| | Bülent Batuman: "Ekolojik mimarlık mümkün" Emek Erez, birartibir.org, 8 Ekim 2021 “Dünya Konut Günü” ile paralel olarak ekim ayının ilk pazartesi günü kutlanan “Dünya Mimarlık Günü”nün Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) tarafından belirlenen 2021 başlığı “Barınma, kamusal alanlar ve bunların iklim değişikliğiyle ilişkisi”. Bu ilişkiye nasıl bakmalı, mimari faaliyetin kent ve doğa tahribatındaki rolü ne, kentsel-ekolojik bir siyasal çerçevede nasıl bir rol oynayabilir? Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü öğretim üyesi, Milletin Mimarisi: Yeni İslâmcı Ulus İnşasının Kent ve Mekân Siyaseti (Metis, 2019) adlı kitabın yazarı Bülent Batuman’ı dinliyoruz. İlerleme ve gelişme olarak görülen pek çok edimin insan-doğa ikiliğini pekiştiren, doğayı nesneleştiren, onu sadece fayda amacıyla biçimleyen bir duruma dönüştüğü görülüyor. Mimari faaliyeti bu bağlamda nasıl düşünmeliyiz? Doğayla uyumlu bir mimari perspektif mümkün mü?Mimari faaliyetin doğanın tahribinde önemli bir rolü olduğu açık. Burada bir ayrım yapmak gerekiyor; özellikle ekonomik faydanın ve kâr hırsının yönlendirdiği ve hâlâ büyük ölçekte etkin olan inşa faaliyetleri ile mimarlık alanı içinde gelişen fikir ve yaklaşımlar arasında bir ayrım. Bunlardan ilki, büyük ölçekte hâkimiyetini koruyor, kentlerin yayılmasına yol açıyor, doğanın tahribine sebep oluyor. Fakat ekolojik problemlere ilişkin 20. yüzyılın son çeyreğinde gelişmeye başlayan duyarlılığın, mimarlık alanında da etkili olduğu bir gerçek. Çevre sorunlarına, bu sorunların oluşumunda mimarın ve mimarlığın rolüne ilişkin bir bilinç ve alternatif arayışlar o zamandan beri gelişiyor. Kısaca söylersek, evet, ekolojik duyarlılığı olan bir mimarlık mümkün ve buna dair arayışlar söz konusu. Doğayı ve mimari faaliyeti birlikte düşündüğümüzde bir karşıtlık ilişkisi var, bunun belirsizleştiği tarihsel anlardan söz edilebilir mi? Dünyanın deneyimleri bize bu konuda ne söylüyor?Tarihsel olarak kuşkusuz modern dönem, her alanda olduğu gibi, bu konuda da önemli bir kırılmayı temsil ediyor. Sanayileşmeyle birlikte hem doğaya karşı tutumumuz –doğayı insana sunulmuş tüketilecek bir kaynak olarak görmemiz– daha acımasız bir sömürü niteliği kazandı hem de bu sömürü kapasitesi daha önce görülmemiş ölçülere ulaştı. Mimari üretimin ekolojiyle görece uyumlu olduğu koşullardan söz etmek mümkün elbette. Hatta bunu sadece geçip gitmiş tarihsel dönemlere atfetmek de gerekmiyor. Yöresel mimari dediğimiz şey çoğunlukla enerji sakınımı, malzeme sürdürülebilirliği ve benzeri unsurlar açısından ekolojiyle uyumlu çözümler barındırır. Örneğin, kerpiç böyledir. Modern üretim sistemi içinde yer bulamayan bu malzeme birçok açıdan bugün kullandığımız endüstriyel yapı malzemelerinden üstündür. Dünya yaz boyunca yangınlarla sarsıldı, Türkiye de bundan payını aldı. Ancak, devlet-şirket ortaklığında kapitalist talan ve yağma politikaları, sorunu sadece ekolojik sorunlar bağlamında tartışmayı zorlaştırıyor. Öyle ki, daha yangınlar sürerken, yanan bölgelerin imara açılması konuşuldu. Neoliberal kapitalist dünyada mimari faaliyet, kapitalizmin krizlerini çözmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Coğrafyamız ve AKP iktidarı açısından bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?Neoliberal dönemde mekân hem yatırım mevkilerinin esnekleşmesi açısından hem de sermaye birikiminin aracı –sermayenin ikinci çevrimi– niteliğiyle önemli bir role sahip oldu. Bu durumu AKP döneminde de birçok örneğiyle gözledik. Bu açıdan AKP dönemini neoliberal birikim rejiminden bir sapma olarak değil, onun özgül bir biçimi olarak görmek gerek. Zira, AKP döneminde hem doğanın talanı hem kent çeperlerinin spekülatif biçimde imara açılması, daha önceki dönemlerde görülmemiş ölçeklerde ve daha önce mevcut olmayan araçlarla hayata geçirildi. Neoliberalizmin küresel krizini tetikleyen şeyin tüm finansal karmaşıklığı içinde konut piyasaları olduğunu düşündüğümüzde, neoliberalizm ile mimarlık arasındaki ilişki en basit düzeyde görünür hale geliyor. Bunu Türkiye özelinde TOKİ üzerinden düşünmek, hem neoliberalizmin devletle ilişkisi hem de konut üretiminin kültür ve ideoloji alanlarıyla etkileşimi üzerine çarpıcı çıkarımlara imkân veriyor. Siz TOKİ’yi “2002 sonrası yeniden yapılandırılan, kamu kuruluşu olduğu halde özel şirket gibi faaliyet gösteren, kendi inisiyatifiyle yatırımcılara imtiyazlar sağlayan” [1] bir yapı olarak tanımlamıştınız. TOKİ, yangınlar henüz sürerken devreye giren konut projeleriyle ve evini kaybetmiş insanlara “Afet Borçlandırma Senedi” imzalatma teşebbüsüyle de gündeme geldi. TOKİ’nin bu konumunu, tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?TOKİ 2002 sonrasında, yeniden yapılandırıldığı haliyle gerçekten de –başka şeylerin yanında– sermaye mantığını konutun kullanım değerine baskın kılan bir aygıt. Ev sahipliğinin finansallaştığı, konut çevresinin biçimlenişinin şirketleştiği, hane yaşantısının disiplin yönergelerine tabi kılındığı, bunların tümünün toplumun İslâmileştirilmesi hedefiyle çakıştırıldığı bir büyük mekanizmanın en önemli parçası. Bu açıdan, TOKİ’nin ne yangın alanlarının imara açılması konusundaki hevesi ne de mağdur olmuş insanlara borçlandırma prangasını dayatmaktaki pervasızlığı şaşırtıcı. Kuşkusuz, başka bir politika çerçevesi içinde başka türlü yapılandırılması ve örneğin, gerçekten dar gelirliler için konut üretmesi veya ekolojik konut üretiminin yaygınlaşması için işlev görmesi mümkün olabilir. Konutun gerek ekonomi politiği gerekse mimarisi üzerine kafa yoranların bu olasılıklar üzerine düşünmeye başlaması elzem. Bu konuda yatay bir örgütlülük yaratmak için toplumsal muhalefete ve sivil toplum örgütlerine ne gibi sorumluluklar düşüyor?Türkiye’de hem barınma mücadelesi eksenli toplumsal hareketliliğin hem kentsel rantlar uğruna yaşam çevrelerinin talanına karşı mücadelenin hem de çevre mücadelesinin belli bir olgunluğu var. Bugün Türkiye kentlerinin içinde bulunduğu koşullar, kentsel ve ekolojik sorunların iç içe geçtiği bir duruma işaret ediyor, bu yüzden de kentsel-ekolojik bir siyaset çerçevesinin gerekliliğini gündeme getiriyor. Bana göre, toplumsal muhalefetin en büyük sorumluluğu bu bütünleşik çerçeveye uygun siyaset geliştirmek ve kentsel politikanın özgüllüğünü gözden kaçırmamak, yani onu ulusal siyasete araçsallaştırmamak olmalı. 2011’de MMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Ankara Dersimliler Derneği’yle birlikte düzenlediği “yaz okulu” sivil toplum örgütleriyle Munzur’da yapılması planlanan HES projesine karşı direnişi kesiştiren önemli bir deneyim olmuştu. Bunun gibi dayanışma modelleri bugün yangın bölgelerinde kapitalist talana açılan, açılması planlanan yerler için örgütlenebilir mi?Bahsettiğiniz örnek benim de içinde yer aldığım, farklı yapıların bir arada olduğu kolektif bir çalışmaydı. Burada meslek örgütlerine bir parantez açmak gerekiyor sanırım. Türkiye’nin özgül tarihselliği içinde meslek örgütleri, başka yerlerde olduğu gibi, mesleki çıkarları savunmak yerine, meslek alanıyla temas eden konulardan meşruiyet sağlayan önemli sivil toplumsal mücadele yapıları niteliği taşıyor. Bunun yanında kurumsal yapıları, birbirleriyle olan işbirliği kapasiteleri ve başka avantajları sayesinde, özellikle kent ve doğa mücadelelerinde sivil toplum örgütlerini birbirlerine yaklaştıran bir rol oynuyorlar. 2011’de Ovacık’ta işbirliği içinde düzenlenen yaz okulunun daha sonraki yıllarda önce Ovacık’ta ve bugün Dersim’de yerel yönetimin Türkiye çapında görünürlüğe sahip olmasında küçük de olsa bir payı olduğu düşünülebilir. Bu anlamda, bu ve benzeri mütevazı örneklerden –ki Türkiye’nin farklı yerlerinde süren sayısız benzer çalışma mevcut– iki sonuç çıkarmak mümkün. Bunlardan ilki, yerel mücadelelerin beklenmedik ölçekler arası etkileri olabileceği, diğeri ise her mücadelenin potansiyel olarak yeni örgütlenme modellerine dair olasılıklar barındırdığı. Kapitalizmin yıkıcı etkileri göz önüne alındığında, günümüzde tüm direniş odaklarının çevre ve iklim sorunlarıyla kesiştirilmesi hayati önemde. Mimarlar için bu konuyu nasıl değerlendirirsiniz? Nasıl bir mimari yaklaşım işlevsel olur?Konu mimarlar özelinde ele alındığında, en önemli konu mimarların “meslek ideolojisi”. Bununla kastettiğim şey mimarların kendilerine ve mesleki faaliyetlerine dair tahayyülleri. Maalesef mimarlık eğitiminin de pompaladığı meslek ideolojisi mimarlara başka insanların yaşam çevrelerini salt kendi “deha” ve iradeleriyle şekillendirebilecekleri yanılgısını aşılıyor. Bu da ikinci adımda mimari tasarımın mimarın “dehasını” ifade eden bir yaratı olarak kavranmasına yol açıyor. Bunun da sonucu, kullanıcıların, diğer aktörlerin ve doğanın ihtiyaç ve beklentilerinin kolayca ihmal edilmesi oluyor. Kuşkusuz, çevre tahribatının tüm yükünü mimarların meslek ideolojisine yükleyemeyiz, ancak bu konuda sorumluluğunun bilinciyle donanmış, bu ideolojinin bir ilüzyon olduğunu fark etmiş bir meslek insanı çevrenin biçimlenişindeki rolünü daha farklı bir şekilde ele alacaktır.
Okuyabileceğiniz diğer Bülent Batuman söyleşileri |