| | Zeynep Direk: "Olumsuzlama ve gerekçelendirme insanları değişime götürür." T. Onur Çimen, K24, 10 Mayıs 2018 Artan baskı rejimlerinde, sesleri bastırılmaya çalışılan muhalefetin yeni söz üretmesi ve var olan sözlere yeni ifade imkânları kazandırması, baskının yıkılması karşısında önemli bir mücadele yöntemi olarak görülebilir. Zeynep Direk’in son kitabı Cinsel Farkın İnşası: Felsefi Bir Problem Olarak Cinsiyet bu bağlamda, baskıyı en yoğun yaşayan topluluklar olan kadınlar ve LGBTİ+’ların dikkatle okuması gereken bir eser. Teklik ve birlik söylemlerinin toplumsal ve politik hayatın yanı sıra, kültürel ve düşünsel alanda da etkilerinin arttığı bu dönemde, Direk feminizmin ve kuir teorilerin çokluğuna ve farklılıklarına odaklanarak, onları diyaloga sokuyor ve teoriler arasındaki farkların pratik hayattaki yankılarını açımlıyor. Bazıları başka versiyonlarıyla daha önce çeşitli kitap ve dergilerde yayımlanmış olan makaleler, kimi zaman içine düştüğümüz umutsuzluk yanılsamasının bugüne özgü olmadığını da anımsatıyor.
Kitap, günümüzün şartlarından bağımsız düşünüldüğündeyse başka olanaklar sunuyor; cinsiyet farkının nasıl şekillendiğinin yanı sıra, feminizm ve kuir teorinin eleştirel yaklaşımlarda bulunduğu arzu, erotik deneyim gibi konulara, edimselliğin teoriyle ve özellikle de felsefeyle olan ilişkisini yeniden hatırlama ve düşünmeye dair bir alan sunuyor. Felsefe tarihinin temellerine inerek günümüze kadar alınan yolu yeniden yorumlayan ve dolayıma sokan Direk, ayrıca Simone de Beauvoir, Julia Kristeva, Georges Bataille, Judith Butler, Elizabeth Grosz gibi 20’nci yüzyılın önemli düşünürlerini salt kendiliklerinde değil, birbiriyle olası ilişkileri içerisinde ele alıyor. Zeynep Direk’le yeni kitabı üzerine konuştuk.
Hemen kitabın başında bahsettiğiniz bir nokta var: Sokrates, Platon’un hemen hemen tüm diyaloglarında kendini bilgiden uzak ve ona erişmeye çalışan biri olarak tanımlamasına karşın, Şölen’de erotik konularda hayli bilgili olduğunu iddia eder. Buradan başlarsak, felsefenin cinsel farkın inşasına teorik bir altyapı oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
Her felsefe öğrencisi felsefeye girişte veya Antik Çağ felsefesi okurken Sokratik bilgeliğin ne olduğunu öğrenir; Sokrates bir şey bildiğini iddia etmez, tek bildiğinin aslında hiçbir şey bilmediği olduğunu söyler. Kentin kamusal alanında bildiğini iddia eden kişilerle söyleşerek onların aslında bildiklerini sandıkları şeyi temellendiremediklerini göz önüne serer. Bir şeyi bilmek demek, onun neden öyle olduğunu, sebebini açıklayabilmek demektir. Bir şeyi araştırıp öğrenebilmek için önce insanın kendi cehaletini fark edebilmesi, kabul etmesi gerekir. İnsan aradığı şey hakkında bir önkavrayışa sahip olsa bile kavradığı şeyi yeterince açıklayamadığını fark etmesi bilgelik yoluna çıkmanın, yani filozof olmanın ilk şartıdır. İşte bunun bir istisnası olarak Şölen diyalogunda Sokrates erotik konularda bilgili olduğunu ilan ediyor. Bu şaşırtıcı. Belki de Eros’un bilgelik içerisinde özel bir statüsü, bilgelik arayışında özel bir yeri var. Felsefe içerisinde zaten sevme var, çünkü felsefe bilgeye karşı duyulan sevgiyi, onunla kurulan muhabbeti, dostluğu içerir. Bilme ile sevme arasında bir ilişki, aklın aradığı hakikatle arzu arasında bir ilişki böylece çok güçlü bir biçimde kuruluyor. Soğuk bir akılla bilmiyoruz hakikati; bir sevgi ilişkisi içerisinde, ötekiyle girdiğimiz bir aşkınlık hareketi sonucunda, kendi ruhumuzdaki bilme gücünü açığa çıkartıyoruz ve bilgi nesnelerine erişiyoruz. Yani Platon’da böyle bir damarın varlığından söz edebiliriz. Şölen çok ilginç bir diyalog, çünkü cinsiyet farklılığıyla ilgili soruların da ilk kez ortaya koyulduğu diyalogdur bu. Benim bu kitaptaki amacım cinsel farkın varlığı, inşası, kuruluşu sorusunu erotik deneyimin ne olduğu, Eros’un ne olduğu, sevmenin ne olduğu sorularıyla ilişkilendirmek. Bir başka insanla ilişki kurma, onu sevme ilişkisi içerisinde cinsel farkın ortaya çıkması, fark edilmesi, sorgulanması, düşünülmesi. Cinsel fark sorunsalı ilk kez bir felsefî metinde ,Şölen’de ortaya çıktığı için oradan başlamak istedim. Çağdaş felsefede bu sorulara tekrar geri dönüyoruz ama aslında bunlar felsefenin başından beri oradaydı; hem de felsefî külliyatın en temel metinlerine aitti. Cinsiyet farkı, sadece kültürel çalışmalarda, sosyolojide veya tarihsel bir bakış açısıyla ele alınacak bir soru değildir, felsefî bir sorudur aynı zamanda. Etik ve politik bir soru olduğu kadar bilmeyle ve varlıkla ilişkili bir sorudur. Söylemek istediğim buydu.
