Vesikalı Şehir (2007) ve Şehrin İtirazı (2015) kitaplarının ardından üçlemenin son halkası İsyankar Şehir, geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Feride Çiçekoğlu’nun kaleme aldığı metin, mahrem-isyan mefhumunu Gezi sonrası çekilen, kadınların öznesi olduğu filmlerle ilişkilendirerek açıklıyor. Yönetmenlerle ve film ekibinden çalışanlarla yapılan sohbetlerin de eşlik ettiği kavramsal açıklamalar, Gezi’nin sinemaya ve İstanbul’a yaptığı dokunuşları irdeliyor. Kişisel olandan yola çıkarak açıkladığı kavram ve olguları, kadının temsiliyle ilişkilerken, hafızaya ve mekânla olan alışverişe de değinen Çiçekoğlu’yla konuştuk.
Yola çıkmadan önce üçleme yapma fikri kafanızda var mıydı?
Hayır, yoktu. Zaten ilkini de gereklilikten, akademik mecburiyetten ötürü yazdım. O sırada profesörlük için sinema üzerine biryayın yapmam gerektiği söylendi. Sonra, kişisel metinlerle akademik metinleri bağlayabileceğim bir format bulunca severek yazdım. O işi kapattığımı düşünmüştüm ama ilk kitap, ikinci baskıyı yapınca bu defa heveslendim. Gezi’nin hemen sonrasıydı. İkinci kitapta da Gezi’yi işaretleyen filmlere bakmak istemiştim. Şehir sıkıntısı üzerinden… Ve o zaman, evet, üçüncü kitap da belliydi artık.
İsyankâr Şehir Gezi’yle birlikte başlıyor. Gezi’yi, Türkiye tarihinden kadınların ve LGBTİ+ bireylerin ilk kez bu denli güçlü ve görünür oldukları bir isyan olarak yorumluyorsunuz. Bu aydınlanmanın devleti bu denli rahatsız etmesinin temel nedeni bu mu sizce?Bence öyle. Çok kökte bir şeye dokundu. Sıkça söylenen bir şey var: 21’inci yüzyıl bir tür toplumsal cinsiyet üzerinden isyanlara tanık olacak. Bu hegemonik erkeklik meselesi bütün dünya için geçerli. Onun Türkiye’deki yansımasıydı Gezi ve ortak noktadaki her türlü referansı sarstı. Onun için bence çok ürkütücü oldu.
"Sonu -ist ile biten tanımlar bana yakın değil"
Çalışmanızda kadınların sinemada özne oluşlarını Gezi’yle ilişkilendirerek açıklıyorsunuz. Feminist ideoloji bu ilişkinin neresinde yer alıyor?Sonu” –ist”le biten tanımlar ve ideolojiyle süren şeyler hiç bana yakın değil. Çünkü kategorik olarak bakıyorlar. Ben tam tersine hep bireyden hatta kendimden yola çıkıyorum. Öznel tecrübeyi çok önemsiyorum. Herhangi kategorik bir tanımlamayı kendime yakın bulmuyorum. Kitabın önemli referanslarından biri olan Hannah Arendt’i de düşünecek olursak, herhangi bir şekilde kendini hiçbir kutunun içine koymamak için özen göstermiş birisi. Totalitarizme karşı çıkarken o tür kategorik tanımlamaların dışında olduğu için belki taze bir şey getirebilmiş, diye düşünüyorum. Kendini feminist olarak tanımlamıyor. Ben de kendimi herhangi bir şekilde, bir ideolojiyle yan yana koymuyorum.
Kitapta yer alan filmleri “mahrem-isyan” kavramı üzerinden ele alıyorsunuz. Ne demek “mahrem-isyan”?
