygındır. Bir bakıma konforludur; Amerika’da, Fransa’da, Macaristan’da veya Türkiye’de göçmenlere, mültecilere, dini azınlıklara, dış güçlere karşı mücadele veren, ulusun birliği için öfkeli bir “lider”, aidiyet duygusunun kurulma aşamasında kolaylık sunar. Liderin fikrini izlemek, sürdürmek ve performatif aynılık içinde bulunmak yeterlidir – özel ilkesel prosedürleri ezberlemek zorunluluğu yoktur.
Trump’ın “Büyük Amerika”sı ile Erdoğan’ın “Büyük Türkiye”si sofistike idealar değildir; siyasi liderin güzergahı izlendiğinde ulaşılabilecek bir uğraktır. Söz konusu tarihsel-siyasal uğrak her şeyi de vaat etmez, kalkınma ideolojisi vardır ama ezilen ve bağımlı sınıflara kırıntıların olduğu hatırlatılır. Benzer örnekler üzerinden gidersek, Trump seçildikten hemen sonra Amerika Birleşik Devletlerin dışındaki sermayeyi geri çağırmak için otomotiv endüstrisinden isimlerle toplandı, teşviklerde bulundu ama işçi ücretlerini iyileştirmeye yönelik adım atmadı. Amerikan Nüfus Dairesi’nin tahminlerine göre nüfusun yüzde 14,8’i, 46,7 milyon Amerikalı, 2014’de yoksulluk sınırının altındaydı. 2000 yılında ise bu oran yüzde 12,4 düzeyindeydi. Türkiye’ye bakalım. Erdoğan, siyasette kaldığı süre zarfında “proje”lerden ve yatırımlardan bahsetti, Kamu-Özel Ortaklığı modeli ile “mega projeler”i yürürlüğe koydu ancak OECD ülkeleri arasında en uzun “haftalık çalışma süresi” ve en fazla “işçi ölümleri” ile Türkiye her yıl ya rekor kırdı ya da üst sıraları zorladı. Şimdilerde de 7 milyonun üzerinde işsizlik oranına ulaşıldığı bilinmektedir.
Ne var ki, toplumsal ve sınıfsal adaletsizliğin, üretimde ve bölüşümde eşitsizliğin derinleştiği dönemlerde sağ ideolojiler gerilemek yerine hakim ideoloji vasfını korudu ve geliştirdi. Daha önemlisi, sağ örgütler siyasetteki pozisyonlarını korumakla kalmadı, tahkim ederek pekiştirdi. Her lider, rakiplerinin “haklı” eleştirilerine ve “nesnel” olumsuzluklara karşı güçlenerek iktidara yürüyüşüne devam etti. Bu süreci tanımlarken sihirli sözcük ise (sağ) popülizm oldu. Trump’tan Le Pen’e geniş bir yelpazede tüm liderler sağ popülist, siyasi stratejileri ve eylemleri ise sağ popülizm olarak değerlendirildi, değerlendirilmeye devam etmektedir. Ancak bir husus hala bulanıktır; “sağ popülizm yükseliyor” dediğimizde ne kast edilmektedir? Sol popülizmin gerilemesini mi, sınıf siyasetinin gerilemesini mi, parlamenter demokrasinin krizini mi, post-demokrasiyi mi, demokrasinin yeni biçimini mi, neoliberalizmin çöküşünü mü, neoliberal siyasetin olağan biçimini mi yoksa sapma halini mi?.. O halde gerçekten bir kez daha sormak gerekmektedir: “Sağ popülizm ile ne kast edilmektedir?”
