Esra Ertan, "Güneş Batarken Şehirde", Post Dergi, 28 Nisan 2016
İstanbul’un baştan başa simasını kaplayan/değiştiren kentsel dönüşüm hareketini, hem gündelik hayatı, hem sosyal ve özel ilişkileri hem de bahsedildiği üzere ekonomik büyüme/küçülme hareketlerini etkileyen başka bir parametre olarak, sinemasal üretimi de biçimlendirerek sembolik düzenimize dahil etti. Şehrin İtirazı tam da böyle bir okumanın pratiğini yapmak üzere kaleme alınmış bir sinema kitabı. Feride Çiçekoğlu bu toplumsal parametrelerin etkilerini, Fenerbahçe’de uzun yıllar yaşadığı apartmanının bu sürece girmesini ve de Gezi olaylarının başladığı tarihlerde bu parkın bir direniş/alternatif yaşam alanına dönüşmesinde etkili olan politik/bürokratik kararların tahlilini sinema filmleri üzerinden yapıyor. Sinema seçkisi ise 1960 ve 1970’lerin Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımlarının örnekleri. Elbette bu akımların işaret ettiği meseleleri, itirazın ve isyanın eşiğinde olan bir kenti yani İstanbul’u anlamak için okura zihinsel bir etüt yapmasına olanak tanıyan filmler ve yönetmenlerden seçmiş.
Üç bölümden oluşan kitabın ikinci ve üçüncü bölümünde Avrupa sinemasının bu örnekleriyle Türkiye Sinemasının muadilleri arasında ufuk açıcı paralel bir okuma yapıyor Çiçekoğlu. Ve aslında kitabın sinemasal değerini göz ardı etmemekle birlikte çok daha güncel ve mühim bir tespitle okuru baş başa bıraktığını söylemek mümkün. Uzun süredir hızlı bir büyümeyle gelişen kentsel dönüşüm ve bina dayanıklılık önlemleri, İstanbul’un suretini değiştirmiş görünüyor. Hafriyat araçları, toprak ve moloz kamyonları, vinçler vb kenti distopik bir kurgunun karakteri hâline getirirken aslında geçmiş haritamızdan da pek çok şeyi koparıyor, büyük boşluklar bırakıyor belleğimizde. Binalarımızın güvenliği ve dayanıklılığı esas alınırken birbiri ile ahenk içinde olmayan bir beton karmaşasında boğuluyor, nefessiz kalıyor şehir insanları. Feride Çiçekoğlu bu anlamda şehrin itiraz eşiğini geçerek kendini boğan, nefes aldığı, kendini gerçekleştirdiği alanları elinden alan bir sisteme isyan ettiğini dile getiriyor Şehrin İtirazı’nda. Ve metinlerinde çoklukla David Harvey’in Asi Şehirler adlı kitabına referanslar veriyor. Bu durumun aynı sebebin yarattığı yalnızlık, yaşadığı kente yabancılaşma, tıkanma duygusu ile Avrupa’da da yaşandığını dile getiriyor ve örneklendiriyor.
Mayıs 68 Paris hareketinin ünlü Haussmann yıkımlarına karşı başladığını ve David Harvey’in üzerinde çalıştığı “şehir hakkı” bilinci ile, Parislilerin “şehirlerini yeniden icat etmek için” harekete geçtiklerinden bahsediyor. Peki bu durumun Fransız sinemasındaki yansımaları nasıl okunmalı? Feride Çiçekoğlu, aralarında Claude Lelouch, François Truffaut, Louis Malle ve Jean-Luc Godard gibi yönetmenlerin olduğu geniş bir sinema yelpazesini Godard filmleri ile sınırlayarak tespitlerini bu film okumaları üzerinden güçlendiriyor. Ve şehir hakkının kolektif bir yeniden yaratım süreci olduğunu tekrar hatırlatarak Weekend, Alphaville, Deux ou trois choses que je sais d’elle/Onun Hakkında Bildiğim İki Üç Şey adlı filmlerle birlikte bir okuma pratiği yapıyor.