Julia Kristeva’nın 1900’lerin sonlarında doğru adını koyduğu bir kavram. Doğrusu bu kavramın kitapta bu kadar öne çıkacağını tahmin etmemiştim. Süreç içerisinde okurken, kitabın çerçevesi açısından yakın olduğunu düşündüm. Tam karşılığını bulma konusunda da bayağı uğraştık. Metis Yayınları’ndaki editörüm Semih’le (Sökmen) birlikte bu kavrama karar verdik. İçten isyan şeklinde de kullanılan bu kavram için, mahrem demeyi daha doğru bulduk. Bu bizim, en zor yapabildiğimiz isyan türü. Çünkü kendi içimizdeki şartlanmaları sorgulamayı getiriyor. Aileye veyahut toplumun en küçük birimine dair sıkıştırıcı, sevgiyle cilalanmış, bizim hissetmemizin en zor olduğu şekillerde bizi bastıran konularda isyanı göze almak… O demek…
Birinci bölümde, kendi hikâyelerinin kahramanı olan kadınların hayatta çoğaldıkları zaman, diğer kadınlarda da sorgunun ve şüphenin başlayacağını söylüyorsunuz. Bu cümleyi sinema üzerinden nasıl açıklarsınız?2013’ten bu yana bunun çok örneğini gördük. Biliyorsunuz #metoo hareketi, Hollywood’ta kadın tacizlerinin üstünün örtülmesi süreciyle ilişkili olarak ortaya çıktı ve zamanla daha yüksek sesle bir harekete dönüştü. Kadın yönetmenlerin ne kadar az olduğu, filmlerdeki kadınların dekoratif olarak kullanıldığı, konuşma sürelerinin az olduğu, bütün bunlar çok dile getiriliyor. Bunların dile getirilmesi kadınların, gerçek hayatta da yaşadıklarının bu olduğu hakkında hisler barındırıyor. Bu sebeple, filmlerde anlatılan hikâyeleri izlerken kadınların, “Acaba ben de böyle miyim?” diye düşündüklerine tanık oluyorum. Özellikle öğrencilerimde bu değişikliği görebiliyorum.
Kadın yönetmenlerin, set öncesinde ve sette cinsiyetçi saldırıya maruz kaldığını ve filmler görücüye çıktığında “erkek eleştirmenlerin ayrımcılığıyla uğraşmak zorunda” kaldıklarını söylüyorsunuz. Yakın zamanda da buna benzer bir olay yaşanmıştı. Sizce bu meselenin çözümü nedir?
Sizce var mı bir çözüm?
"Daha çok insan sesini yükseltecek"Sürece bağlı.
(gülüyor) Bunlar hep süreç işi. Daha çok insan farkına varacak, daha çok insan sesini yükseltecek… “Bir film yaptık, sorunu çözdük!” Böyle bir şey olmayacağını biliyoruz. Yavaş yavaş, acılı, zamanla geri dönüşleri olan bir süreç bu.
Hafıza meselesini ele alırken, “Bu toprakların usulü böyle: İtina ile hafıza silinir!” diyerek kültürel ve siyasal bir noktaya parmak basıyorsunuz. Sinema gibi hafıza ile doğrudan ilişkili bir görsel sanatın devletle olan sorunlu ilişkisinin, hafıza mefhumunu diri tuttuğu için olduğunu söyleyebilir miyiz?Tabii, hafıza bu noktada önemli ancak kitapta hafıza meselesinin ne ile ilgili olduğunu belirtmek isterim. Abbasağa Parkı, bu meselenin çıkış noktalarından bir tanesi. Bu kitabı yazana kadar, Abbasağa Parkı’nda olan servi ağaçlarının kesildiğini bilmiyordum. Oranın eski bir mezarlık olduğunu biliyordum, evet ama ‘mezarlık olduğu anlaşılmasın’ diye servi ağaçlarının kesildiğini bilmiyordum.
Biliyorsunuz ki Taksim’deki Gezi Parkı da bir Ermeni mezarlığıymış. Soykırım sürecinin bir parçası olarak mezarlıklar da şehrin yeni yerleşim noktaları olarak değiştirilmiş ve servi ağaçları kesilmiş. Dolayısıyla Gezi’nin orada olması, tamamen tesadüfi bir şey de değil belki. Mekânların kendi hafızaları oluyor ve kitabın sonunda yer alan film bunun için benim nezdimde çok önemli: Tuzdan Kaide. Çünkü mekânların hafızalarından söz ediyor. Ben mimarlık arka planından geliyorum. Bu ‘boz-yap anlayışı’nın sürekliliği, mekânların dönüştürülmesi meselesi, tabii ki hafızayla, dolayısıyla da devletle doğrudan ilişkili. Devlet, oluşturduğu resmi tarihe uygun olarak şehirleri ve mekânları silip yeniden yapıyor. Aynı sürecin parçası olarak da sinema konusunda sansürleyici, kısıtlayıcı, engelleyici, döneme göre destek vermeyici, önünü kesici tavırlar içinde olabiliyor.
Bu aralar günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız yeni bir şey var mı?Bir süre akademik bir şeyle uğraşmak istemiyorum. Bir senaryo çalışmamız var. Heyecanlı bir süreç… Daha önce Melisa Öner’le
Kumun Tadı’nı yapmıştık. 2014’te Berlin Film Festivali’nde gösterilmişti. Bu kez de uluslararası bir projeye dönüştü. Toronto FilmLab’te bir sene boyuncu senaryo ve yapım geliştirme bölümlerinde projeyi geliştireceğiz. Bana heyecan veren bir iş.