Esen Kunt, "Filmler ve düşler arasında ", Kitapeki.com, 16 Mart 2016
Thornsten Botz-Bornstein tarafından kaleme alınan Filmler ve Rüyalar adlı yapıt felsefe ve sinemanın kışkırtıcı diyalektiğini gözler önüne seriyor. Özellikle Tarkovski, Bergman, Sokurov, Kubrick gibi önemli yönetmenler ekseninde ele alınan kitap, sinema ve iletişim çalışmalarında başucu olabilecek eserlerden biri olmaya şimdiden aday. Felsefe Profesörü olan Thornsten Botz-Bornstein tarafından kaleme alınan eserde Bornstein, sinema ve iletişim çalışmalarına “Rüya Zamanı ve Film Sanatı” ekseninde yaklaşarak farklı bir çalışmaya imza atmış. Son dönemde artan Postmodern teorinin öncülleri olan Foucault, Deleuze, Guattari, Baudrillard, Lyotard gibi önemli isimlerin kavramları ışığında şekillenen sinema ve iletişim çalışmalarına alternatif bir okuma getirmiş.
Giriş bölümünde yazar, Rudolf Arnheim’in Görsel Düşünme’si ekseninde, Freud’un rüya-film arasındaki diyalektiğine dikkat çeker. Bornstein’in temel kaygısı rüya çalışmalarını klinik psikoloji ve psikanalizin hegemonyasından kurtararak, estetik boyutta bir film kuramı olarak kurma çabasıdır. Bu nedenle psikanalizin merkezinde yer almayan estetik değerlerle bütünleşen bir rüya metodolojisi oluşturmaya çalışır. Bu amaçla rüyaların görmezden gelinen tarafını ortaya koyarken onları estetik ifadeler olarak değerlendirip, bu estetik değerlerin nasıl ve hangi koşullar altında şekillendiğine odaklanır.
Bornstein, “Film Çalışmalarında rüya kuramına başvurduğumuzda, rüyaları estetik ifadeler olarak ele alırız ve bu özel ifadelerin ne şekillerde gerçekleştiğine odaklanırız. Bu kitapta rüyaları, içeriklerinden ötürü değil ama varlıklarının belli bir “rüya zamanı’nda” sürdürmelerinden ötürü ilginç olan “kendilerine yeten” fenomenler olarak ele alacağım.” diyerek aslında rüya, estetik ve film arasında kurduğu kaotik ilişkiyi aydınlatmaya çalışır. Bunu aydınlatırken de, özellikle sinema tarihine yön vermiş Tarkovski, Bergman, Sokurov ve Kubrick’in filmleri üzerinden kuramını anlatma derdine düşer.
Bornstein’in bu doğrultuda ilk ele aldığı isimlerden biri olan Andrey Tarkovksi’ye göre “sinemasal hakikat yeni bir sinemasal zaman kavramında aranmalıdır” der. Bornstein rüya estetiği ve film sanatı konusunda Tarkovski’nin öncelikle “rüyamsı ifadeler” metaforuna başvurur. “Rüyamsı ifadeler ne gerçeği temsil eder ne de gerçek dışını simgeler” diye yazarken, rüyaların gerçekliği ve gerçekdışılığı temsil imkanlarını sorgular aslında. Sonuçta Filmler ve Rüyalar, Sinema ve İletişim öğrencileri, bu konuda çalışan uzmanlar için çok önemli alt metinleri olan ve psikanalizin rüyayı hapsettiği kısır alandan estetik alana taşıyarak, film sanatı için de rüyaları bir yöntem olarak düşünmemizi sağlayacak kadar özgün bir çalışma.
Tabii ki konumuz rüyalar olunca önemli kültür estetisyeni Walter Benjamin ve Fransız Edebiyatçı Gerard de Nerval ile, Hugo filmiyle hatırladığımız sinema tarihinde çok önemli bir yeri olan Georges Melies’ten bahsetmeden kesinlikle olmaz. Hugo, Martin Scorsese’nin ilk üç boyutlu filmi ve sinemayla bizi tanıştıran, sinemanın belleğini oluşturan, sinemanın ilk dönemlerinde öykülü filmlere imzasını atan Georges Melies’le ilgili. Georges Meliestamamı stüdyoda çekilen A Trip to The Moon (Aya Yolculuk) filminin yönetmeni. 1861 yılında sinema ve fotoğrafın yüzyılın en önemli keşiflerden sayıldığı bir zaman diliminde doğan Melies, yaptıklarıyla sinema tarihinin unutulmaz figürleri arasına girer.
Sinemasal çalışmalarına başlamadan önce Paris’te Theatre Robert Houdin’deki oyunculuğunun bir göstergesi olarak Büyülü Fener'i kullanan Georges Melies, Lumier Kardeşler’in icadıyla tanışmasından sonra hayatında çok önemli bir kırılma noktası yaşar. 1896’da Star Film Company’i kurarak ilk film üretimine başlar. Film sanatıyla mistik anlatım dilini harmanlayarak sinema tarihinin ilk film arşivinin oluşmasına katkıda bulunur. Hugo filmi deGeorges Melies’in sinemaya kattığı kültürel hazineler kanonunu ortaya koyması açısından dikkate değer bir film.Hugo filmi, dekorları, konunun ele alınışı ve Paris’i farklı mistik bir gerçeklik içinde kurgulamasıyla bize kültür estetisyeni Walter Benjamin’in Pasajlar adlı yapıtını hatırlatıyor sanki. Filmi izlerken kendimi Pasajlar’ın içindeymiş gibi hissettiğimi söyleyebilirim.
Walter Benjamin, kendine özgü bir görme diyalektiği oluşturarak on dokuzuncu yüzyıl modernleşmesi ve kitle kültürünü, tarihinin görmezden gelinen ayrıntıları üzerinden dillendirir. Paris’in panoramik pasajları, bulvarları, saatler, insanların işe gidiş geliş saatleri üzerinden anlatmaya çalışmıştır. Susan Buck-Morss’un Benjamin üzerine ele aldığı Görmenin Diyalektiği Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi’nde, Benjamin için “Sanayi kültürü çağında bilinç, mitik, ve düşsel bir durumda varolur. Ve bunun panzehiri mitsel olan bilgidir.” der. Martin Scorsese’nin elinden çıkan Hugo filmi de Walter Benjamin’in pasajlarının panoramik görüntülerini hatırlatırcasına Paris’in tren garı ve dev saatlerin çizgisel zaman anlayışını, dev tik taklarıyla duyuran bir zamanda geçerek Benjamin’in gerçeküstücülüğünü ve Aragon’un “insan akvaryumu” metaforunu hatırlatır sanki.
Rüyalar denince hatırlanması gereken bir başka isim ise Fransız Edebiyatçı Gerard de Nerval’dir. Gerard de Nerval, Aurelia (Rüya ve yaşam) adlı eserinde rüyaların ikinci yaşamlar olduğunu yazar. Ve Ursula Le Guin’in son dönemde kaleme aldığı, yine Metis Yayınları’ndan çıkan Rüyanın Öte Yakası kitabı da gerçekliğin sürekli rüyalar yoluyla yeniden ve yeniden nasıl yaratıldığına tanıklık etmemizi sağlar.
Sonuçta Filmler ve Rüyalar kitabı iletişim ve sinema alanına ilgi duyan herkes için, hele hele yakında ilk kısa filmini çekecek benim için çok aydınlatıcı olduğunu söyleyerek bu yazıyı noktalayalım.