“Un paysage c’est come un visage/Bir yüz gibidir peyzaj”
Onun Hakkında Bildiğim İki Üç Şey’in karakteri Juliette Janson kuruyor bu cümleyi. Onun gibi diğer karakterler de Paris’in yıkarak yapma sürecinin yarattığı sıkışmışlıktan, bellek ve geçmiş kaybından, şehrin kimliksiz sureti gibi kendi yüzünün de giderek bu yeni kent anlayışı gibi yitip gitmesinden nasibini alıyor. Üstelik hızla dikilen bu toplu konutlar, tüketime teşvik eden gündelik hayat reçeteleriyle kent insanlarının duygu haritalarını da bozduğu gibi kendilerini biçimlendiren/dönüştüren kente yabancılaştırıyor ve ruh iklimlerini de anlamsızlaştırıp, aynılaştırıyor. Çiçekoğlu farklı sahnelerden alıntılar yapıp bu tahlillerini güçlendirecek okumalar yapıyor şehir ve sinema üzerine. Aynı şekilde İtalyan Yeni Dalga Gerçekçi akımının önemli temsilcilerinden Michelangelo Antonioni’nin L’avventura, L’eclisse, La Notte ve Il Deserto Rosso ile tamamladığı dörtlemesi de, 2. Dünya savaşı sonrası hızla büyüyen İtalyan ekonomisiyle birlikte gelişen kentleşme hareketini, benzer şekilde şehirli insanların özel ilişkilerine sirayet eden iletişimsizliği (yapılaşma buna asla izin vermez), mutlu bir aşkın imkansızlığını ve kentten kaçma arzusunu gözler önüne seriyor. Çoğu zaman “anlamsızlık ve yabancılaşma üçlemesi” olarak da anılan ilk üç filmi Çiçekoğlu, Roma’nın başlı başına bir karakter olduğu sahnelerle şu an İstanbul’da yaşanmakta olan kenti soylulaştırma ve güçlendirme sürecine paralel olarak çarpıcı tespitler yaparak okuyor.
Bu okumalarda göze çarpan bir diğer husus, Türkiye sinemasının da son yıllarda bu şehirleşme sürecinin bir okumasını yapmaya çalışıyor olması. Feride Çiçekoğlu’nun bu konuda da dikkati celbedecek önemli cümleleri var. Okumalarda kendisine rehberlik eden filmler bu kez Tayfun Pirselimoğlu’nun Rıza, Pus ve Saç üçlemesiyle, 2013’te çektiği Ben O Değilim adlı filmleri. Ve daha sonra taşranın da durumunun metropollerden farklı olmadığını ispat edercesine Mahmut Fazıl Coşkun’un Yozgat Blues adlı filmini de dahil ediyor okumalara. Pirselimoğlu’nun üçlemesi bir erkekler şehrinin seslerini barındırıyor. Çiçekoğlu bu tutuk, konuşamayan, kendini ifade edemeyen erkek karakterlerin tıpkı içinde yaşadıkları şehirler gibi kasvetli, renksiz ve var olan düzeni kanıksamış karakterler olduklarını belirtiyor. Kentleşme sürecinin bu erkekleri hem sembolik düzenin kodlarıyla aynılaştırdığını hem de kaçmak isteseler de kentin aylağı olarak boğucu düzene teslim olduklarını ifade ediyor. Ve bir farkı da hemen ekliyor. Yeni sinema örneklerinde çoğunlukla çalışan kadın karakterler şehir hiyerarşisi içerisinde, kentin dış mahallelerinde yaşayan, beceri ve zanaat gerektiren ve çalışma koşulları ağır olan işlerde çalışmaya mecbur karakterler iken Yozgat Blues’un kadın karakteri Neşe, Hayat Var’ın karakteri Hayat ve Şimdiki Zaman’ın karakteri Mina şehrin içine değil dışına çekilen ve kaçıp kurtulmayı bir seçenek olarak görüp, yeni bir hayat için seçim yapmayı ön gören, bir anlamda yenilikçi kadın karakterler oluyorlar.
Bu minvalde söz konusu durumu şöyle okumak yanlış olmaz herhalde, kent sıkıntısının erkeksi baskınlığına karşın kadın karakterler bu çemberin dışında da var olabileceklerini cesaretle tasavvur ediyorlar, bunu bir adım öteye taşıyıp deniyorlar, gitmeye, şehri geride bırakmaya gayret ediyorlar. Çünkü onlar da Juliette Janson gibi bir yüzün peyzaj gibi olabileceğini düşünüyorlar.