"Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı."
1950'lerde Türkçe edebiyat önemli bir dönüşüm geçiriyordu. Öyküde klasik yapıları sorgulayan bir alt üst oluş yaşanıyor, şiir İkinci Yeni bağlamında yepyeni bir kimliğe bürünüyordu. Değişim edebiyatla sınırlı değildi; resimde, heykelde, karikatürde, mimaride, tiyatroda, sinemada yeni anlayışlar ortaya çıkıyor, matbaacılık, reklamcılık, galericilik ve koleksiyonculuktaki değişim birbirini destekleyerek sivil alanda modern bir kültürün oluşmasını sağlıyordu. Siyasal yaşamın çokseslileşmeye başlaması ve hızlanan kentleşme bağlamında gerçekleşen bu kültürel dönüşüm, sayı ve etkileri giderek artan edebiyat dergilerinde bireycilik, toplumculuk, gerçekçilik, öznellik, iç yaşantı, yerlilik ve taklitçilik gibi konular etrafında yoğunlaşan tartışmalara neden oluyordu.Kabuğunu Kıran Hikâye’de Jale Özata Dirlikyapan, 1950 kuşağı öykücülüğünün serpilme koşullarını ve getirdiği yenilikleri dönemin birincil kaynaklarından yola çıkarak irdeliyor. Öncelikle, kuşağı "hazırlayan" Sait Faik, Vüs'at O. Bener ve Nezihe Meriç'in yapıtları üzerinde duran Dirlikyapan, ardından, kuşağı oluşturan Yusuf Atılgan, Orhan Duru, Ferit Edgü, Leylâ Erbil, Özcan Ergüder, Bilge Karasu, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Erdal Öz, Demir Özlü ve Adnan Özyalçıner'in öykülerinde dile gelen izlek ve teknikleri mercek altına alıyor. Öykülerde farklılaşan içerik öğelerinde gerçeküstücülük ve varoluşçuluğun izini süren yazar, anlamsızlık, hiçlik, bunaltı, kötücüllük, suç ve intihar gibi izleklere odaklanıyor. Metinlerin getirdiği biçimsel yeniliklerin ise cümle yapılarında ve kurgularda belirginleştiğini ortaya koyuyor. Kabuğunu Kıran Hikâye, bir anlamda, "hikâye"nin "öykü"ye dönüşümüne tanıklık ediyor. Jale Özata Dirlikyapan’la kitabını konuştuk.Öncelikle Kabuğunu Kıran Hikâye kitabının ortaya çıkış süreci hakkında biraz konuşalım isterseniz?Elbette. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi bu çalışma doktora tezimin gözden geçirilmiş hali. Hocam Süha Oğuzertem’in danışmanlığında tezin üzerinde 2 yılı aşkın bir süre çalıştım. İncelemem gereken yaklaşık 15 öykücü bulunduğu için ve ben bu öykücülerin 1950-1960 yılları arasında yazdıkları öyküleri ele alacağım için zamanımın çoğu kütüphanelerde dergi tarayarak geçti. Yorucu olduğu kadar keyifli bir süreçti bu. Yeni öykü anlayışı üzerine yapılan tartışmaları ve bugün için bile yenilikçi sayılabilecek öyküleri okudukça, genelde göz ardı edilmiş 1950 kuşağının modernist atılımlarının önemini daha iyi kavramaya başladım. Tez 2007 yılının Ağustos ayında tamamlandı ve bu yılın Haziran ayında da Metis Yayınları tarafından yayımlandı.
Kitabınızın bir hedefe ulaşmak gibi bir kaygısı vardır mutlaka... Bu çalışma ile neyi amaçladınız? Çalışmanın iç bölümlemesini hangi amaçları göz önünde bulundurarak yaptınız?Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı. Bu yıllarda yazınsal kavrayışta yaşanan değişimi anlamak ve anlatmak için siyasal ve kültürel gelişmeleri de aktarmam gerektiğini düşündüm. Yenilikçi anlayışla yazılan öyküler çevresinde çıkan tartışmaları ve bir önceki kuşağın genç öykücülere bakışını yansıtmaya çalıştım. Böylece yenilikçi öykücülerin nasıl bir ortamda “yeni”nin peşinden koştukları daha iyi anlaşılacaktı. “Kuşağın İlk Yenilikçi Öykücüleri” başlığı altında Sait Faik’in
Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabını ve sonrasını, Vüs’at O. Bener ve Nezihe Meriç’in ise 1952-1953 yıllarında yayımlanan ilk kitaplarını inceledim. 1950 kuşağı öykücüleri için Sait Faik’in yeri çok başkadır. Özellikle 1952 yılında yayımlanan
Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabıyla hem kendi öykücülüğünde bir dönüşüm gerçekleştirmiş hem de yenilikçi öykücülere yol açmıştır. Kuşağın “varoluşçu” öykücülerinden Demir Özlü, kuşağı çok etkileyen Sartre’ın adını bile ilk kez Sait Faik’ten duyduklarını söylüyor örneğin. İlginç değil mi? Her neyse, sonuç olarak bu ilk yenilikçi ustalardan söz etmeden 1950’lerin sonlarında yayımladıkları kitaplarıyla hikâyeyi “daha da” dönüştüren gençlere geçmek pek doğru olmazdı. Kitabın son bölümünde ise söz konusu öykülere tematik ve biçimsel açıdan yaklaşıyorum. 1950 kuşağı öykücülerinin öykülerinde ortak olan kimi izleklerin peşine düşüyorum. Cümleyi nasıl eğip büktüklerini, kurgusal hamleleri, Türkçe edebiyat tarihinde ilk kez bu kadar yoğun bir biçimde “ben”e ve “ben”in içinden geçenlere odaklandıklarını göstermek gibi bir amacım var burada.
