Sunu, Tayfun Atay, s. 9-15
Etnografi, bir insan topluluğunun “hayat bilgisi”ni yazmaktır. Ve yazmak, yaşamadan olmaz.
Etnografi, bir başka toplum ya da kültürün yaşamına doğrudan, yakından, uzun uzadıya “katılarak” gerçekleştirilen bir tanıma, bilme ve öğrenme girişiminin, sonra masa başına oturulup sabırla ve özenle metinleştirilmesinden ortaya çıkar.
On dokuzuncu yüzyılın öncü antropologlarının, dünyanın dört bir yanından kendilerine ulaştırılan kültürel veriler temelinde “Öteki” halkların (etnos’un) bilgisini karşılaştırmalı olarak yazıya dökme çabaları, ne kadar emek ve meşakkat dolu olursa olsun yine de bugünden bakıldığında dudak bükülüp küçümsenen bir pratiktir. Onlar, armchair anthropologist, yani “koltuk antropologları” ya da sevgili hocam Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in tabiri son derece çarpıcı bir yaratıcılıkla (çevirmeyip) “Türkçeleştirdiği” ifade ile “masa-başı antropologları” damgasını yediler.
Hiç kuşkusuz bir antropolog masa başına oturmaz değildir. Aksine, masa başına oturup dirsek çürütmeden antropolog olunamaz. Ama ondan önce “saha”ya, araziye, hayata açılmak, kalem ya da mürekkep karası kadar toza-toprağa, çamura da bulaşmak gerekir.
“Olunacak olan” bellidir: Hem masa-başı antropoloğu, hem de “kundurası çamurlu antropolog”! Etnografi, bu iki nitelemeyi de hak ettiğiniz noktada ortaya çıkan eşsiz ve sizi de eşsizleştirecek üründür.
“Öteki” halkların, toplumların, kültürlerin bilgisini toplama yöntemi olarak etnografinin nasıl yapılıp-nasıl yazılacağı hususunda sosyal-kültürel antropologlar arasında tartışma, ihtilaf ve karşıtlık, aslında disiplinin tarihi boyunca hiç eksik olmadı. Ama genellikle bu, uzunca bir süre kapalı kapılar ardında ele alınan bir sorun olarak kalmıştır.
Hayat bilgisi ve hayat hikâyesi (tarihi) yazılacak topluluklara nasıl yaklaşılacak, onların dünyasına nasıl nüfuz edilecek, bu gerçekleştirildiğinde onlarla yaşanarak kazanılan bilgi, sonrasında nasıl çözümlenip yorumlanacak, tabii bu arada da neler yazılıp neler yazılmayacak, yazılamayacaktır?..
Sözgelimi, kendisine yabancı bir toplum ya da kültürün dünyasına giren antropolog, kişisel düşünce, duygu, endişe, korku, öfke, nefret, sevinç ve sevgilerini de içtenlikle paylaşıma açacak mıdır? Açması gerekir mi? Antropolog açısından topluluğa ilişkin analiz kadar “alaka” da mevzu bahis olacak mıdır? “Bilimsel” bir çalışmadan beklenen nesnellik kaygısı ile “nesne”ye (araştırılan topluluğa) bakışı, onu anlayış ve açıklayışı belirleyen “öznellikler”, yani araştırıcının yorum, tahayyül, sezgi, algı, empati, sempati ve diğer yetkinlikleri gözardı, hasıraltı, perde arkası mı edilecektir?..
Soruların cevapları 20. yüzyılın başından bu yana değişti, farklılaştı, çeşitlendi. Yöntemsel tercihler başından beri kuramsal yönelimlerle bağlantılı olduğu için, gerek genelde bilimin ve sosyal bilimlerin, gerekse özelde antropolojinin ne olduğuna ilişkin felsefi, ideolojik ve “politik” tartışmalar doğrultusunda oldu bunlar. Ama bu çok karmaşık ve tartışmalı süreci sade ve basit çerçevede tarif etmek gerekirse bütün meselenin, “etnografi ne kadar ‘deneysel’, ne kadar ‘deneyimsel’ bir etkinlik” sorusu etrafında düğümlendiği söylenebilir.