Bu noktada Heinrich Geiselberger’in hazırladığı Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma çalışması üzerinden yukarıdaki sorulara yanıt arayabiliriz. Büyük Gerileme adından da anlaşılabileceği gibi hakim siyasal momentin “gerilediği” fikrine odaklanmaktadır. Otoriterliğin, otoriter demagogların, ekonomik eşitsizliğin, bunlara bağlı olarak nefret suçu dalgasının yükseldiğini belirten Geiselberger, “uygarlığın belli bir seviyesinin gerisine düşüşün tanıkları” olduğumuzu ifade etmektedir. “Gerileme semptomları”nın kökeninde ise milli aidiyet, güvenlik vaadi, geçmiş zamanların parıltısı bulunmaktadır. Kozmopolit tonlu “biz” duygusu inşa edilemedikçe -ki liberal kamusal alan neredeyse kozmopolitanizmden tamamen vaz geçmiş durumda, fantezisini bile dile getirilemez durumda- milliyetçi ve mezhepçi tonda “biz/onlar” ayrımına yeniden dönerek, söz konusu kavramların rönesansını ya da daha yerel bir ifade ile “Türk usulü restorasyonu”na tanıklık yapılmaktadır. İşte bu durum Geiselberger’e göre “biz/onlar” ikiliği ile küreselleşme arasında yakın bir ilişki içindedir. Her ne kadar günümüz küreselleşme tartışmaları radikal piyasacı biçimin etkisi ile yirmi yıl önceki tartışmaların bile gerisine düşmüş görünmektedir ama “bu duruma nasıl düştük?” sorusunu yanıtlamak açısından ehemmiyetli bir konudur. Çünkü Geiselberger “milliyetçilerin enternasyonali karşısında üç düzlemde uluslaraşırı kamuoyu oluşturma çabası”nı bu tartışmalarla birlikte gerçekleşebilir görmektedir.
Büyük Gerileme’ye sadık kalarak farklı perspektiflerden bu üç yaklaşım etrafında soruşturmaya devam edelim.
Donatella della Porta, Trump’ın seçilmesinin ve Brexit referandumunun ilerici hareketler karşısında gerici hareketlerin zaferi ve hakim kozmopolit fikirleri yıkmayı hedefleyen yerel tepki olarak algılandığını ifade etmektedir. Aslında Porta’ya göre bugün dünden hazırlanmıştır yani gerici hareketlerin ilk sinyalleri on beş yıl önce Avrupa’da görülmüştür, burada sürpriz bir şey görülmemektedir. “1999’da Jörg Haider’in FPÖ’sü Avusturya genel seçimlerinde ikinci olmuş ve ÖVP’li şansölye Wolfgang Schüssel’in liderliğindeki sağ koalisyona yol açılmıştı. Jean-Marie Le Pen, Jacques Chirac’a kaybetse de, Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalmıştı.” Porta’nın bu tarihsel hatırlatması sağ popülizm olgusunun duru gökyüzünde çakan şimşek olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Zira sağ popülizmin 2010’larda ete kemiğe bürünen varlığı, 1990’larda belirginleşen ve 1980’lere değin uzanan siyasal hattın bir dışavurumudur. Porta’nın “neoliberalizmin krizi” olarak adlandırdığı da tam bu on yıllar boyu süren tarihsel sürecin eseridir.
Karl Polanyi Büyük Dönüşüm’de “ikili hareket”ten söz eder. Bu şudur: Hakim sınıflar ilkin toplumları piyasalaşmaya iter ve bu itilme ikincileyin sosyal güvence talep eden tepkisel hareketlerin ortaya çıkmasını sağlar. Böylece “ikili hareket” perspektifinde refah devletinin harcamalarında kısıtlamalar yapmak, sosyal adalete yönelik devlet politikalarına saldırmak hakim trendler haline getirilmiş olur. Porta da “neoliberalizmin krizi”ni ortaya çıkaran sürecin ve onun “neoliberal sapma”sının aslında tipik mülksüzleştirme yoluyla birikimden başka bir şey olmadığını saptar. Doğal olarak huzursuzluğun veya memnuniyetsizliğin kaynağını da neoliberal alametifarikalar olduğunu tespit eder: “Emeğin ve toprağın metalaştırılması”, “emek piyasasının deregüle (kısıtlayıcı şartlarını kaldırılması) edilmesi”, “işçi sınıfının güvencelerinin ortadan kaldırılması”...
Porta, Trump’ın seçimi ve Brexit referandumunu tam da bu çerçevede ele alır ve “Büyük Gerileme”yi siyasi sağın dönüşümündeki faktörlerde arar. Örneğin Trump’ı destekleyen büyük şirketlerin ve düşünce kuruluşlarının toplumsal düzeydeki yapısal çelişkileri biz olmayanlara, onlara yönlendirdiklerini, günah keçileri temin ederek kitlelerin korkularını yönlendirdiklerini ifade eder. Bu manipülatif yaklaşımı da Trump’ın kampanyasına odaklanarak belirginleştirmeye çalışır.