Eros temel bir metinde felsefenin konusu olduktan sonra uzun bir süre karşımıza çıkmıyor. Aklıma Heidegger’in pre-Sokratik dönemden itibaren varlığın unutulduğu saptaması geldi. Cinsiyet farkı sorusunun da felsefe tarihi içerisinde üstü örtülen bir soru olduğunu düşünerek iki iddia arasında bir benzerlik kurabilir miyiz?
Elbette Luce Irigaray cinsel fark sorusunun unutulmuş soru olduğunu söyler. Jean-Luc Nancy üzerine yazdığım yazıda da bu noktaya değiniyorum. Çok uzun bir süre aşk meselesinin bilme ve varlıkla olan ilişkisinin felsefede hasıraltı edildiğini, unutulduğunu ve görülmediğini, çağdaş felsefede bu izleklerin, bu soruların felsefeye geri döndüğünü söylüyor. Bana göre, bunu feminizm ve kuir kuram aracılığıyla açıklamak lazım. Bu tarihe bakarken bir unutuştan söz edebiliriz elbette ama yine de bu soruların bu unutma denizinde zaman zaman su yüzüne çıktığını da hatırlamamız lazım. Mesela İbn-i Arabî’den söz edebiliriz. O, Platon’da aşk, hakikat ve bilgi arasındaki ilişkiyi vahiy bağlamında yeniden düşünen düşünürlerden birisi. Yeni Platonculuk’ta, Tasavvuf’ta var. Ayrıca Spinoza’nın felsefesine baktığımızda da, orada da aşk izleğinin, sevme izleğinin, heyecanların, duyguların, bedenin felsefî izlekler olarak yeniden su yüzüne çıktığını görüyoruz. Sonuç olarak bu, üstü örtülmesine rağmen, zaman zaman su yüzüne çıkıyor. Fakat belki de hiçbir zaman, çağdaş felsefede ve şimdi olduğu kadar güçlü bir biçimde göstermedi kendini ve bu yeni bir şey.
Arzu ve hakikat arasında açımladığınız, bazı feminist düşünürler ve kuir kuramcılar tarafından da ele alınan bir ilişki olduğunu öne sürüyorsunuz. Feminizm ve kuir kuramda bir kendini bilme ereği olduğunu hangi düzlemde söyleyebiliriz?
Aslında bu başlı başına bir araştırma konusu. Ben kendi pozisyonumu açıklamakla yetineceğim çünkü böyle bir soru sorulduğunda çeşitli pozisyonlar alınabilir, farklı cevaplar verilebilir. Sorunuzda önemli birçok felsefî kavram var. Örneğin, hakikat, arzu, kendilik, kendini bilme gibi… Örneğin, hakikatten bahsettiğimizde bir önermenin bir olguya tekabül edip etmemesi düzleminde tanımlanabilecek doğruluk anlamında bir hakikatten bahsetmiyoruz, burada ele aldığımız bağlamda hakikat kendi varoluşsal hakikatimizdir. Yani bedenli bir varlık olarak dünyayla ve başkalarıyla ilişkimiz içerisinde yaşadığımız bir hakikat, kendi özgür oluşumuzla, özgür olma imkânlarımızla ilgili bir hakikat. Bu hakikat, özgürlükten bağımsız değildir. Özgür olmadığımız zaman kendi imkânlarımızı görmekte zorlanıyor, gerçekleştirmeyi başaramıyoruz. Bunu ben kuir düşüncenin içinde kabul ediyorum ve kuir oluşlarda bir kendi olma arayışı görüyorum.
