Anne de Marcken:
"Beni yıkan şey yazamamak"
Güzide Ertürk, Yeni Şafak, 15 Haziran 2025
Yaklaşık on üç yıl önce izlediğim zombi filminden sonra, aynı hatayı tekrarlamayacağıma kendime söz vermiştim. Ne zombi filmlerine ne de bu türden kitaplara uzun bir süre yaklaşmadım. Önyargılı bir karar olduğunu kabul ediyorum ama o an için hiç de haksız olduğumu düşünmüyordum. Bu yüzden Anne de Marcken’in Sonsuza Dek Sürüyor Derken Bitiyor romanının; üstelik Ursula K. Le Guin Kurgu Ödülü dahil, birçok ödül almış bir kitabın, zombilerle ilgili olduğunu öğrenince epey şaşırdım. Ben yanlış duydum galiba dedim içimden. Sonra, severek takip ettiğim bir yazar da başka bir yerde aynı kitabı önerip “hafıza kaybıyla ilgili bir roman,” olduğundan bahsedince merakım perçinlendi. Hayatta türlere, yaratıklara, insanlara ikinci bir şans verilmesi gerektiğine inandığım için geçtiğimiz Şubat ayında kitabı edinip hemen okumaya koyuldum. Sayfalar arasından ne çıkacağını bilmesem de ilk cümle beni vurmuş, okur okumaz tüm önyargılarımı darmadağın etmişti:

“Bugün sol kolumu kaybettim. Omzumdan kopuverdi.”

Benim için sarsıcı bir okuma deneyimiydi.

Mart ayında Metis Yayınları romanın Türkçesini yayımladı: Sonsuza Dek Sürüyor Derken Bitiyor. De Marcken’in şiirsel dili ve çarpıcı anlatımı, Türkçeye de başarıyla aktarılmış. Kitabı bitirdikten sonra zihnimde biriken soruları doğrudan yazara sorma şansını bulduğum için çok mutluyum. Bu röportajı gerçekleştirmemi sağlayan Anne de Marcken’a ne kadar teşekkür etsem az.

Anne de Marcken’ın disiplinlerarası bir sanatçı olduğunu da göz önüne alırsak klişeleri nasıl al aşağı edip sonra yeniden oluşturduğunu anlamamız kolaylaşabilir. Sonsuza Dek Sürüyor Derken Bitiyor kaybın, kimlik arayışının, hafızanın parçalanışının, hayat akıp giderken bir türlü tam anlamıyla yaşayamamanın romanı.


Kitap üzerine konuşmak istediğim çok şey var ama önce romanın merkezindeki “kayıp” temasıyla başlamak istiyorum. Hikâye, bir uzvun kaybıyla açılıyor; ardından anlatıcı hafızasını da yitirmeye başlıyor. Sizce unutmak bizi ölüme yaklaştırır mı? Bu deneyimi zombilerle bağdaştırmaya nasıl karar verdiniz?

Her zaman ölüme yaklaşmakta olduğumuzu ve unutmanın bu sürecin bir parçası olduğunu söyleyebilirim. Kendi deneyimlerimizle olan bağımızı kaybetmek tuhaf hissettirebilir; tıpkı faniliğin bir olay değil, bir durum olduğunu hatırlamak gibi. Elbette zombiler ölü değildir. Onlar yaşayan ölülerdir. Üstelik romanda bir şeyleri hatırlarlar. Aslında, anlatıcının hatırladığı yere duyduğu yoğun arzu, romanın olay örgüsü sayılabilecek şeydir. Zombilerin hatırlamadığı en belirgin şeyse isimlerdir; kendi isimlerini ve başkalarınınkini unuturlar. Başlangıçta anlatıcıya bir isim vermemek için alınmış anlık bir karardı bu ama yazarken birçok gelişigüzel karar gibi, bu da hızla daha büyük bir fikre dönüştü. Kimliği ve kimlik kaybını, kimliğin başkalarıyla, yerlerle ve nesnelerle kurulan ilişkiler yoluyla nasıl inşa edildiğini araştırma ilgimin bir sonucu olarak bu fikri geliştirdim ya da belki bu fikri sadece takip ettim.

Şunu merak ediyordum: Bu bağları kaybettiğimizde kendimizi de mi kaybederiz? O zaman, kendimizi tanımamıza yarayan en basit yol, yani ismimiz, hüzünlü ve saçma bir hâle mi gelir?

