| | Nilüfer Erdem Güngörmüş: "Sanatı psikanalizin bakış açısıyla incelemenin sonuçları iki yönlü oluyor." Gizem Bilkay, gazeteduvar.com.tr, 31 Ocak 2022 Psikanalist yazar Nilüfer E. Güngörmüş'ün kaleme aldığı Sanatçının Kendine Yolculuğu: Sanat ve Edebiyat Üzerine Psikanalitik Denemeler Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Güngörmüş'ün birçok sanat dalından eseri psikanalizin bakış açısıyla incelediği çalışması, sanata dair farklı bir bakış açısı yaratıyor.
Nilüfer E. Güngörmüş'le sanat ve psikanaliz arasındaki ilişkiyi konuştuk.
Sanatı psikanalist noktadan incelemek ne gibi bir bakış açısı yaratır?
Sanatı psikanalizin bakış açısıyla incelemenin sonuçları iki yönlü oluyor. Bir yandan sanata farklı bir bakış açısı getirirken diğer yandan da psikanalizin ruhsallığa dair kavramlaştırmalarına katkı sağlıyor. Önce ikincisinden bahsedeyim. Psikanalizin başlangıcında Freud ve takipçileri daha ziyade psikanalizi güçlendirmek ve ileri sürülen hipotezleri desteklemek için sanat ve edebiyat yapıtlarına eğilmişlerdir. Yani klinik gözlemin yanı sıra sanatçıların yapıtlarını da ruhsallığın dışavurumları olarak, bir gözlem nesnesi anlamında ele almışlardır. Ama böyle deyince biraz soğuk bir ifade oluyor. Bu yüzden sadece gözlem değil bir tür esinlenme fikrini de dahil etmemiz iyi olur. Çünkü Freud ve sonraki psikanalistler, geçmişte olduğu gibi bugün de sanatçıların ruhsal işleyişin kavranması güç yanlarına dair dile getirdikleri gerçekleri takdirle karşılamış, onların isabetli ve derinlikli kavrayışlarına hayranlık duymuşlardır ve sanatçıların bakış açısından esinlenmişlerdir. Zaman içinde psikanalizin sanata ilgisi bunun da ötesine geçer. Psikanaliz tedavisinin gezindiği alan olan ruhsallık, iç gerçeklik, iç dünya, “dinamik bilinçdışı” dediğimiz nispeten daha kolay ulaşılabilir bölge ve onun ötesinde kalan bilinçdışı alanlar, bunların tümü ancak görsel ve sessel imgelerle ve dilin sözcükleriyle temsil edilebildikleri zaman hakiki anlamda kavranabilirler. Diğer türlü bedensel duyumlar, ham algılar, adsız duygular, coşkular ve duygulanımlar olarak hissedilirler. Ve genelde bu hissediş kaotiktir, anlamlar oluşamadığı için de endişe vericidir. Bu gözle bakınca kolayca görüleceği gibi sanatçının çalışması da bu kaosa bir biçim vererek anlamlar oluşturur. Bu niteliğiyle sanat yapıtı zihnin ve ruhsallığın işleyişini kavrama işiyle uğraşan psikanalist için paha biçilmezdir. Sanatı psikanalizin bakış açısıyla incelemenin sanata farklı bir bakış açısı getirmesine gelince, elbette tüm sanatların, onları daha derinden kavrama amacına hizmet eden kendi eleştiri kurumları ve kavramları vardır. Psikanalizin bunlara önemli bir boyut kattığını söyleyebiliriz. Çünkü psikanaliz, uğraşı alanı gereği insan zihninin ve ruhsallığının nasıl işlediğine dair sistemli gözleme dayanan açıklamalar getirir. Sanat yapıtının zihnin ve ruhsallığın bir ürünü olarak nasıl doğduğuna, nasıl düzenlendiğine ışık tutar. Bu konudaki görüşleri kitabımın giriş kısmında psikanalizde ve sanatta ortak olan rüya, düşlem (fantezi) ve oyun hattını izleyerek özetlemeye ve genişletmeye çalıştım.