O halde popülizm olarak anılan mefhumun, iktisadi altyapıdan bilinç seviyelerine yükselerek, ideolojik yeniden üretimle dolaşıma geçen bir siyaset biçimi olduğu vargısına varabiliriz. Doğrudur; “neoliberalizmin krizi” şeklinde anılan süreç, maddi dünyadaki hoşnutsuzlukları çözüme kavuşturmak yerine yönlendirebilecek ve yönetebilecek teknolojileri barındırır. Ne var ki, bu sapma yahut anomali değildir. Porta’nın (ve Porta’nın gerekçelendirmelerine benzer analiz yapanların, ki bu da oldukça popüler yaklaşım) “neoliberal sapmayla” Marx’ın çok önce belirttiği ilkel birikim modelinin, mülksüzleştirme yoluyla tahlil ettiği birikim aşaması tespiti doğrudur ama noksandır. Doğrudur; mülksüzleşen sınıfların barınma, beslenme, geçim gibi somut ihtiyaçlarına yanıt üretilmemesi bir öfke ve hoşnutsuzluk halini besler ve alternatif stratejilerin var olmadığı yerde sağ hegemonyanın merkezine çekilir. Noksandır; mülksüzleştirmeyi “sapma” evresinde değerlendirmek yanılgıdır. Kısacası Porta gibi neoliberalizmi siyaset düzlemine ait gerçeklikle sınırlandıran görüşlerin aksine, ki neoliberalizm kendinden menkul bir aşama değildir: Hakim sermaye birikim rejiminin iktisadi, siyasi, ideolojik güncel aşaması olarak değerlendirmek gerekir. “Sapma” ilkel birikim olarak dile getirilenin bir neticesi değil, birikim rejiminin mekanı ve bireyin mekanla ilişkisini parçalarken kullandığı asli enstrümanlardan biridir.
Büyük Gerileme’de neoliberalizm ve sağ popülizm arasındaki bağı tartışan yazarlardan bir diğeri Paul Mason’dur. Thatcherizm ve Brexit arasındaki iktisadi ve siyasi ilişkiyi dile getiren Mason, otoriter sağ popülizmin yapısal dönüşümle rabıtasını beş maddede sıralar. İlki, GSMH’daki maaş payını düşürmek ve işçilik maliyetini azaltmak için üretim sanayisinin az gelişmiş ülkelere kaydırmak. Böylece David Harvey’in “mekanı yok etmek”le kastettiği gibi, olmakta olan, bir toplumsal sınıfa yerinin önemli olmadığı mesajını vermektir.
Yapısal dönüşümün ikinci etkisi, özel şirketlerin enformel sorumluluklarının ortadan kaldırılmaktır. Firmaların kar oranlarını arttırmaya yönelik yeni düzenlemeler, kurumsal hayatı finansal dünyanın zorunluluklarına bağımlı kılmak. Üçüncü etki, ideolojik olarak devletin küçültülmek. Yani, “ekonomik balonlar başlayıp, offshore vergi cennetlerinin sayısı artınca, düşük vergilerin ikincil etkisi eşitsizliği arttırmak ve sosyal hareketliliği bastırmak” olur. Deklare edilen siyasal mesaj ise sosyal refah devletinin sonunun geldiğidir.
Üçüncü etkinin devamı niteliğinde olan dördüncü etki, refah devleti politikalarını minimal ölçeğe indirecek özelleştirmelerdir. Mason, bu dönemdeki ücretli yollar ve demiryolları özelleştirmeleri, yerel otobüs hizmetlerinin kaotik bölünmesi gibi bir dizi icraatın kamu hizmetlerini “pahalı hale getirmek” için yapıldığını belirmektedir. Özelleştirme furyası sonrasında “devlet ve toplum kimse için güvenlik ağı anlamını taşımamaktadır”; Thatcher’ın sembolik olarak toplu konut projelerini sonlandırması işçi sınıfına verilen “tek başınızasınız” mesajıdır.