Boşluk ve açlığın romanda önemli bir rol oynadığı açık. Anlatıcı, kırk birinci sayfada şöyle diyor; “Boşluk üzerime yağıyor. Kulağım iki boşluk okyanusunu birbirine bağlayan Panama Kanalı. Oradaki bir boşluk ve içimdeki boşluk.” Bu satırlar beni derinden etkiledi. Sizce boşluk ve açlık günümüzü tanımlayan haller mi? Gerçek anlamda yaşayamayan, nefes alamayan; yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmış yaratıklara mı dönüştük?

Evet, evet. Bir bakıma. Bence boşluk ve açlık yanlış anlaşılıyor. Ne biz ne de hayat, aslında boş ya da tatmin edilemez şeyler değil. Ben… şey, kendi adıma konuşayım: Ben hayatı çoğu zaman katlanılmaz buluyorum. Katlanılamayacak kadar hüzünlü. Katlanılamayacak kadar güzel. Ve bu yüzden ona dayanamıyorum… yaşamıyorum. O katlanılmaz hissin yerine, boşluk hissediyorum (meşgul, sıkılmış, önemli, önemsiz…)

Sonra da o boşluğu doldurmaya çalışıyorum çünkü kaçmaya çalıştığım o katlanılmaz şeyden bile daha katlanılmaz hale geliyor. Ama o boşluk aslında doldurulamaz çünkü gerçek bir boşluk değil; o başka bir şey; hayatın kendisi. Var olmayan bir boşluğu doldurmaya çalışarak yıllar geçebilir. Sonra belki bir şey olur; öyle dayanılmazdır ki o boşluk yanılsamasını deler; çok hüzünlü ya da çok güzel… ya da öyle sade ve sessizdir ki, kendimi ona karşı savunamam. Ve bir anlığına, sadece küçücük bir an, her şey kendiliğiyle vardır, ben yok olurum; içimde ve dünyada biriken bütün o hüzün ve güzelliğin altında ezilirim. En iyi senaryo budur.

Romanda hafıza silinirken dili hâlâ her şeyi bir arada tutan bir bağ gibi hissediyoruz. Sizce hafıza ve anlatı arasında nasıl bir ilişki var? Hafızasız bir anlatı mümkün mü?

Hafızayla anlatı aynı cümlede fazla yakın durduğunda içimde hep bir huzursuzluk baş gösteriyor. Bu yakınlık hikâye anlatımının işlevsel bir şeye indirgenmesine neden oluyor. Ama bu soruya yanıt vermeye çalışırken fark ettim ki hafızayı çoğunlukla geçmişin hatırlanması, bir tür tarih gibi düşünmüşüm. Oysa belki hafıza geçmişin hatırlanması değil de geçmişin hâlâ devam ediyor olmasıdır. Beni mazur gör, bu soruları gece geç saatte yanıtlıyorum, belki bu da geceye özgü bir düşüncedir. Ama bu tanım hem hatırlama hem de yazma deneyimime daha yakın hissettiriyor. İkisi de dinamik ve geçici, revizyona, yoruma, tartışmaya açık, kolektifler. Aralarındaki ilişkiden tam emin değilim ama akraba gibiler. Biri olmadan diğeri yaşayabilir mi? Hafızasını yitirmiş insanlar çoğu zaman sadece hikayelere tutunurlar. Travma yaşamış insanlar için de bu durum geçerli. Kendimizle ilgili çocukluk anılarımızın çoğu aslında birer anı değil, hikayedir. Çömlek parçalarının, onları yapan insanlardan daha uzun ömürlü olması gibi belki de hikayeler, hafızadan daha dayanıklıdır.

Roman boyunca bölümler ve paragraflar arasında boşluklar bırakmışsınız. Bu aralıklar, dil ile anlam arasındaki ilişkiye mi işaret ediyor? Bu sessizlikler, bu yokluklar ne kadar kasıtlıydı?

Paragraf ve sayfa sonlarını filmdeki kesme sahnelerine benzetiyorum. Bunlar zamanla, hız ve süreyle, anlatı içindeki ritimle ve okumanın ritmiyle ilgili. Hem anın ritmiyle hem de hikâyenin tüm yapısıyla. Bu kesintiler, anlamın açıklanarak değil, bir araya gelişle, yakınlıkla, çağrışımla kurulduğu duygusuyla da ilgili. Sebep-sonuç zinciri kadar, yan yana oluşlarla da şekillenen anlamla… Bazen ne olursa olsun konuşmayı bırakmak gerekir ki söylenmiş olan şey hissedilebilsin.

