Halim Şafak, "İstanbul Kimin Şehri?", bireylikler, Mayıs-Haziran 2016
İstanbul’a gelenler hem yaşama hem de mekân kültürlerini şehre getirdiler. Dönüşüme bu sayede direndiler ve değişmediler, değiştirdiler. İstanbul’u ve genel olarak şehri farklı disiplinlerin faaliyet alanı haline getiren de bu olgu oldu. Ellili, altmışlı yıllarda başlayan İstanbul ilgisi yetmişlerde oluşan yığılmayla birlikte şehir kültürel anlamdaki dönüştürücü özelliğinden büyük ölçüde kurtuldu.
Böylelikle hem şehir hem de sonradan ona dâhil olan ahalileri birbirlerinin halli mümkün olmayan sorunları haline geldi. Bu şehrin yeniden düzenlenmesi ve küresel sermayenin ticaret alanı haline getirilmesi için iyi bir neden de oldu.
Bu tartışmaların en üstünde iktidarla sermayenin ama kendilerinin lehine şehirle kurduğu ilişki Nilay Ulusoy’un demesiyle şehrin yeniden tasarlanması durur. İktidar şehri sermayeye hazırlar onun alanı haline getirir sermaye de dünyaya pazarlar. Bunun için de şehri ahalilerinden kurtarmak gerekir. Bundan sonra şehir tekrar kurulur ve düzenlenir yeni ahalilerine ve dünyaya pazarlanır. Farklı disiplinlerden akademisyenlere İstanbul Kimin Şehri? başlığı altında kültür, tasarım, seyirlik ve sermaye temelli soru sormaya yol açan da bu olgular olmuş. (Hazırlayanlar: Dilek Özhan Koçak, Orhan Kemal Koçak)
Kitapta "Medyanın Kenti", "Seçkinlerin Kenti", "Ütopya ve Distopyaların Kenti", "Gerillaların Kenti", "'Kültür' ve Sermayenin Kenti", "Onun Kenti" başlıkları ve onların temellendirdiği alt başlıklar altında Eylem Yanardağoğlu, Murat Akser, Hande Tekdemir, Ebru Soytemel ve Besime Şen, Şükrü Aslan ve Tahire Erman, Sibel Yardımcı, Bahar Aksel ve İnci Olgun, Evrim Kavcar, Julia Strutz ve Erbatur Zavuşoğlu, Ayşe Akalın, Nilay Ulusoy, Dilek Özhan Koçak, Deniz Ünsal, Emine Onaran İncirlioğlu tarafından İstanbul tartışma ama daha çok bugün ve geçmiş eksenli olarak değerlendirme konusu ediliyor.
Televizyonun etkisinden, Hollywood’un yeni oryantalizmine, İstanbul seyahatnamelerindeki şehre, soylulaştırma ve mekân yaratma stratejilerine, gecekondulara, temalı yaşama, distopik yaşam çevrelerine, grafiti ve sokak sanatına, metaforik sanatsal müdahalelere, holdinglere ve sokak satıcılarına, Filipinli ev işçilerine, İstanbul’un yeni imajına, turistik kente, İstanbul fetih panoramasına, İstanbul’u bir üniversite olarak görmeye kadar tek tek ya da ikili grupların yaptığı araştırma ve değerlendirmelerin geçmişten geleni aklımızda tutarak dini muhafazakarlığın şehri hem devletin ama ondan çok müteahhitlerin oyun ve ticaret alanı haline getirdiğini düşünürsek bugünde şehri savunma ve şehir hakkı talebi noktasında katkısının oldukça fazla olacağı belirtilmelidir.
Kaldı ki bu süreç özellikle Gezi Parkı ve onun kışkırttığı şehri ve doğayı temel alan eylemlerle birlikte nerdeyse enternasyonal bir mücadele haline de gelmenin ipuçlarını da vermeye başlamıştır. Ne var ki bu dediğimizin bir ucuyla ahalilerin şehri ekonomi ve ticaret eksenli bakmalarının karşısına kültür ve başka bileşenlerin oluşturduğu bir mekân olduğu gerçeğini koyması ve mücadelesini bunun üstünden yürütmesi gerekiyor. Kitaptaki yazılar İstanbul’a dönük değerlendirme yaparken biraz da akademizmin bakış açısına bağlı olarak işin bu yanını eksik bırakıyor gibi dursa da daha çok şehre dönük biraz da yeni halini açıklamaya eğilimli başka tartışmaların açılmasını da kışkırtıyor.
Ortak çalışma, İstanbul kimin şehri? sorusuna yanıt aramıyor ya da tam olarak buna yanıt vermiyor. Böyle bir soru altında şehir tartışması yapıyor. Küreselleşmenin ve kapitalizmin, İstanbul’u dünya şehri yapma arzusunun arkaplanını geçmişe ve bugüne dönük değerlendirmelerle ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ama bu soruya illa bir yanıt vermek ya da bulmak gerekliyse İstanbul küreselleşme ve onun belirlediği bir pazar olmaya doğru hızla gidiyor ve bu amacın gerektirdiklerine göre soylulaştırılıyor, yapılıp ediliyor. Ne var ki küreselleşme yani dünya şehri olma dediğimiz şey Dilek Özhan Koçak’a başvurarak söylersek şehirler arasında küresel aynılığa yol açıyor yani bütün şehirler birbirine benzemeye başlıyor, bir yandan da şehirler her bir şeyin kopyalarıyla dolduruluyor. Yine Dilek Özhan Koçak’ın demesiyle şehirlerin orijinalin kopyaları ile doldurulması orijinalin biricikliğine duyulan inancı yok ederken ona duyulan tutku ve özlemi de çoğaltıyor. Bunlarsa şehirlerin özgünlüğünü ortadan kaldırırken dünyayı tek bir şehir haline de getiriyor.
Her geçen gün geçmişinden ve ahalilerinden kurtarılıp soylulaştırılan küresel İstanbul’a yapılıp edilenler onu Tahire Erman’ın demesiyle şehri ayrıcalıklı orta sınıfların ve sermaye gruplarının alanı haline getirirken, şehirde yaşayan insanlara ait olma özelliğini her geçen gün daha fazla kaybedecektir. Bu noktada İstanbul kimin şehri? cinsinden soruların yanıtının çok zaman önce verilmiş olduğu söylenebilir. Şehirlerin bir yanıyla küresel hapishaneler haline geldiği bir düzlemde bunun ticari olan dışındaki boyutlarını tartışmak için geç kalmış bile olabiliriz. Çünkü şehrin toplumsallık biçimlerini ve onun politikliğini yalnızlığını biçim haline getirmiş bir insan karşısında bir daha üretemeyecek, üretse bile bunun kitlesel bir karşılık bulmayacak olması bugün karşısında bir umutsuzluk nedeni olarak anlanmaya sonuna kadar açıksa da böylesi ortak bir kitap aynı şehre karşı bir tartışma, direniş çağrısı ve umut olarak da okunmalıdır.