Kapitalizmin finansallaşmasının son halkası “tüketimin de finansallaşmasıdır”. Şirketler önceliklerini yatırım bankalarındaki “analist sınıf”ın dediklerine göre belirlerler. Finansal ağın yaygınlaşmasına paralel olarak bir “kültürel” boyut da oluşur. Bu kültürel boyut Mason’a göre, içine kolay sızılamayan burjuva sınıfının yerine artık, ısrarcı, hırslı ve egoist olanların kolayca sızabildiği bir burjuva sınıfı oluşturur. Kültürel boyut, hakim ve yerleşik işçi sınıfı kültürünü parçalar. Örneğin “Neoliberalizm, finansal avcıyı yeni işçi sınıfı kahramanı ilan ederek, ‘işçi sınıfı kültürü’nü cehalet ve benmerkezciliği ödüllendiren, kapitalizm yanlısı ideoloji olarak” sunar. Böylece Mason’ın neoliberal krize dayandırdığı popülizm olgusu, küreselleşme, işçi sınıfı ve popülist özne sorunsalını da kesmektedir.
Mason’a göre Brexit ve Trump, 2008’de işaret fişeği atılmış bir sürecin başlangıcını haber vermektedir. Ekonomik içeriğinde “küçük devlet kombinasyonunu” onaylayan, siyasal biçiminde liberal demokrasinin “kolektifliğin yerine bireyselliği” koyan bu model, “neoliberalizm anlatısının çöküşüyle” paralel seyir izlemektedir. Mason’ın analiz hattındaki pürüz bu noktada ortaya çıkmaktadır: “Neoliberalizm çökünce, büyüyen geleneksel muhafazakarlık değil, otoriter sağ popülizm”dir.
Otoriter sağ popülizm ile neoliberalizmin çöküşü arasındaki –muhtemel– dilemmaya işaret eden süreç, Mason’ı reformist alternatif taleplere yöneltir: “Şirketleri, soyut bir sivil topluma karşı değil, gerçek, somut ve belirli insan gruplarına karşı sorumluluklarını kabul etmeye zorlamalıyız” ve “eşitsizliği azaltacak ve ticari ve teknolojik ilerlemeden elde edilen karı işçilere ve gençlere yeniden dağıtacak mekanizmalar bulmamız” gerekmektedir. Bu önerilerden sonra tekrar şu sorulabilir: Mason’ın andığı aşama neoliberalizmin çöküşü olarak, gerçekten ama gerçekten düşünülebilir mi, yoksa bu aşamada olmakta olan neoliberalizmin çöküşü ile otoriter sağ popülizm arasındaki tahterevalli midir?
Neoliberalizmi hakim sermaye birikim rejiminin siyasal boyutu olarak düşündüğümüzde neoliberalizmin krizi (crises of neoliberalism) ve neoliberalizmdeki kriz (crises in neoliberalism) tartışmasını akılda tutmak gerekmektedir. Neoliberalizm, Keynesyen Refah Devlet Modelinin resmi ölüm ilanı olmanın dışında, Atlantik Fordizminin krizinden sonra beliren bir siyasadır. Bugüne kadar finans-kapitalin kriz koşullarından sanayi üretiminin kriz koşullarına adaptasyon sağlayan neoliberalizm, krizlerle yaşama, krizler eşliğinde ilerleme, kısaca krizlere görece bağışık sistemin adıdır. Bu noktada neoliberal model çökmüştür şeklinde nihai bir yargı yanıltıcı olabilir. Porta’nın ilkel birikim rejimini “neoliberal sapma” şeklinde değerlendiren yorumundaki perspektif hatası, Mason’da neoliberalizmin çöküşü olarak kristalleşir.
Neoliberalizmin çöküşü karşısına yerleştirilen otoriter sağ popülizmin yükselişi yargısı ise başka bir sorundur. Neoliberal sistem, hegemonik bir proje ile bütünlüklü hale gelir. Devlet aygıtlarıyla zoru sağlama dışında genel rızayı da sağlamak zorundadır. Antonio Gramsci’nin rıza ve zor arasındaki diyalektik ayrımı üzerinden hareket edersek, ideolojik ve siyasi hegemonyayı kurmak/hegemonyayı kuran sınıf vasfı kazanmak için her ikisi de gereklidir. Otoriter sağ popülizmin yükselişi, neoliberalizmin çöküşünden ziyade, söz konusu projenin hegemonik içeriğinin ne’liği ile ilgilidir.