Toplumsal cinsiyet normlarının, tarihsel-toplumsal-ataerkil sistemin bedenlerimiz üzerimizdeki gücüyle nasıl mücadele edebileceğimiz hakkında bir düşünüm var kuir kuram etrafında biriken deneyimlerde. Kendi varoluşsal deneyimini takip eden, kendi kendisini yaratmak isteyen, kendini kurmak isteyen bir beden var burada. Kendisini sevebileceği ve olumlayabileceği, bir var olma biçimini, stilini arayan bir beden var. Bu beden kendi stilini bir kimlikle sınırlanarak ifade etmek istemiyor. Hiçbir kimliğe sıkışmak istemiyor; kendi dinamizmini ve değişme kapasitesini, oluş sürecini kaybetmek istemiyor. Kendiliği işte bu oluş sürecinde bulmak istiyor. Mutluluğunu burada bulmak, özgürlüğünü burada deneyimlemek istiyor. Ve dolayısıyla burada, arzunun, yani başkasıyla ilişkinin, başkasını sevmenin bu stili yaratmanın zemini olduğunu görüyoruz. Kısacası, arzulayan beden olarak başka bedenlerle, başka oluş biçimleriyle ilişki kurarak, bu ilişkiler içerisinde kendi hakikatlerimizi arıyoruz. Kendi varoluş biçimimizi arıyoruz. Bu karşılaşmalar, yani erotik ilişki, cinsiyet farklılığının şekillendirildiği bir ilişkidir. Ve kendilik sorunsalı, bu ilişkiden ayrılamaz bana göre. Benim kuir kuram anlayışıma göre kendilik, varoluşsal hakikat ve arzu, özgürlük gibi sorunlar birbirinden ayrılmaz.
O zaman erotik ilişki, cinsiyet farklılığının ötesinde bir yere işaret ediyor diyebilir miyiz?
Evet, ben şöyle düşünüyorum: yani cinsiyet farklılığı erotik ilişkiyi belirlemekten öte, erotik karşılaşmaların içerisinde farklılaşır, kendimizi arar, kendi hakikatimize yöneliriz.
Heteronormatif toplumsal yapı, bizim bedenimizle girdiğimiz ilişkiler bağlamında da özgürlüğümüzü kısıtlıyor, erotik karşılaşmalarımızı yapılandırıyor mu?
Heteronormatif sistem cinsel farkı önceden inşa ediyor, yapılandırıyor. Aslında inşa edilen her şey sonrasında sökülebilir, inşa edilen her şey değiştirilebilir ama tabii bedeni nasıl yeniden inşa edeceğimizi düşünmemiz gerekir. Bazı kurgular bizi kısıtlıyor olabilir, bizi maddeleştirirken üzüyor, sıkıştırıyor olabilir. Başka kurgular ise bizi sıkıştırmıyor, harekete geçiriyor olabilir. Aslında beden her zaman kurgulanabilecek, çeşitli normlara göre yaşanabilecek bir şey. Zaten normsuz bir bedensel oluş, maddeselleşme mümkün değil. Fakat tabii ki şu sorular var: Hangi normları nasıl üstleneceğiz ve niye o normları üstleniyoruz? Bedenin normlarla kurduğu ilişkinin hesabını verebilir miyiz, açıklamasını yapabilir miyiz, eleştirel bir süreç hâline getirebilir miyiz? Önemli olan nasıl bir dil kullanacağımız, nasıl kavramlar kullanacağımız, kendi deneyimimizi nasıl dillendireceğimiz. Bunun hem bizi hem başkalarını özgürleştirip özgürleştirmeyeceği sorusu önemli. Sadece benim özgürlüğüm değil, hep beraber özgür olmak için bedenlerin şimdiye kadar nasıl inşa edilmiş olduğunu sorgulamalı ve yeniden inşa etmenin kavramlarını ve normlarını konuşmalıyız.
Peki, birlikte özgürleşme fikriyle, feminizm ve kuir kuram içerisinde bir komünite fikri ortaya çıkıyor mu sizce?
