Emek Erez, "Balibar’ın 'Eşitliközgürlüğü'ne giriş", Gazete Duvar, 8 Eylül 2016
Etienne Balibar’ın Eşitliközgürlük adlı kitabı siyaset felsefesiyle ve güncel siyasetle ilgilenen okur için ayrıntılı bir okuma deneyimi sunuyor. Kitapta yirmi yıllık bir süre içerisinde yazılmış iki grup yazı bir araya getirilmiş. Kitabın ilk bölümünde Balibar, “yurttaşlık çatışkıları” adı altında: Eşitliközgürlük önermesi içerisinde başkaldırı ve kuruluş diyalektiği sunmuş olduğu genel fikri ortaya koyuyor. İkinci kısımda: Hannah Arendt, Jacques Rancière, Ernesto Laclau, Nicos Poulantzas gibi isimler üzerinden siyaset felsefesinin önemli kavramlarından egemenlik, özgürleşme, cemaat, eşitlik, kardeşlik gibi kavramların barındırdığı çelişkiler üzerine düşündüren bir tartışma sunuyor. Üçüncü bölümde ise; “Dışlamayan Bir Demokrasi” başlığı altında içinde bulunduğumuz dünyanın göç ve diasporalar dünyası olduğunun altını çizen Balibar, “eş yurttaşlık” önerisiyle bu bölümü sonlandırıyor. Kitabın “kapanış” adı verilen kısmında ise yazarın 2007 Avignon Festivali için hazırladığı “Direniş, Başkaldırı, İtaatsizlik” adlı metne yer verilmiş.
Balibar yurttaşlığı, demokrasinin değerlendirilmesi için kullanmayı uygun bulmuyor. Çünkü ona göre; “demokratik paradoks” tam da yurttaşlık kurumunu tartışmalı hâle getirdiği için siyaset felsefesinin eksenini oluşturan sorunun belirleyici yönünü temsil ediyor. Ona göre; yurttaşlık ile siyasalın dönüşümünün dinamiği olan demokrasi arasında bir ilişki var. Bu ilişki yurttaşlığı krize sürüklüyor. Balibar bu durumu “çatışkılı” olarak tanımlıyor ve iki felsefi geleneğe atıfta bulunuyor. Pozitif ile negatif, inşa etme ve yıkım süreçleri arasında sürekli bir gerilim olduğu fikri ile bir sorunu çözmenin ve onu ortadan kaldırmanın imkânsızlığının eşvaroluşlu olduğu fikri. Buna bağlı olarak yazar, şöyle bir çalışma hipotezi sunuyor: Bu çelişki tam da yurttaşlık kurumunun kalbinde yurttaşlığın demokrasiyle ilişkisinden yeniden doğar. Yani düşünüre göre; bu iki kavramın varlığı birbirine bağlı ve aralarındaki ilişki doğal olmasa da bu ilişkinin ortaya çıkardığı “çatışkı” siyaset kurumundaki dönüşümün itici gücünü oluşturuyor.
Balibar, buradan yola çıkarak bu iki kavram arasındaki diyalektik ilişkiyi ayrıntılı bir şekilde inceliyor. “Demokratik yurttaşlık” ifadesinin ısrarcı bir sorunu, çatışmaya ve birbirine karşıt tanımlara konu olan bir meseleyi ve muammayı barındırdığını düşünenlerin, bu kavramın tekrar elde edilecek kayıp bir hazine anlamına gelmesi konusundaki düşüncelerinin spekülatif olduğunu düşünüyor. Çünkü onun fikrince “Çatışkı”nın gayet görünür olduğu uğraklar var ve hem yurttaşlığı reddetmenin hem de kökleri “reel” demokrasinin krizine uzanan muayyen bir oluşumda onu devam ettirmenin imkânsızlığı, demokrasi sözcüğünün aşınmasına yol açıyor. Ve bu tartışmaların sürüp gitmesi demokrasi kavramını vadesi dolmuş, “sapkın” bir anlama gelmesine neden olabiliyor.
Neoliberalizmin Yeni Saldırısı
Balibar, 19. ve 20. yüzyılların sosyalizminin ilericilik ve devletçilik’in kaynaşmasının tutsağı olduğunu düşünüyor. Ve böylece “çatışmalı demokrasi”nin çıkmazına saplanıp kaldığını ve bu kalıcı çatışmadan ayrılamadığı sonucuna varıyor. Bu durumun güç ve söylemi ulusal cemaatle özdeşleştiren “kamusal” bir alanın bileşenleri olarak kurumlaşmasından ayrı olmadığını belirtiyor. Böylece Marksçı siyaset ve ona saldıran liberal siyaset açısından durumun paradoksal olduğuna vurgu yapıyor. Çünkü ona göre: Sosyal meselelerin siyasallaşması “politika”-“polis” ikiciliğini ortadan kaldırmaktan çok güçlenmesine sebep olur. Bunun ortaya çıkardığı sonuç, demokrasinin demokratikleşmesi olasılığını haber veren siyasal buluş ve müdahale alanlarının genişlemesi, halkların hâlâ simgesel olarak bağlı olduğu emek cephesinden çok aile, kültür, kamu hizmetleri gibi “yeniden üretim” alanlarında gerçekleşir. Ve bu da neoliberalizmin yeni saldırısının bu cepheye yönelmesine sebep olur.