Mason başka bir kısımda da “otoriter sağ popülist işçinin ırkçılığını yalıtıp yenilgiye uğratmak sadece ekonomik politikalarla başarılabilecek bir şey değil; çevreye bağlı ve bireysel dünyamızda, bu ancak sosyal demokrat halk kimliğini yeniden kuracak bir mücadeleyle yapılabilir” demektedir. Neoliberalizmi kapitalist üretim tarzından yalıtarak siyasal alana ait bir kimlik gibi değerlendirmenin sonucu olan bu görüş, otoriter sağ popülizmin neoliberalizme içkin olduğu gerçeğini görmeyi engellemektedir. Ücretli çalışanların ve işsizlerin sağ siyasetlerde taleplerine karşılık bulduklarını düşünmesi, statü problemini aşarak, ideolojik krizin sonucudur. Yine Mason’ın daha önce bizzat belirttiği gibi, neoliberalizmin işçi sınıfı kültürünü parçalaması, işçi sınıfı ideolojisinde kırılma yaratması rastlantısal değildir.
Otoriter sağ popülizm, neoliberal siyasanın bir parçasıdır. Trump, Le Pen, Orban, Erdoğan, Modi, Putin eskilerden Sarkozy ve Berlusconi… Bu aktörlerin benzer bir tarihsellikte ortaya çıkması, daha da önemlisi, retorik ve propaganda usulleri itibariyle “klon görünü”mü sergilemeleri, neoliberal devlet biçiminin kriz semptomlarıdır. 2008 küresel ekonomik krizinin peşinden sağ popülist söylemlerin karşılık bulması bu bağlamda değerlendirilebilir. Kitlelerin arzularına seslenen, her an seferber edebilecekleri düşman imgesiyle beslenen siyasi profilleri, devlet politikası olarak somutlaştığında siyasetin ana rengini kazandırmaktadır. Bu tartışmayı politikpsikoloji düzeyinde Gustave Le Bon aracılığında geliştirebiliriz.
Kitleler içinde bireyler farklı bir ruh halinde davranma eğilimindedir; “Bilinçli kişilik ortadan silinir, bütün bu birleşmiş fertlerin düşünceleri ve duyguları tek bir tarafa yönelir”. Bireyin kitle içine yerini alması, kitle ile beraber eyleme yönelmesi bireyin aşan yeni bir “kolektif ruh” oluşturur. Otoriter sağ popülizmin kapsayıcı görünüm arz etmesinde “kolektif ruh”u oluşturma kolaylığı bulunmaktadır. İşsizlik, düşük maaş, kredi borcu gibi paraya endeksli sorunları mahalledeki veya işyerindeki bir göçmene, farklı etnisiteden veya mezhepten birisine yansıtmak daha kolay olduğu gibi, bu saldırganlığa eşlik edecek kolektif ruhu yakalamak da zahmetsizdir.
Büyük Gerileme’de Porta ve Mason tarzı neoliberalizm ve sağ popülizm analizlerinin yanında üçüncü bir perspektif olarak Slavoj Zizek’i anmak gerekir. Zizek şu soruyu sorarak tartışmaya katılmaktadır: Otoriter sağ popülizmin karşısına sol popülist dalga koyulabilir mi? Zizek’in bu soruya cevabını, sonda söylenmesi gerekeni başta söylemek pahasına isabetli bulduğumuzu ifade etmek isteriz.
Zizek, sağ popülizmi bir “irrasyonalite”, bir “sapma” şeklinde ele alan kavrayışların aksine, içsel tutarlığa sahip bir proje ekseninde değerlendirmektedir. Yurttaş Kane’de temsil edilen çifte ruhlu kapitalist izahın Trump bağlamında da geçerli olduğunu belirten Zizek, emlak kralı ve milyarder Trump’ın mülksüzlerin sesi olması ilişkisine dikkat çekmektedir: “Trump’ın stratejik pozisyonu, mülksüzlerin kendilerini savunmasını engellemek”. Bu tutarsızlık olmanın ötesinde projesinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Projenin bu boyutu görmezden gelindiğinde, Zizek, seçmenlerin aptallığına atıf yapan “kibirli bir hayretin” ve Trump’ın entelektüellik karşıtı halini andıran “hızlı bir saldırı” çağrısının ortaya çıktığını söylüyor. Popülist projenin maddiliği esasında, Judith Butler’ın vurguladığı üzere, taraftarlarına düşünmek zorunda olmama konforu sağlıyor. Yazının girişinde dile getirdiğimiz üzere, teknik ve karmaşık ilkeler manzumesi yerine liderin sözüyle sınırları belirlenen bir eylem hattı konforu oluşuyor. Sağ popülizm, sistemi, çelişkileri, reaksiyonları “basitleştiriyor”.