Dil, ilerici olmaya çalıştığı yerde bile dışlayıcı olabiliyor, ya da fark etmeden birilerinin aleyhine ya da dezavantajına işleyebiliyor. Dilimizi revize edebilmemiz, kendimizi nasıl adlandırdığımız ya da çeşitli farklılıkları nasıl adlandırdığımız önemli. Feminizm ve kuir kuram içerisinde kendi kendisini eleştiriye tabi tutan ve sürekli bir biçimde yeniden düşünen bir dil var. Bu dil, Judith Butler’ın deyimiyle anlaşılır, kavranabilir olmayan bedenlerin de kamusal alanda konuşabilen, kavrayabilen siyasî özneler olabilmesi, hak sahibi özneler olabilmesini sağlıyor. Tabii burada Butler’ın getirdiği önemli bir eleştiri var: birileri özne olurken, başkaları özne olamıyor olabilir. Bu özneleşme süreci, her zaman başka birilerini görünmez kılıyor olabilir. Bunun için de eleştiri kanallarını açık tutmaktan başka bir şey yapamayız. Bizim en önemli gücümüz, kendi kavram ve normlarımızı eleştirebilme, sorgulama gücümüzdür. Amaç burada siyasî anlamda eşitliktir, yani bütün farklılıklarımızla eşitlik, ki bunlar sayısı belirlenemeyecek kadar çoktur. Sayıyı ne iki, ne beş, ne onla sınırlayabiliriz. Her erotik karşılaşma farklılaşmanın dinamiklerini ortaya çıkarıyor ve bizi başka birisi hâline getiriyor. Ve hatta bizi kendimizdeki başkalıklarla da tanıştırıp barıştırabiliyor.
Bataille’dan yola çıkan Kristeva’yı okurken, onun izleği doğrultusunda siz de, erosun bir olumsuzlama gücü olduğunu ve hem feminizmin hem de kuir kuramın bu olumsuzluktan beslendiğini söylüyorsunuz. Bu olumsuzlama gücünü, söz konusu kuramların zeminini hazırlayan bir öge olarak ele almak mümkün mü?
Bu çok güzel bir soru. Sorularınızın hepsi aslında benim düşünmeye çalıştığım şeylerden yola çıkıyor ama beni daha da fazla düşünmeye itiyor. Olumsuzlama, varoluşçu düşünürler için de çok önemliydi. Örneğin, Sartre’da bilinci olumsuzlama olarak düşünme eğilimi vardır. Tabii bu biraz da Hegel’de olumsuzlamanın oynadığı temel rolle ilişkili çünkü diyalektiğin motoru olumsuzlamadır. Olumsuzlama neye yarıyor? Olumsuzlama bir katılaşmayı engellemeye yarıyor her şeyden önce. Olumsuzlama etkin olduğu ölçüde sürekli bir dinamizm yaratıyor. Bir nesneyi özdeşleştirir gibi, bir bilinci şeyleştiremiyoruz bilinçte bir olumsuzlama hareketi olduğu sürece. Sartre’ın bilinç hakkında söylediği şeye geri dönersek, bilinç neyse o değildir, ne değilse odur. Dolayısıyla tanımlaması imkânsız bir varlıktan bahsediyoruz. Şimdi kuir kurama bakarsak, olumsuzlamanın sadece bilinçle ilgili bir şey olmadığını görebiliriz. Bir bedeni bir nesneyi özdeşleştirir gibi, özdeşleştiremeyiz, kimliklendiremeyiz. Yani kısacası, tanımlayamayız. Bu da olumsuzlukla mümkün. Dünyayla girdiğimiz bedensel ilişkide de bir olumsuzlamadan söz edebiliriz. Çünkü aslında içinde bulunduğumuz durumu toplumsal yaşamın dayattığı normları kısmen olumsuzlayıp başka normları olumlamasaydık hayatımızda hiçbir şey değişmezdi. İçinde bulunduğumuz durumu olumsuzladığımız için, bizi farklı davranmaya motive eden saikler ortaya çıkıyor ve dünyaya yeni bir şekil verebiliyoruz. Bana göre kuir kuram içerisinde bu dünyayı yeniden şekillendirme çabası farklılıkları sınırlamayan, özgürleştiren, çoğulcu bir toplumsal yaşamı hedefliyor.