Başlangıçta geçerli olan, bugün de hâlâ ısrarlı savunucuları bulunan (öte yandan hiç kuşkusuz sorgulayanlar açısından bile tümden bir kenara bırakılamayacak) pozisyon, etnografinin “deneysel” olduğu noktasında ısrarlıydı. Bu “pozitivist-bilimci” anlayış doğrultusunda antropoloji, etnografik etkinlik sayesinde bize “bilinebilir bir başka dünyanın nesnel bilgisi”ni sunan disiplindi. Bunu sağlama yolunda antropolog, “katılarak gözlem” (participant observation) denilen bir araştırma tekniği uygulayarak tanımayı, bilmeyi, anlamayı, daha çarpıcı deyişle “sırrına vakıf olmayı” hedeflediği insan topluluğunun yaşamına en derin ve detaylı şekilde girmek durumundaydı. Araştırıcı-antropolog açısından “katılmak”, insanların eylem, düşünce ve duygularını paylaşmak, onların gözüyle dünyaya bakabilmek ve kendisini onların yerine koyabilmek, yani empati kurabilmek demekti. Ancak öte yandan “gözlemlemek” de bir topluluğun hayatında neler olup bittiğini soğukkanlı ve tarafsız şekilde izlemeyi ve gördüklerini, duyduklarını, öğrendiklerini olduğu gibi, duygu ya da değer-yüksüz olarak kaydetmeyi gerektirmekteydi.
Bu durumda bir antropolog için “katılmak”, kendi olmaktan çıkmak, “gözlemek” ise kendi olarak bakmak demekti. Aynı doğrultuda, katılımda aşırılık toplulukla özdeşleşmeye ve topluluğun “dili” olmaya, gözlem mesafesinde ısrar da yeterince derinleşememe ve yüzeyde kalmaya neden olabilmekteydi.
Fakat erken dönem alan araştırmalarında “katılarak gözlem”in bu ikircikli durumuna, ona dayalı ortaya çıkması kaçınılmaz sorunlara ilişkin çok fazla da paylaşım antropologlardan çıkmadı. Bunlar, araştırma sürecinde yaşanan kişisel-özel sorunlar olarak antropologların çalıştıkları akademik kurumlarda meslektaş dertleşmesi olmaktan öteye gitmedi. “Koridorlarda kalan” konular oldu.
Etnografik metinlerde gördüğümüz ise hayatlarına dahil olarak yaşam biçimlerini incelediği insanlar karşısında antropoloğun hâkim, güçlü ve belirleyici konumda “otoriter” bir ses tonuyla konuşuyor olmasıydı. Bu insan topluluklarının aile-akrabalık sistemlerini, evlilik biçimlerini, yeme-içme, giyim-kuşam âdetlerini, inançlarını, siyasal örgütlenme biçimlerini, kadın-erkek ilişkilerini, hatta cinsel yaşamlarını mutlak bir kesinlik içinde, “nesnel” biçimde aktararak “bilinmesini sağlayan” bir “otorite”ydi antropolog.
İşin “iç yüzü”nün öyle olmadığı, alan araştırması odaklı antropolojinin Britanya’da öncüsü sayılan Bronislaw Malinowski’nin, bu bilim disiplininin tarihinde bir klasik olmuş Trobriand Yerlileri üzerine çalışmasını gerçekleştirirken tuttuğu kişisel, özel, mahrem günlüğü açığa çıktığında üstü örtülemez şekilde netlik kazandı. Malinowski, kitaplarında “tarafsız” ve “nesnel” bir şekilde yaşamlarının farklı boyutlarını anlattığı bu yerlilerden aslında hiç mi hiç hazzetmiyor, ve onlar hakkında çok kaba şeyler düşünüyor ve bunları yine kaba sözcüklerle ifade ediyordu. “Alan”da onlarla birlikte olmaktan mutlu değildi ve bir an önce oradan ayrılmayı arzuluyordu. Sonuçta kitaplarda yer alan o “nesnel” bilgiler, böylesi “öznel” bir ruh ve zihin hali içerisinde oluşturulup bize sunulmuşlardı.
Bu bir “büyü bozumu”ydu. Ancak bu noktaya gelene kadar hiçbir şey yoktu diye düşünmek, her şeyi bir günlüğün ifşasına bağlamak da doğru olmaz. Antropolojinin sömürgecilikle, oryantalizmle, Batı (ya da Avrupa)-merkezcilikle ilişkili ve “Öteki” olanı asimetrik şekilde meşrulaştırmaya dönük bir pratik olarak yol aldığına dair disiplinin içindeki eleştirel ve sorgulayıcı girişimlerin, bu teorik, ideolojik ve politik bağlamlarda sürdürülmüş tartışmaların, esas bunların yeni yöntemsel açılımlara itici güç oluşturduğunu kaydetmek gerekir.