Disiplinlerarası bir sanatçısınız. Önceki kitabınız The Accident, görseller, metin, QR kodlar ve anlatı arasında akışkan bir geçiş sunuyordu. Aynı zamanda The 3rd Thing yayınevinin editörü ve yayıncısısınız. Bu romanı okurken sık sık şiirle düzyazı arasında gidip geldiğimi hissettim; harika ama sarsıcı bir deneyimdi. Türler arası sınırlara dair düşünceleriniz neler? Biçimler arasında bir dengeye mi ihtiyacımız var, yoksa sürtüşme mi daha kıymetli?

Türlerle muhalif bir bağ kuruyorum ama bir yandan da “herkes kendi yolunda” diyorum. Tür sınırları içinde yazıp okuyan insanlara saygım büyük; bazılarını seviyor bile olabilirim. Ama ben onlardan biri değilim. Piyasada belirli tür tanımlarına dahil olan kitaplar okudum, hatta sevdim ama bu nadir oluyor. Çünkü genelde bu tarz kitaplara karşı kuşku duyarım, elim onlara gitmez. Gençliğimde fantastik romanlara bayılırdım. O kitapların bana tekrar tekrar aynı duyguları yaşatmasını isterdim. Bazen aşk romanları ya da polisiye okurdum, ama farklı duygular için. Tür dışına çıkmaya başladığımda, beni şaşırtan, beklenmedik şeyler hissettiren kitapları daha çok sevdiğimi fark ettim. Fakat aynı zamanda şunu da belirtmeliyim: Bu kitabı, kendinden önceki zombi külliyatı olmasaydı yazamazdım. Yerleşik klişeler, bana çarparak yön değiştirebileceğim pürüzsüz bir yüzey hazırladı. Sürtüşme mi daha değerli, denge mi? Seçmek istemem. Hangisi gerekiyorsa, o daha kıymetli. Mesele, hikâyenin derinliğine inebilecek kadar orada kalabilmek.

Anlatıcının yanında bir karga var; bazen bir arı sürüsü de dahil oluyor. Karga zaman zaman anlatıcıyla konuşuyor da. Karga için bir dil oluştururken neler düşündünüz? Genel olarak, romandaki insan-dışı varlıkları nasıl tahayyül ettiniz?

Kitaptaki insan ve insan-dışı tüm hayvanlar kurguya ait ama mecaz değil (yalnızca bir metafor olan ahtapot dışında… belki zombiler de öyle… onlar hayvan mı?). Onları doğru biçimde betimlemeye çalıştım ama anlatıcının yaşayan-ölü bakışının sanrısal filtresiyle. Kitaptaki dünya tanıdığımız dünyaya benziyor ama biraz kaymış durumda. Ay bile normal davranmıyor, ölü olan karga da ölü bir karga gibi değil. Gerçekle gerçekdışı arasındaki o kırılgan dengeyi tutturmaya çalıştım çünkü bence şu anda tam da bu tuhaflık çağında yaşıyoruz. Dünyanın sona erdiğini hissederek ya da dünyayı sona erdirdiğimizi hissederek iklim felaketi, kapitalizm, soykırım çağında yaşıyoruz. Ama bunu bilmemize rağmen hayatımıza aynı şekilde devam ediyoruz. İnsan-dışı hayvanların, insana dair anlamlar üretmek için bir araç haline gelmemesi benim için çok önemli, özellikle de sanatta. O yüzden kitapta yer aldıklarında, kendi halleriyle, kendileri olarak varlar. Karga özelinde, ölü olduğu için yaptığı her şey bütünüyle fantastik, buna rağmen “kargalığını” korumaya çalıştım. İnsanlaştırmaktan bilhassa kaçındım; çünkü bunu insan-dışı hayvanları küçümseyen, adaletsiz ve çok şey kaybettiren bir tavır olarak görüyorum. Karga konuşuyor; kargalar gerçekten de konuşur. Sözcükler söyler, bu da olur. Ama bu sözcükler çevrilemez. Yahut şöyle diyebiliriz: O kelimeler cümle oluşturmayı reddeder. Karganın dilini İngilizce yazmak zordu; tek tek kelimeler fazla basit olmasın ama insani anlamlarla da fazla yüklü olmasın istedim. Dört kelimeyi yan yana getirmek, hem anlamsız kalmalarını sağlamak hem de bir anlam oluşturmamalarını sağlamak çok zordu. Çağrışımlarımı askıya almaya çalıştım ama bunu yaparken de fazla zorlama olmamaya özen gösterdim.

Sonsuza Dek Sürüyor Derken Bitiyor romanını yazarken sizi etkileyen kitaplar, filmler, sanat eserleri ya da kişisel deneyimler oldu mu?