Kuir komünite kimliğe dayalı bir birliktelik, ortaklığa dayanan bir cemaat değildir. Enteresan olan kimliğe dayanmayan, çoğulcu bir beraber oluş tasavvur edilmesidir. Ama dayanışma ve dostluk bağları, pratik mücadele ve felsefî bağlar içerisinde bir beraberliktir bu. Hâlihazırda bunu salt olumlama olarak tarif etmek zordur. İçerisinde olumsuzlama elbette var. Örneğin, tacize, tecavüze, şiddete karşı verilen mücadele, olumsuzlama içerir. Verili düzene itiraz eden bir siyaset elbette olumsuzlama gücüne dayanır. İnsanların cinsel varoluşlarından ötürü, kendilerine özgü yarattıkları bedensel tarzdan ötürü –ve burada tabii başka faktörler de kesişimsel bir biçimde devrede olabilir— ezilmelerini reddediyoruz. Kuir kuramda şen şakrak bir biçimde ortaya çıkan olumsuzlama gücünün pozitif sonuçları var. Olumlu, özgürleştirici sonuçlar varlığını neşe ile ortaya koyan bir olumsuzlamadan doğuyor. Olumsuzlamanın kendimizle ilişki içerisinde de bizi geliştiren ve değiştiren bir tarafı var. Eğer kendi kendimizle çakışsaydık ve olduğumuz şeyden çok memnun olsaydık değişmemiz için hiçbir sebep kalmazdı. Kendi içimizdeki olumsuzlama kadar, sistemle ilişkimiz içerisindeki olumsuzlamanın aslında daha iyi imkânlar açan bir gelecek sunduğunu düşünüyorum. Yani özne oluş süreci de olumsuzluklar içeren bir süreçtir; böyle olması kaçınılmazdır. Ergenlikten yetişkinliğe geçen bir bireyin deneyimlerine odaklandığımızda bile orada olumsuzluğun, kendini başkalarından ayrı bir birey olarak ortaya koymak için ne kadar gerekli olduğunu görürüz. Olumsuzlama ergenlikte var; bunu bir olumluluk kültürü içerisinde, belki de kapitalizmin reklamının yapıldığı bir kültür içerisinde kaybediyoruz. Olumsuzlama ve gerekçelendirme insanları değişime götürür. Salt olumluluk ise hiçbir şeyi değiştirmeden yaşamaya razı ediyor; başımıza gelene tahammül ederek devam etmemizi sağlıyor. Olumsuzlama her zaman için kötü bir şey değildir, olumsuzluk bazen iyi bir şey olabilir. Bir şeyleri değiştirmek için gerekli olabilir. Bir şeylerle mücadele etmeden, bir şeyler için uğraşmadan yeni de ortaya çıkmaz. Hem kendimizi savunmak, hem yeniyi savunmak için olumsuzluğa ihtiyacımız var. Erotik ilişkide de böyle; Eros’un hem dünya kurucu bir gücü var ki bu onun olumlu gücü, hem de dünya yıkıcı bir gücü var. Yani aşk boyun eğmez; verili, insanın işine gelen düzeni, akla yattığı için kurulan ilişkileri, şirket gibi hesaba ve sözleşmeye dayalı hayatları parçalayan bir şeydir. Yıkıcı bir tarafı var aşkın ve bu dünyayı değiştiriyor. Bataille’da bu çok görünürdür ve tabii Nietzsche’den çıkartabilirsiniz bunu. Bu filozoflarda gördüğümüz bu yıkıcı güç benim ilgimi çekiyor; çünkü bizi esir eden bir çalışma hayatı, bir kısıtlı ekonomi içerisindeyiz. Ve Eros’un bu olumsuzluğu bizi buradan çıkartıyor, bizi buradan çıkmaya zorluyor. İçimizdeki erotik enerji hayatımızı yeniden gözden geçirmemizi ve bizi köleleştirenlere razı olmamamızı sağlıyor. Belirli bir erekte sona ermeyen olumsuzlamanın beni etkilemesinin sebebi budur.
Kuir kuramın sadece bilince değil, bedene dair iddiaları olduğunu da söyleyerek Bataille’a tekrar döndünüz. Kitapta bahsettiğiniz, Bataille ve Simone de Beauvoir’ı yorumlayarak kullandığınız abjeksiyon ya da atıklaştırma kavramı, bedensel olumsuzlamaya dair de bir şey söylüyor mu?