Her halükârda bu “büyü bozumu”ndan sonra, bir etnografik çalışmada antropoloğun ne yazdığı kadar, hatta belki ondan daha çok “ne yaşadığı” üzerinde de bilgi sahibi olmak beklenti haline geldi. Etnografi, bir antropoloğun araştırma yaptığı topluluğa ilişkin “Bu insanlar böyle yaşar,” dediği bir metin olmaktan çıktı, “Bu insanlar ve ben böyle yaşadık,” demeye başladığı bir metin haline geldi.
Bir diğer deyişle de “katılarak gözlem”den “katılımın gözlenmesi”ne (the observation of participation) doğru bir yol tutuştu bu. Artık antropolog, kendi katılımının niteliksel seyrini de etnografik bilgi üretiminin bir parçası olarak dikkate alıyor, yani topluluğun dünyasındaki halini, hali pürmelalini, kimlerle görüşüp kimlerle görüşemediğini, başarabildiklerini ve başaramadıklarını, hayal kırıklıklarını, şaşkınlıklarını, rahatsızlıklarını da tartışmaya açıyordu. Bundan öte içerisine girdiği bu “yeni dünya”da “insan olma” durumu ve bilgisi açısından deneyimlediklerinden, hissettiklerinden, yaşadığı kültürel, epistemolojik, ontolojik sarsıntılardan da söz ediyordu. Etnografi artık bir “kültür biyografisi” olmaktan öte antropoloğun bir başka topluluk ve yaşam biçimiyle etkileşiminden çıkan bir “kültürel otobiyografi” haline gelmişti.
Ayrıca açıktı ki alan araştırması, etnografi, antropoloğu da değiştirmekteydi. Hiçbir antropolog, alan araştırmasının sonuna, o araştırmaya başlamadan önceki düşünsel, bilişsel ve duygusal konumunda varmamaktaydı. Etnografik araştırması boyunca bir antropolog, hem kendi dışında kalan yaşam ve dünya hakkında hem de buna paralel olarak, hatta bundan daha önemli olarak kendisi hakkında derin bir kişisel öğrenme deneyimi yaşamaktaydı. Bu, bir yandan “kendine ötekileşme”, diğer yandan da “öteki” olanda kendini bulma girişimiydi. Ve denebilir ki antropolojinin en karakteristik tanımlarından biri olan “ötekinin bilimi” (the science of other), antropoloğun gerçekleştirdiği etnografik araştırma sürecindeki “ötekileşme” deneyimiyle, en çok o zaman gerçek anlamını kazanıyordu. Nihayetinde alan araştırmasının antropoloğa önceden olduğundan çok daha fazla insan olma imkânının önünü açtığı söylenebilir. Bu yaklaşım doğrultusunda antropoloğu özne, onun araştırma yaptığı topluluğu ise nesne sayan, “özne-nesne” ilişkisine dayalı klasik-pozitivist etnografiden, antropolog kadar topluluk üyelerini de araştırma sürecinde etken birer özne konumuna yerleştiren “özneler-arası” ilişkiye dayalı “diyalojik” ve (antropolog nezdinde) özdüşünümsel etnografi pratiğine doğru bir yönelimin ortaa çıktığı söylenebilir.
Bu “yeni” etnografik yönelim, bir toplumun “hayat bilgisi”nin gözlem kadar “düşünüm”le de dolaysız bir bağlantıya dayandığını ileri sürmekteydi. Yapılan işin doğa bilimlerinde şekillendiği gibi “deneysel” değil, özneler-arasılığın (intersubjectivity) bir gereği olarak “deneyimsel” olduğu anlayışı öne çıkmaya başladı. Çünkü antropoloğun sunduğu “hayat bilgisi”, “yerliler”in ona sunduğuyla sınırlı, bu sunuş da antropoloğun onlarla kurduğu ilişki, iletişim ve etkileşimle bağımlıydı. Sonuçta ise ortada antropolog ile insanlar arasında inşa edilmiş bir anlama köprüsü ve bu köprü üzerinde imal edilmiş bir bilgi vardı. Etnografi buydu.