'Türkiye'de psikanalitik düşünce kültüre sınırlı şekilde dahil oluyor'
Türkiye’de psikanaliz ve sanat arasındaki ilişkiye dair ne söylersiniz?
Herhalde dünyanın her yerinde olduğu gibidir. Bir şekilde psikanaliz kuramıyla ilgilenen, belki kendisi psikanalizden geçen kişiler yaratıcılığın derin köklerine dair psikanalizin önemli şeyler söylediğini hissediyorlar ya da fark ediyorlar ve bu çalışmalarına yansıyordur mutlaka, sanatçı olarak ya da yorumlayıcı olarak... Bir fark aranacak olursa belki Türkiye’de psikanalitik düşüncenin halen kültüre sınırlı şekilde dahil olduğu söylenebilir. Bu psikanaliz pratiğinin Türkiye’ye nispeten geç gelmesiyle ilgili herhalde. Psikanaliz kuramı canlılığını klinikten alıyor. Psikanaliz kliniğinin olmadığı bir yerde ancak sınırlı ve bölük pörçük bir bilgi aktarımı olabilir. Klinik deneyim olduğunda ve kliniğin bilgisi o ülkenin kültürel ikliminde üretildiğinde psikanalizin kültürel katkısının da üretken ve canlı olması daha mümkün.
Yaratıcı çalışmalarda psikanalizin konumu nedir?
Sanırım sanatçının bireysel olarak psikanalizden geçmesini kastediyorsunuz. Psikanaliz en geniş anlamıyla insanın acılarını ve kaygılarını iyileştirmeye yarayan bir tedavi. Bu tedavi sonucunda insanın ruhsal ve zihinsel kapasitesi genişliyor. Sanatçı olmak için sadece yaratıcılığın özgürleşmesi yeterli değil. Aynı zamanda insanın bazı yetenekleri ve kendi alanında çokça çalışmış olması da lazım. Bireysel psikanaliz engelleri ortadan kaldırabilir, çalışma arzusunu harekete geçirebilir. Sanatını acı çekmeden bir oyun hazzıyla sürdürmesine yardım edebilir. Oyun derken Winnicott’un kuramında bahsettiği anlamda oyunu kastediyorum. Bundan kitapta çokça bahsettim.
'Tekliğin olduğu yerden sanat çıkmaz'
“Ötekinin olmadığı yerde kelimeler anlamlarını kaybeder veya bulamaz” diyorsunuz. Bu noktada “öteki”nin varlığı sanatta nasıl işlenmelidir?
Ötekinin varlığı zaten sanatın göbeğinde yer alıyor. Tekliğin olduğu bir yerden sanat çıkmaz. Sanat en başta birine yönelik bir ifadedir. Bir okura, izleyiciye sesleniş olabilir, tanrıya bir yakarış olabilir, kişinin ikiye bölerek çoğalttığı kendine yönelen bir söz olabilir. Hatta kime yöneldiği belli olmadığında bile bir yöneliştir çünkü duyumlar aktarılabilir bir şekle dönüştürülmüştür yani simgeleştirilmiştir. Eğer sadece ben varsam, öteki yoksa simgelere, temsillere gerek olmaz. Ama o zaman da düşünce olmaz. Ötekinin varlığı sanatta zaten temel varsayımdır diyebiliriz. Sanatçı bunu göstermek zorunda değil. Biz bu anlamları çıkarabiliriz. Ama bazı sanatçılar da var özellikle ötekinin varlığı veya kaybıyla ilgili bir meseleyi dile getirmeye çalışıyorlar. Mesela Alvin Lucier’in tüm yapıtlarında böyle midir bilmiyorum ama kitapta bahsettiğim “Boş Oda” yapıtında açıkça ötekiyle ve kayıpla uğraşıyor. Veya Fransız sanatçı Antonin Artaud’nun sahneye çıkıp sadece çığlık attığı bir piyesi var. Eğer bir insan durup çığlık atıyorsa