1950 Kuşağı'nın Türkçe edebiyat açısından taşıdığı önemi konuşarak devam edelim...Dediğim gibi, bu öykücüler ilk kez öyküde modernist atılımlar gerçekleştiriyorlar. En önemlisi de edebiyatta “yenilik” denen şeyin ancak “biçim”de gerçekleştirilebileceğinin gayet farkındalar. Aslına bakarsanız biçim ile içerik denen ikiliyi birbirinden tamamen ayrı düşünmek çok da doğru olmaz. Birbirlerini değiştirme potansiyeli olan iki şeyden söz ediyorum aslında. İçerik değiştiğinde biçim eski biçim değildir artık ve tersi de geçerli... Bu öykülerde de bunu görüyoruz. Cinsellik, intihar fantezileri, kıskançlık, kötücüllük ve suç gibi daha önce çok yanaşılmamış, şöyle bir değinilip geçilmiş ya da kitapta dediğim gibi “öykülerin esasını oluşturmamış” meseleler mümkün olduğunca derinlere inilerek ele alındıkça biçimin de klasik öykü biçiminde kalamayacağı açık. Öykülerde ele alınan kişilerin benliklerine uygun olarak cümleler kuralsızlaşıyor, fazla kısalıyor ya da fazla uzuyor, fazla karmaşıklaşıyor; klasik kurgulama biçimi altüst oluyor, önce söylenmesine alıştığımız şey sonra, sonra söyleneceğini beklediğimiz şey en başından söyleniveriyor. Kısaca hiçbir şey eskisi gibi değil artık!
1950 Kuşağı’nı gerçeküstücüler gibi, fütüristler gibi yahut Garipçiler gibi bildirgesi olan, kurallar ve ilkeleri şu ya da bu ölçüde seçikleşmiş bir edebiyat akımı olarak ele almak mümkün mü?Sanırım mümkün değil. Bu öykücülükle aynı dönemlerde ortaya çıkmış “yeni bir şiir anlayışı” olan İkinci Yeni’yi düşünelim örneğin. Bu anlayışın da bir bildirgesi falan yoktur aslında. Tamam, Asım Bezirci gibi bazı eleştirmenler bazı ortaklıklar saptamaya çalışmışlardır ama şairler tarafından ortaya atılmış bir bildirgeden, ilkeler bütününden söz edemeyiz. Muzaffer İlhan Erdost çıkmış,
Pazar Postası’nda bu yeni yeni ortaya çıkan şiir anlayışına bir ad takıvermiştir İlhan Berk’ten etkilenerek... Takmayabilirdi de. İşte, 1950 kuşağı öykücülüğüne isim babalığı yapacak bir eleştirmen çıkmamıştır. Belki de öykünün Türkiye’de şiir gibi bir tarihi, köklü bir geçmişi ya da geleneği olmadığındandır. Aslında Asım Bezirci gibi yazarların İkinci Yeni için yaptığı genellemeyi 1950 kuşağı öykücülüğü için yapmaya, derleyip toparlama çabasına girmeye çalışıyorum bu kitapta; kimi zaman öykücülerin bazı farklılıklarını es geçme pahasına... Çünkü her edebi kümeleşmede olduğu gibi bunda da genelleme yapıldığında gözden kaçan “yazara has özellikler” var. Ama Sevim Burak, Oğuz Atay ya da Sevgi Soysal gibi sonraki modernistleri yere göğe koyamazken, onları ilk yenilikçilermiş gibi ele alırken 50 kuşağı öykücülerine büyük bir haksızlık yapmayı sürdürmemek için bu genellemenin yapılması gerekiyordu.
Öykücüler dışında bu kuşağa dâhil edilebilecek isimler var mı?1950 kuşağı deyince o dönem edebiyatla iç içe olmuş insanları kastetmiyoruz elbette. “1950 kuşağı öykücüleri” olarak anılan bir gruptan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu topluluğa dahil edilebilecek öykücülerden başka isim yok.