Bu noktaya antropolojik pratik ve serüvenin beşiği olan Batı dünyasında 1980’lerde gelindi. Hatta sonrasında bu “yeni dalga”nın eleştirisi ve sorunsallaştırılmasına doğru bir yol alış dahi olmuştur. Ancak hiç kimse bu yöntemsel yeni-yönelimin antropoloğun ve antropolojinin önünde yeni ufuklar açtığını, yepyeni soruların sorulabilmesine imkân oluşturduğunu da reddetmemiştir.
Türkiye, antropolojide ne klasik etnografi, ne de özdüşünümseldiyalojik etnografi pratiklerini bugüne kadar çeviri-ağırlıklı olmaktan öteye geçebilen “yerli” bir dille tartışmaya açma noktasına ne yazık ki gelemedi. Bunu aşma yolunda belki ilk girişim, şimdi elinizde tuttuğunuz bu mütevazı ama o ölçüde de nitelikli çalışma denebilir.
Bu kitabın ortaya çıkmasına öncülük edenler ve onu hazırlayanlar arasında benim öğrencilerim var. Onlar, sosyal antropolojinin yöntemsel serüveninde ideolojik, etik ve epistemolojik temellerde yaşanmış sarsıntı, kırılma ve dönüşümlere ilişkin “Türkçe” bir tartışma denemesine can verdikleri bu kıymetli çalışma için benden bir sunuş yazısı yazmamı istediler. Bu sorunu, yukarıda çerçevelenen bağlamda Türkiye’de ilk gündeme getiren yazıyı yazmış olmam gerekçesine dayandırarak yaptılar bunu...
Onların takdiri karşısında saygıyla eğiliyor, büyük bir onur ve mutlulukla kendilerine teşekkür ediyorum!..
Söz konusu yazım, 1995 yılında “4. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde sunulmuş bildirilerin toplandığı İnsan, Toplum, Bilim adlı kitapta yer alan “Sosyal Antropoloji’de Yöntem ve Etik Sorunu: Klasik Etnografi’den Diyalojik Etnografi’ye Doğru” (1995) başlıklı makaledir. Yayımlandıktan sonra hayli ilgiyle karşılanmış bir çalışmadır bu. Ancak ilginin ağırlık noktasını “yuha”lar oluşturmuştur!..
Gerek Türkiye’de sosyal bilimlerin işleyişinde pozitivist geleneğin hayli ağır basıyor oluşu, gerekse “postmodern” düşünce çığırının özellikle politik-ideolojik motivasyonlar temelinde, tartışılmak şöyle dursun, ciddiye alınmaya dahi değmez sayılarak reddedilmesi doğrultusunda, ama bunların da ötesinde, konuyu tartışmaya açtığım kendi alan çalışması deneyimime dayalı örnek olayın dini-İslami bir topluluğa ilişkin olmasıyla bağlantılı birtakım “akademik-bürokratik” linç girişimlerinin sonucu olarak yazı o dönemde hak ettiği karşılığı görmedi. “Hak ettiği karşılık”tan kastım, elbette ki onun göklere çıkarılması değil; “akademik”, “teorik”, “metodolojik” çerçevede ele alınıp, değerlendirilip, sorgulanıp eleştirel bir çözümleme süzgecinden geçirilmedi demek istiyorum.
Galiba biraz “erken öten horoz” durumuna düşmüştük o dönemde!.. Ama işte zaman geçti ve neredeyse yirmi yıl sonra, aralarında o dönemde benim “rahle-i tedris”imden geçmiş isimler de bulunan bir ekip, Türkiye antropolojisi açısından biraz geç de olsa bir “köşe taşı” niteliğindeki bu çalışmayla adeta o dönemde yaşadıklarımı tazmin edici mahiyette olduğunu da düşündüğüm bir hediyeyi bana bahşetmekteler!..
Bu, antropolojinin son otuz yılda yaşadığı yöntemsel-kuramsal sarsıntı, hareketlilik ve dönüşümleri Türkiye’de hem öğrencilerin dikkatine sunma, hem de kamusal-popüler ilgiye açma yolunda uzunca bir gecikmeyi gidermeye dönük derli toplu, değerli ve dinamik bir yapıt... Bana da özellikle bu ülkedeki akademik-antropolojik serüvenim açısından “Ölsem de gam yemem gayrı” dedirten bir çalışma!..