bu bir sesleniştir. Ötekine yöneliktir ve söze dönüşmeye çalışan bir sestir. O sözlerin ne olduğunu bulmak seyirciye düşer. Örneğin Gezi olayları sırasında Taksim’de boy gösteren “Duran Adam”; bu bir sanat performansıydı. Tıpkı Artaud’nun çığlık atan adamı gibi, bu durumda da dansçı Erdem Gündüz derdini durarak anlatan bir insan figürü yaratmıştı. Orada durarak birine sesleniyordu. Birçok ötekiye birçok cümle söylüyordu. Kimine “Ben buradayım, hiçbir yere gitmiyorum, burayı da sana bırakmıyorum” diyordu. Kimine “Ben buradayım, sen de gel, beni yalnız bırakma” diyordu. Belki kimilerine onların sesinden mırıldanıyordu “Burada olmalıyım, daha önce olmadım, pişmanım”, “Burada durmalıyım, ben hep yarım bırakıyorum, sadece dursam da olur…” vb. Kendi kendisine ne dediğini bilemeyiz ama ötekinin varlığının burada ön planda olduğu kesin.
Sanatta “haz” kavramını nasıl yorumluyorsunuz?
Hazzın hem sanatçı hem de alımlayan açısından sanatın önemli bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Ötekinin, yani sanatçının içsel deneyimleri, yapıt aracılığıyla bizim içsel deneyimimizle buluştuğunda ortaya çıkan bir haz var. Bir deneyimin ve varlık duygusunun gerçekleşme ânını yaşamaktan doğan bir haz. Kaynakları çok çeşitli olabilir bu hazzın. İnsanın içini sızlatan bir duyguyla açığa çıkabilir. İçimizde duyduğumuz bir onarılma hissinden kaynaklanabilir. Ya da kitapta Moby Dick yazısında ele almaya çalıştığım gibi “yücelik” duygusunun eşlik ettiği ürküntülü bir haz da olabilir. Bence iyi bir sanat yapıtı daha böyle bir çok hazzı aynı anda uyandırıyor. Bir de sanatta çeşitliliğin bu sayede yaşadığını söyleyebilir miyiz acaba? Çünkü haz kişiseldir. Sanatta haz konusunu “acı çekmek” ya da travma açısından da düşünebiliriz. Travmatik deneyim tekrarı getirir. Travma işlenebildiğinde travma rejiminden çıkıp haz rejimine geçiyoruz. Yıkıcı tekrardan çıkıp yaratıcı hareketin alanına geçiyoruz. Sanat tarifi gereği bir işleme süreci ve onun sonucudur.
'Mağdur adalet bekler'
Özcan Alper’in Sonbahar filmi üzerinden “yas” kavramını tartışıyorsunuz. Günümüz politik atmosferi ve toplumsal hafızamız oldukça yaralı… “Yas” kavramının işlenmesi de kimi zaman eleştirilerle karşılanıyor. Bu noktada “yas”ı anlatırken nelere dikkat edilmeli? Mağdur, sanattan ne bekler?
Mağdur aslında adalet bekler. Adalet ise toplumsal bir mesele ve adaleti sağlamak sanatın görevi değil, adalet sisteminin görevi. Belki sanatın kültür içindeki yeriyle ilgili bu sorunuz. Sanat, başka kültürel oluşumların da yaptığı gibi, toplumda ve bireylerde adalet duygusunun olgunlaşmasına katkıda bulunabilir. Bir de tabii adalet sistemi mağduru görmezden geliyorsa sanat mağduriyeti görünür kılabilir. Sanat sonuçta insanların kendileriyle, birbirleriyle, diğer canlılarla ve yaşamla olan açmazlarını anlamlandırma çabalarından ortaya çıkıyor. Yas da bunun bir parçası. Ama nasıl işleneceğini sanatçı bilir, bu dikte edilemez ki!