Kadını ebedî dişi olarak kuran mite ilişkin bir soru bu özellikle. Abjeksiyon, bir yandan kadını aşağılar ve ikinci cinsiyet hâline getirir. Yani, abjeksiyon kadını kamusal alandan men etmek, özel alana sıkıştırmak, doğanın kendi kendisini tekrar ettiği bir zamana hapsetmek, dünyada kalacak bir yapıt vermesini mümkün kılan bir eylemliliğine izin vermemek. Bu adaletsiz varoluş biçimi ataerkil geleneğin dayatmasıdır. Dünya erkeklerinken, kadın her gün tekrar edilen ev içi emek döngüsüne sıkışmış ikinci cinsiyet olarak yaşıyor. Bu ezilme biçimi, Simone de Beauvoir’a göre, insanın varlığının çok önemli bir boyutunu ya da yetisini gerçekleştirememesine yol açıyor. Bizim de kadınlar olarak dünyada yapacak bir sürü şeyimiz var, dünyayı biz de kurmak, düzenlemek, şekillendirmek, gelecek kuşaklara kalıcı eserler bırakmak istiyoruz. O eserlere bakıp kim olduğumuzu yeniden düşünmek istiyoruz; ataerkillik buna izin vermemeye, en azından bunu iyice sınırlandırmaya çalışıyor. Kadının yaratıcılığını sadece çocuk doğurmak ve yetiştirmekle sınırlandırıyor. Dahası, bunu bir de kutsuyor; anaların ayaklarının altı öpülmesi lazım, cennet anaların ayaklarının altındadır diyerek yüceltiyor. Aslında atıklaştırma kavramı işte bu iki şeyi bir araya getiriyor; aşağılama ve yüceltme. Aşağılanan bir varlığın yüceltilmesi. Bu ebedî dişi mitinin parçası; ezilmeyi temellendiren kurucu bir yapı Beauvoir'a göre. Kadının, özellikle de anne figüründeki kadının bu tür bir söylemin ayrıcalıklı nesnesi olduğunu dile getiriyor. Ama sorunuz genel olarak bedenle ilgiliydi. Şöyle diyebiliriz: Beden, Batı metafiziğine baktığımızda, tüm metafizik tarihi boyunca kötülüğün kaynağı olarak görülmüş; bizi aşağıya çeken ve günaha sokan yanımız, aşkınlığın önündeki engel, hata yapmamıza ve kötü davranmamıza yol açan tarafımızdır. Kant’a kadar getirebiliriz bunu. Onun ahlak felsefesinde bile bedensel, doğal birtakım eğilim ve itkilerimizin bizi belirlemesiyle açıklanmıştır kötülük. Bu gelenek, kötülüğün varlığını kabul etmekten imtina ediyor. Varlığı tamamen iyi olarak kavramaya çalışınca, kötülükten bir eksiklik ya da mahrumiyet olarak bahsedilebiliyor, kötülük maddenin ve bedenin hanesine yazılıyor. Böyle olunca da beden aşağılık ve iğrenç olarak temsil ediliyor. Hâlbuki fenomenolojiden biliyoruz ki beden bizim dünyayla ilişki kurmamızın ve dünyayı algılamamızın ortamıdır. Yani bedenimiz olmasaydı bizim için bir dünya da olmazdı, dünyayı algılayamazdık, dünya bize anlamlı bir şekilde belirmezdi. Burada bedenin bir yeniden değerlendirmesi de var. Bugün biz artık bedeni kötülüğün temeli olarak düşünmüyoruz. Aksine bu metafiziğin desteği sonucunda bedenin onu ezen bir toplumsal ve tarihsel sistemin kurbanı olmasını konuşuyoruz ve onu bu durumdan çıkarmanın imkânlarını arıyoruz. Bedeni dünyayla ilişkilerinde özgürleştirecek, nihayetinde kendini ifade edebilir hâle getirecek imkânları aramak gerekir. Beden kendini jest ve mimiklerle ifade eder ve dil de bunun bir uzantısıdır. Bedensel olarak yaşadığımız deneyimi dilsel olarak ifade edebilmemiz çok önemli. Toplumsal cinsiyet normlar sistemi bizi ezdiği zaman, yaşadığımız şeylerin bir kısmını gizlemek, bastırmak zorunda kalırız. Bu normlar bedenimiz üzerinde bir baskıya yol açar ve bizim nasıl şekillendiğimizi belirler. Bunların gerisinde onto-teolojik diyebileceğimiz metafizik kurgular, bir varlık anlayışı da olabilir. Ve bu kurgular içerisinde bedenin ve maddenin kötü olduğu ve bizi aşağı çektiğine dair temel varsayımlar var. Kötülüğü bedenle açıklayamayız, varoluşu inşa etme biçimimizin ta kendisindeki haksızlıklara ve eşitsizliklere odaklanalım; kısacası kötülüğü başka türlü açıklamaya ve temellendirmeye ihtiyacımız var. Kötülüğün üretilmesinin sistemini açıklamak lazım; kötülüğü bedene mal etmek bir kolaycılıktır.
Farklılıktan da çok bahsettik. Feminizm ve kuir kuram her zaman çokluğa, farka ve bu farkların hangi zeminde bir arada bulunabildiğine dair bir açımlama yapmaya çalıştı. Siz de kitapta birçok farklı kuramı, birbirleriyle ilişkisi içerisinde diyaloğa sokuyorsunuz. Feminizm ve kuir kuramların, bir noktada, en büyük felsefî ilhamlarından biri olan Hegel’e yeniden yönelme olasılığı var mı? Bu teorilerin tamamının uzlaşabileceği, Hegelci anlamda tekilliklerini aşıp tek bir senteze dönüşebileceğini düşünüyor musunuz?