Balibar, demokrasi talebinin seyrinin tersine dönmesinin ya da “demokrasisizleşme” adı verilen sürecin pek çok tartışmaya kapı araladığını düşünüyor. Ve çağdaş eleştirel kuramların “kıyametvari” temalara genel bir dönüşü olduğuna vurgu yaparak, bu konuya eleştirel yaklaşıyor. Tarihin bundan böyle ontolojik ya da “sanal” olanın “simulakrum”un hâkimiyetine girmiş olması fikrini savunanların ya da “biyopolitika”ya dönüşmüş siyasetin “çıplak hayatı” iktidara tabi olmuş ufkuna yerleştirip, kendi kendisini yok eden bir boyut kazandığı fikrini ortaya atanların, bu sürece katkı yaptığını düşünüyor. Burada Balibar, Baudrillard ve Agamben gibi düşünürlere atıf yapıyor. Açıkçası benim öznel fikrim umutsuz politikalara gebe düşünceler olsa da, dünyanın içinde bulunduğu hâl göz önüne alındığında, yazarın deyişiyle bu “kıyametvari” fikirlerin günümüz dünyasını daha iyi ifade ettiği yönünde.
Balibar “demokrasisizleşme” kavramının temsiliyetle olan ilişkisini de kuruyor. Ona göre temsiliyet fikriyle sorunlu olan düşünceler temsil konusunu, onun olası tarihsel vehçe biçimlerinden sadece birini temsil eden, parlamentarizm ile karıştırarak indirgemeci ve aceleci davranıyorlar. Liberal siyaset parlamentarizmi temsili demokrasinin mihenk taşı olarak sunarken, karşısında duran anarşizm ve komünizm taraftarları da yurttaşların doğrudan siyasal kapasitelerini kamulaştıran bir mekanizma olmakla eleştiriyor. Bu da yine bir “çatışkı” ortaya çıkarıyor. Yazar, parlamentarizm krizinin yeni olmadığına neredeyse kuruluşu kadar eski olduğuna değinirken; vekil olan kişilerin, ekonomik çıkar gruplarının yani “halkın temsilcisi” olduğunu iddia edenlerin yolsuzluklarının antiparlamenter tepkiler doğurduğuna değiniyor ve bu konuyu “yurttaşlığın çatışkıları” bağlamında ele almanın ilginç olacağını düşünüyor. Buradan yola çıkarak Hobbes’un “kamusal alan” ile “egemen güç” arasında kurulan tam özdeşlik bakış açısıyla yukarıdan ortaya koyduğu temel meseleye, demokratik bir perspektif içinde aşağıdan dönmek gerektiğini düşünüyor. Bunun başkaldırı kuruluş diyalektiği çerçevesinde ele alındığında devletin ötesinde yer bulmaya veya devletin siyasal tekelini “temel” almaktansa ondan “eksiltmeye” karşılık gelebileceğini savunuyor.
Balibar’ın eleştirisinde “eksiltme” olarak bahsettiği konuya hak verebiliriz çünkü bu bir şekilde devletin aşındırılması, tekillikten çıkarılması ve çokluğun gücünün arttırılması anlamına gelebilir. Ama dünyada son yıllarda ortaya çıkan hareketlerin temsil edilme fikriyle de sorunlu olduğunu göz ardı etmemek kaydıyla. Çünkü bir şekilde temsil edilme boyutuyla ilişkilendiğinde direnişin kazanımlarının da bir anlam kaybına uğradığının en iyi göstergesi bana kalırsa Gezi Direnişi sonrasındaki ilk seçimde ortaya çıkmıştı.
Balibar “eşitliközgürlük” kavramını tartışırken 1789 “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nden yola çıkıyor. Buradaki insan yurttaş denkleminin çelişkilerini ortaya koyuyor. İnsan hakları ve yurttaş hakları kavramlarının birbirinden farklı anlamları olduğunu savunurken bu konuyu uzunca tartışıyor. Ona göre; beyannamedeki insan, bir devletin üyesi olan yurttaşla karşıtlık içindeki “özel birey” değildir. Tamı tamına yurttaştır. Bu da bizi amacı en azından yeni bir devlet kurmak olan “devrimci” bir metin olduğu düşünülen, bu beyannamede devlet kavramının sorunlu olduğuna götürür. O bu sorunun cevabını eşitlik-özgürlük ilişkisine dair evrensel olarak sözcelenmiş, yepyeni bir fikrin yıkıcı sonuçlarının incelenerek bulunabileceğini düşünüyor. Anladığım kadarıyla da kendi deyimiyle barok halinde kullandığı “eşitliközgürlük” kavramı buradan ortaya çıkıyor. Çünkü bu iki kavramın özdeş kullanılması olağanüstü bir yeniliği ve aynı zamanda tüm güçlüklerin kökenini ve çelişkinin çekirdeğini oluşturuyor. Balibar, satır satır okuduğumuzda beyannamenin sonuçta, eşitliğin özgürlükle özdeş ve özgürlüğe eşit olduğunu söylüyor ve bu kavramların birbirinin ölçüsü olarak kullanıldığına vurgu yapıyor. Böylece insan ve yurttaş denkleminin altında yatan şeyin, evrenselliğin nedeni olan “eşitliközgürlük” önermesi olduğu düşüncesi ortaya çıkıyor.
Balibar’ın Eşitliközgürlük'ü sadece siyaset felsefesini ilgilendiren bir kitap değil, ülkemizde her anlamda yönünü kaybeden siyasete önemli tartışmalar sunabilecek, üzerinden eleştiri ve düşünce geliştirilebilecek bir kitap. Bu bakımdan Türkçeye kazandırılmış olması şu süreçte şans. Kitap ayrıntılı bir okuma ve analizi hak ediyor, tekrar tekrar kavramlarını tartışmak önerilerini değerlendirmek gerekiyor. Bir yazıya kitabı sığdırmak ya da tamamından bahsetmek zor ama bir giriş yapmış olalım.