Psikanaliz, sanatla buluşup derinlere indikçe “ben” kavramını da ortaya çıkarıyor. Türkiye’de sanat disiplinlerinin bireysel anlatılarla ilerlediğini söyleyebiliriz. “Ben” ve “biz” nasıl bir araya gelir? Sanatçıları “ben”i anlatmaya iten dürtü nedir?
Bence zaten sanatçı ve izleyicinin varlığında daha baştan ben ve biz bir araya geliyor. Sanat en az iki kişilik bir iş. İki deneyim alanı, iki ruhsal alan yapıt üzerinde birleşiyor. Sanatçı bireysel bir yerden konuşur. Ama o bireysel ses içinde çoğullukları barındırabilir ya da barındırmaz. O bir tercih. Geçen gün Yılmaz Güney’in Aç Kurtlar filmini seyrettim. Gerçekten büyüleyici bir film. Soruda vurguladığınız anlamda Yılmaz Güney’in “ben”ini en çok anlattığı film sanki. Çok yalın. Yılmaz Güney’i yalnız bir kovboy gibi görüyoruz o filmde. Ama sonraki filmlerinde Umut’ta, Sürü’de, Yol’da “ben”ini anlatmıyor mu? Bana kalırsa anlatıyor. Ama çok genişlemiş bir benden bahsedebiliriz o filmlerde. Sonuçta her sanatçı dünyayı kendi gördüğü haliyle anlatıyor. Belki kendi gördüklerine bir tanık arıyor ya da paylaşacak birini arıyor. Hemen o an kendisi gibi görenlere denk gelmeyebilir. Yani bize “Bu da sadece kendinden bahsediyor” gibi gelen birinin aslında bize çok yakın olan ama henüz farkında olmadığımız, üstelik pek çok kişi tarafından paylaşılan bir şeyden bahsettiğini sonradan anlayabiliriz. Sevim Burak’ın dediği gibi “bir devri daim işidir” sanat. Edebiyat tarihinde böyle yazarlar var, kendi çağlarında fark edilmeyen, sonraki kuşak tarafından keşfedilenler, mesela Melville ve romanı Moby Dick. Dolayısıyla bence sanatçı “ben”inden bahseder, kendi yaşadığı haliyle hakikatten bahseder, bizim tarafımızdan duyulduğunda o hakikat artık sanatçıdan kopar, çoğullaşır.
'Pandeminin en çok vurdukları arasından sanatçılar çıkacak'
Pandemi yoksulları, dezavantajlıları vurdu. Birçok insan psikolojik tahribat yaşadı ve yaşıyor. Sanatçılar da son iki yıldır böyle bir dünyayı görüyor. Gelecekteki sanat eserlerinde bunun nasıl bir yansıması olabilir?
Bu soruya ancak yapıtlarıyla sanatçılar cevap verebilirler. Pandeminin yoksulları, dezavantajlıları vurması habis toplumsal ve siyasi düzenleri daha da görünür kıldı. Sanatçılar ayrı bir sınıf değiller. Pandeminin en çok vurdukları arasından da sanatçılar, yazarlar çıkacak. Sevim Burak ya mektuplarında ya da Ford Mach 1’in bir yerinde “ben ellerimle yazamazsam, ayaklarımla, dişlerimle yazarım” diyordu. Tam sözü hatırlamıyorum ama buna benzer, bir sanatçı yazmak istediğinde hiçbir şeyin ona mani olamayacağını ve sanatçının salt zihinsel değil bütün varlığını seferber eden bir iş yaptığını ima eden bir sözdü. Pandemi sonrasında da sanatçılar benliklerinin derinliklerine inip yaşadıkları vurgunu nasıl anlatacaklarını kendileri belirleyecekler.
Okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız var mı?
Yıllardır Sevim Burak’ın biyografisini tamamlamaya çalışıyorum. Bundan sonraki o olur umarım. |