Tek bir filozof, bize her şey hakkındaki hakikati bütünsel bir biçimde verecekmiş gibi bir ilişki kurmuyorum felsefeyle. Meseleler, problemler önemli benim için. Hangi meseleyi düşünüyoruz ve bu mesele hakkında daha önce hangi filozoflar nasıl konuşmuşlar, neler söylemişler? Biz bu meseleleri ele alırken neleri hesaba katmamız gerekiyor? Daha önce söylenmiş bir şeyi ilk defa kendimiz söylüyor gibi davranmamak için buna bakmalıyız. Hegel’den öğrenebileceğimiz şeyler hâlâ var; Tin’in Fenomenolojisi’nin ya da Ansiklopedi’nin bazı bölümleri bizim için hâlâ ilham verici olabilir. Feminist ve kuir kuramcılar da bunlara geri dönmüşler. Örneğin, arzuyu ve özbilinci birlikte düşünmemiz gerektiği, Hegelci bir fikirdir. Hegel, Sofokles’in trajedisi Antigone’yi okuduğu zaman, kadınların devletle ilişkisine, siyasi yasayla olan ilişkisine baktığında, onların çıkarlarıyla devletin çıkarlarının aynı olmayabileceğini fark eden bir düşünür olduğu için hâlâ ilham vericidir. Veya bilinç üstüne, bilincin dünyayla kurduğu ilişki üstüne, bilme arayışı üzerine söylediği şeyler ve bunlar arasındaki diyalektik ilişki epistemologlara hâlâ önemli bazı şeyler öğretebilir. Ama bütün feminizm ve kuir kuramın sonunda Hegelci olması gerektiğini düşünmüyorum. Farklı perspektiflerden bir meseleye baktığımızda o meselenin nasıl göründüğünü ve neye benzediğini merak eden birisiyim. Örneğin, natüralist bir perspektiften baktığımızda, kuir kuramın nasıl görüneceği ve nasıl ontolojik varsayımlar yaptığı veya toplumsal cinsiyet odaklı bir teorinin nasıl ontolojik varsayımlara dayandığı kuir oluşların iki farklı yerden bakıldığında nasıl göründüklerini ve uzlaştırılıp uzlaştırılamayacaklarını merak ediyorum. Farklı kuramsal perspektiflerden bakmak… Bazen bu perspektifler arasında karar veremeyebiliriz. Örneğin; doğa mı kültür mü? Belki de bu sorunun hiçbir cevabı yok. Belki iki taraftan da keşfetmemiz ve bir seçim yapmamamız lazım. Ancak böyle davranırsak karşımızdaki fenomenin ikisinin etkileşimine dayanan varlığını anlamamız mümkün olacak. Dolayısıyla önce bir kuram seçip, sonra o kurama bağlı felsefe yapmak bana göre bir şey değil çünkü ben başka perspektiflerden aynı meselenin nasıl göründüğünü çok merak ediyorum ve bazen karar verilemezlik noktasında kaldığım da çok oluyor.
O zaman henüz ucu kapanmayacak bir ufka doğru yol alıyoruz.
Bu ne demek? Bence henüz karar veremeyiz, beklemek zorundayız demek. Kuramların arasında dolaşmak daha iyi düşünmeyi, başka şeyleri de hesaba katmayı sağlıyor. Kuram seçimini keyfî bir biçimde yaparsak, felsefe de bir beyin jimnastiğine döner. Benim için felsefenin beyin jimnastiğinden çok daha geniş bir anlamı var çünkü ben felsefeyi, tıpkı varoluşçular gibi, varoluşsal meseleleri kavramak, yeniden düşünmek, varoluşsal imkânları keşfetmek için bize bir takım araçlar sunan bir düşünüm gibi düşünüyorum.
Sizi doğrudan bir filozofla ilişkilendirmek için değil fakat bu farkların devam edeceği ve meselelere dair farklı yaşamların süreceği noktasında, Deleuze’e bir göndermeniz var mı?
Deleuze’e ve diğer filozoflara dair benimsediğim şeyler olsa da, kendimi ne Deleuzcecü ne Platoncu ne Hegelci olarak görüyorum. Felsefe şöyle bir şey; bir düşünürü okumak, size dünyayı bir anda belli bir şekilde gösteriyor, yani dünya size bir anda çok farklı ve özel bir tarzda anlam ifade eder anlama geliyor. Merleau-Ponty’yi okuduğunuzda doğa size bambaşka bir şey ifade eder; Deleuze okuduğunuzda dünyayı bir güçler ilişkisi içerisinde görmek mümkün oluyor ya da yaşamı olumlamanın anlamını yeniden düşünmeye sevk ediyor sizi. Ama buradaki perspektiflerin çoğulluğunu bir bakış açısını seçerek feda etmek istemiyorum ben. Bu çoğulluk bana zengin geliyor. O yüzden bu filozofların hepsi benim için bir meseleyi düşünürken bana eşlik edebilecek arkadaşlar. Ben bu arkadaşların hiçbiriyle olan arkadaşlığımı, diğeriyle olan arkadaşlığım için feda edemem. O yüzden aslında aynı anda birçok filozoftan bahsediyorum. Ama tabii bu benim onların söylediği her şeyle hemfikir olduğumu değil, onlardan ilham almaya devam ettiğimi gösteriyor. Bunlar ilham kaynakları benim için.