Haruki Murakami’den tuhaf olanın doğası ve dehşetin önemi hakkında çok şey öğrendim; özellikle bu kitap için çok faydalıydı. Sigmund Freud’un “tekinsiz” üzerine yazdıkları da öyle. Timothy Morton’un iklim değişikliği üzerine düşünceleri, özellikle Oxford Üniversitesi’nin podcast’lerinde yer alan konuşmaları ve Hyperobjects adlı kitabı bana çok şey kattı. Damon Lindelof’un dizisi The Leftovers, çözümsüzlüğün gücünü mükemmel biçimde işliyor; sonu olmayan ama bütünlük hissi veren bir hikâyenin örneğini görmek çok yardımcı oldu. Bu, kitabımın ne istediğini duymam için cesaret verdi. Yazmanın üçte ikisini tamamlayıp ne yaptığımı artık bildiğim noktada, çok fazla müzik dinlemeye başladım. O sırada anlatımsal değil, çağrışımsal yazıyordum. Olayların neden-sonuç ilişkisiyle birbirini izlediği bir kurgu yoktu ortada, daha çok bir his vardı: özlem dolu, alaycı, öfkeli, kalbi kırık bir his. Müzik bu hissi içimde canlı tutmaya yardımcı oldu. Björk, Elvis Costello, Sigur Rós, Nicholas Britell, Philip Glass, Explosions in the Sky, PJ Harvey, Mount Eerie… Dinlediğim isimlerden sadece bazıları. Kitabın Almanca çevirisinde, son bölümden önce yer alan Toni Morrison alıntısı yerine, Mount Eerie’nin “Seaweed” şarkısından bir alıntı bulunuyor. Kişisel deneyimlere gelirsek; bu kitap, hayatımdan derinlemesine beslenen oldukça kişisel bir metin.

Romanla birlikte birçok büyük edebiyat ödülüne layık görüldünüz; tebrikler! Bir yazar olarak edebiyat ödüllerine nasıl bakıyorsunuz? Sizin için ne anlam ifade ediyorlar?

Yazdıklarımı yayımlatmaya çalıştığım ilk zamanlardan beri (on altı yaşından beri, şimdi elli üçüm) bu işi stratejik yürüttüm. Lisans öğrencisiyken, yayımlanma geçmişi oluşturmak gerektiğini öğrendim. Hep tam zamanlı çalıştım, bu yüzden yazmak için “yeterli” zamanım çok nadir oldu, üstelik çok yavaş yazıyorum, dolayısıyla elimde bir yerlere gönderecek yığınla metin hiç olmadı. Bu yüzden en baştan beri sadece gerçekten hayran olduğum dergilere, sadece onların ödül yarışmalarına başvurmaya karar verdim. Böylece her yayının özgeçmişime katkısı daha anlamlı olur diye düşündüm. Bazılarını kazandım, bu iyi hissettirdi, ama çoğunlukla kısa listeye kaldım. Bu beni hiç cesaretlendirmedi ama bırakmama da neden olmadı. Zamanla daha da stratejik davrandım: Jüri üyeleri açıklandığında kim olduğunu öğrenirsem, sadece o kişinin benim metnimi anlayabileceğini düşünüyorsam başvurdum. Bazen de ödülle birlikte bir edebiyat ajansıyla tanışma gibi fırsatlar varsa başvurdum. Ama şunu söyleyeyim; hiçbirinin gerçekten önemi yoktu. Sadece denemeye devam etmenin bir yoluydu hepsi. Hiçbir yayın, itibarı sayesinde başka bir yayına kapı açmadı. Hâlâ bir edebiyat ajansım yok. Ama yazar olarak gelişmeyi öğrendim. Umutla ve umutsuzlukla nasıl yazılacağını öğrendim. En iyi yol bu mu, emin değilim. Ben çok inatçı biriyim. Zor şeyler bekleyerek büyütüldüm. Aynı zamanda kendimi hep bir sanatçı olarak düşündüm. O yüzden kaybetmek beni yıkmadı, kazanmak da tam anlamıyla tatmin etmedi. Kazanmak çoğu zaman kaybetmekten iyi hissettiriyor elbette, ama bazı şeyleri kazanamayınca, aslında istemediğimi fark ettim; ilk kitabım için gelen bir yayınevi teklifi gibi. İyi ki yayımlanmadı, çünkü üzerinde çalışırken bile gerçekten söylemek istediğim şeyin o olmadığını biliyordum. Beni yıkan şey yazamamak. Beni tatmin eden şey ise yazdıklarımın okunması çünkü her okur, başladığım şeyi tamamlıyor. Son olarak: Edebiyat ödülünü kazanan yazar, onu hak eden tek yazar değildir.
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X