“Yeniden Lenin” eserinden bilindiği üzere Zizek’in (“Popülist Ayartmaya Karşı”) popülizm ideolojisine karşı bir dizi yapısal eleştirileri bulunmaktadır. Bu çalışmada da benzer eleştiriler karşımıza çıkmaktadır. En yalın ifadesiyle, sağ popülizmin “biz ve onlar” şeklindeki ikiliğini tersine çevirmenin yeterli olmadığının altını çizer:
...içlerini sol görüşlerle dolduran bir sol popülizme dönüş: “Onlar” dediklerimiz yoksul mülteciler ya da göçmenler değil finansal sermaye, teknokratik devler bürokrasisi, vb. olmalı. Bu popülizm, İspanya’da Podemos’un yaptığı gibi, eski işçi sınıfı kapitalizm karşıtlığının ötesine geçerek, ekolojiden feminizme, iş hakkından ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerine birçok mücadeleyi bir araya getiriyor. Ancak önerilen bu cansız evrenselciliğe karşı çatışmacı siyasallaşma ve tutkulu yüzleşme formülü, biraz fazla resmi kaçmıyor mu? Arka planda var olmaya devam eden şu soruyu cevaplamaktan kaçınmıyor mu: Sol, çatışmacı Onlara Karşı Biz mantığından niçin vazgeçmişti?
Zizek, çatışmacı mantığı dışsallaştıran anlayışa başka bir eleştiri daha yöneltir. Bilhassa kişileştirmeler eşliğinde ilerleyen, “popülist canavardan ziyade esas probleme ‘ılımlı’ rasyonel pozisyonun kendi zayıflığına odaklanmalıyız”. Çoğunluğun ‘rasyonel’ kapitalist propaganda tarafından ikna edilemeyişini, popülist ve elit karşıtı bir duruşu desteklemeye çok daha meyilli oluşlarını, bir alt-sınıf ilkelliğine yormamak gerektiğini belirten Zizek, popülistlerin bu rasyonel yaklaşımın irrasyonelliğini doğru bir şekilde teşhis ettiğini söylüyor: “Kimliği meçhul kurumların hayatlarını şeffaf olmayan biçimde kontrol etmesine duydukları öfke son derece haklı bir öfke.” Trump fenomenin gösterdiği, tam da bu esnada, o da hakiki sol için en büyük tehdidin Trump’ta vücut bulan büyük tehlikeye karşı Clinton liberalleriyle yapılacak stratejik bir anlaşma olduğu. Ekonomik, siyasi, ideolojik öfke durumunu basit bir yer değiştirme ile otoriter popülizme göre avantajlı hale getirmek sorunları çözmek için yeterli değildir.
Farklı tikel talepleri belirli bir eşdeğer dizgeye yerleştirmek suretiyle (Laclau’nun andığı ifadeyle “denklik zinciri” gibi) otoriter sağ popülizmle mücadelede çözüm gibi görünebilir. Ne var ki, neoliberal kriz momentlerine içkin bir siyaset biçimiyle (sağ popülizmle) mücadelede taleplerin niteliği belirleyicidir. Alternatif nitelikli popülist söylem, Zizek’in “Popülist Ayartmaya Karşı”da belirttiği üzere radikal siyaset anlamına gelmez; radikal siyaset “Marksist politik stratejinin esas çelişkiye yaptığı ısrarlı gönderme” ile şekillenir. Emek-sermaye çelişkisi, kapitalist üretim tarzı koşullarında temel antagonizma olmaya devam etmektedir.
En nihayetinde Büyük Gerileme’de Nacy Fraser’dan Bruno Latour’a, Zygmunt Bauman’dan Oliver Nachtwey’e kadar on beş çağdaş entelektüel zamanın ruhunda zuhur eden büyük gerilemenin ne olduğuna ve bu durumun hem kaynaklarına hem de güncel görünümlerine odaklanarak “yeni” bir “insani çıkış stratejisi” geliştirmeye çalışıyorlar. Biz bu çalışmada üç karakteristik “çıkış” arayışı olduğunu düşündük ve tartışmamızı öyle kurguladık. Fakat okuyucu kendi “çıkış” arayışına göre daha farklı perspektiflerle Büyük Gerileme’de karşılaşabilir.