Bir süredir feminist politika ve söylemlerin, ortaya çıktıkları andan itibaren hedeflediği bir ayaklanmaya tanık oluyoruz. Tabana giderek yayılan ve bununla birlikte üst sınıftan büyük destek gören bir hareketlilik bu, belki en açık halini #MeToo eylemlerinde gördük. Bu noktada, teori ve pratiği sürekli bir arada yürütmesi gereken feminizmin, böylesi pratik yankılar bulunduğu dönemde, felsefî temellerini inceleyen bir kitap çıkardınız. Pratiğin bu kadar ön plana çıkması, feminizm ve kuir kuramın bir süredir kültürel çalışmalara kayması, kuramsal alan açısından ne ifade ediyor?
Kuram pratik ilişkisi de felsefî bir sorun. Marksizm içerisinde, Heidegger’de, Sartre ve varoluşçuluk bağlamında hatırlanabilir. Fakat kendi bağlamımda şunu söylemek istiyorum: Toplumsal cinsiyet alanı aslında cinsel farkların anlamlanmasıyla ilgili normların, kavramların ve iktidar ilişkilerinin alanıdır. Ve biz farkında olmasak da bu alan kavramlar içeriyor. Pratik de bu kavramlarla şekillenmiş durumda. Pratiği şekillendiren kavramlar üzerine ne kadar düşünüldüğü, bunların kadar sorgulandığı ayrı bir mesele. Pratiğin içinde de, örneğin aktivizmde olduğu gibi, bu kavramların sürekli bir biçimde sorgulaması gerekir. Aktivizm bu sorgulamayı ifade ettiği ve içerdiği ölçüde teorik alana açılıyor. Yani, teorik olan nedir zaten? Yaşantı üzerine dönüp, o yaşantıyı kuran kavramları açıklama, sorgulama ve temellendirme denemesidir. Pratik-teorik karşıtlığı burada zıt kutuplar gibi durmasına karşın birbirini dışlayan kutuplar değil. Pratiğin de kendisine özgü bir anlama biçimi var. Teorikten kasıt ne? Eğer teori hiçbir zaman pratikle ilgisi olmayan, saf bir biçimde bakış olarak anlaşılsa dahi pratik-teorik kutupluluğu zıtlık biçiminde işlemiyor. Çünkü teorik bir çalışma yapmak da bir pratik aslında, yani o da bir performans, o da bir müdahale. Teorik bir şey ürettiğiniz zaman pratik alandan kopmuş olmuyoruz çünkü teorik performanslar da var ve o teorik performanslar da bizim pratik, kamusal alandaki varoluşumuzu şekillendiriyor. Dolayısıyla burada sürekli bir etkileşimden söz etmemiz lazım. Benim yaptığım tarzda çalışma yurt dışında var. Türkiye’de yok. Türkiye’de bu felsefî alanda çok az çalışma var. Makaleler ve küçük kitaplar şeklinde var ama daha çok olmalı. Türkiye’de felsefe bölümleri henüz feminizm ve kuir kuramı teorik bir alan, ders verilecek, tez yazılabilecek bir alan olarak kabul etmediler. Bizim burada akademiyi de tekrar şekillendirmek gibi bir görevimiz var. Fakat bunu yapabilmek için öncelikle bu konunun felsefî bir konu olduğunu göstermemiz gerekiyor. Bunun neden felsefî olduğunu, başından itibaren böyle olduğunu ve çağdaş felsefenin bir konusu olduğunu ortaya koyan eserler vermeliyiz ki akademide bunun içerilmesi süreci başlasın. Sosyoloji ve kültürel çalışmalar alanlarında var ama felsefede henüz pek yok. Felsefede olabilmesi için telif eserlerin ya da çeviri eserlerin olması, iyi bir külliyatın oluşturulması lazım.
Yani başta feminizm ve kuir kuramın felsefeden ilham alırken, şu an tam tersi şekilde felsefenin feminizm ve kuir kuramdan öğrenebileceklerine dair konuşuyoruz.
Tabii ki. Bir bakıma bunlar birbirinden ayrılmaz, dinamik araştırma alanları. Tek bir konumun bulunmadığı araştırma alanları. Benim kitabım da aslında bunu konu ediniyor. Tek bir feminizm yok, tek bir kuir kuram yok. Bu alanlarda farklı konumlar mümkün; farklı ontolojik varsayımları ve farklı epistemolojilere sahip olabilirler; bedeni farklı anlıyor olabilirler. Bu da aslında zenginleştiriyor. Çünkü herkesin kabul etmesi gereken tek bir teori, dogmatizm yok. Bu da pekâlâ bir felsefî alan çıkarıyor ortaya. |