1950 Kuşağının “öyküyü bugün aldığımız anlamda öykü yapan, daha doğrusu bunun yolunu açan Sait Faik'se, duvarı ören, böylece öykünün romandan bütünüyle bağımsız, şiire de epeyce mesafeli kılan” bir kuşak olduğu üzerinde durulurken kuşağın ortaya çıkışından önce öykü anlayışlarıyla bu kuşağı etkileyen yazarlara uğramak kaçınılmaz. Sait Faik,Vüs’at O.Bener ve Nezihe Meriç isimlerinin katkısı hangi boyutlardadır?Az önce de söz ettiğim gibi, bu üç isim yenilikçi genç öykücülerin ortaya çıkmalarında çok etkili olmuş isimler. Özellikle Sait Faik...
Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabındaki öykülerinde, önceki öykülerine göre daha karmaşık bir dil kullanması, gerçeküstü konulara yönelmesi, yer yer bilinç akışı tekniğini kullanması, onu yakından izleyen öykücüleri derinden etkilemiştir. Vüs’at O. Bener’i de öncüler arasında saymamın nedeni, klasik öyküleme tarzından farklı bir tarzı tutturduğu ilk kitabını 1952 yılında yayımlamış olmasıdır. Bener, bu kitabındaki öykülerde bireyin en derin korkularını, göstermeye korktuğu kötücül düşüncelerini, kendine özgü yalın ve kısa cümleli üslubuyla aktarmıştır. Daha önce hiç bu kadar cesaretle yapılmamış bir içsellik takibidir söz konusu olan... Nezihe Meriç ise, 1953’te yayımlanan ilk kitabıyla, genellikle kadın olan öykü kişilerinin sıkıntılarını, umutsuzluklarını ve mutsuzluklarını anlatır. Ama bunu geleneksel öykücüler gibi çarpıcı olaylardan güç alarak değil, anların gücünden yararlanarak yapar. Bener de Meriç de aslında gösterişsizliğin ihtişamını hissettirirler okura; yenilikleri, eskimeyişleri, modernlikleri de buna dayanır bence. Dolayısıyla bu isimler, genç kuşağa ilham vermiş, onları hayli beslemiş isimlerdir.
Peki bu kuşağın öyküde ortaya koyduğu anlayışla İkinci Yeni şiiri arasında bir bağ kurulabilir mi?Elbette. Aslında bu konuda en doğru saptamayı, Feyyaz Kayacan’ın Sığınak Hikâyeleri kitabına yazdığı önsözde Tuğrul Tanyol yapmış. Demiş ki “Türk edebiyatında öykünün şiiri etkilediği tek dönemdir belki bu”. Gerçekten de, şairlerle öykücülerin sürekli dirsek teması halinde olduğu, bohem benzeri bir deneyimi birlikte yaşadığı bu dönemde, yenilikçi öykücüler İkinci Yeni şairlerini hayli etkilemiştir. Dönemin dergilerine baktığımızda bir şairin bir öykücü hakkında (Edip Cansever-Demir Özlü) ya da bir öykücünün bir şair hakkında yazılar yazdığını görebiliriz. Octavio Paz der ki: “Modern çağ bölünmenin ve kendini yadsımanın çağıdır, eleştirinin çağı. Modern çağ değişimle, değişim eleştiriyle ve her ikisi ilerlemeyle özdeşleşmiştir”. Yenilikçi şairler de öykücüler de bu gerçeğin farkındaydılar. Her iki topluluk da öncelikle gelenekle hesaplaşma çabasında oldukları, kendilerinden öncekileri eleştirdikleri için benzer bir yazınsal kavrayışa sahiptiler. Birbirlerinin ne demek istediklerini, ne yapmak istediklerini anlıyorlardı. Haliyle her ikisi de klasik edebiyat anlayışına sahip edebiyatçıların eleştiri oklarına maruz kaldılar. Eleştirilerin özü şuydu: “Böyle şiir mi (ya da öykü mü) olur?” Öykücüler de şairler de çoğunlukla anlaşılmaz ve fazla “karanlık” olmakla suçlandılar. Oysa yeni anlatım olanaklarının peşine düşmüşlerdi ve bu “yeni” denen şeyin peşinden giderken, bazen dilsel oyunları abartıp belirsiz yollara saptıkları oluyordu. Ama 1950’lerde görülen bu arayışa sonraki öykücü ve şairlerin çok şey borçlu olduğu açık.
Bu kuşağa dâhil olan yazarlar genellikle ilk kitapları ile anılıyor. Bu nedenle, ilk kitaplar bu kuşak yazarlarının daha sonraki öykü serüveninin ana damarlarını gösteren en önemli kitap olma özelliğini taşıyorlar. Yazarların bir anlamda hep ilk kitaplarını yazdıklarını söylemek mümkün mü?Aslında bu yazarların ilk kitaplarıyla anıldıklarına pek katılamayacağım. Tersine, çoğu 1960 sonrasında yaptıkları çalışmalarla anılıyorlar. Çünkü çoğu 1950’lerde 20’li yaşlarını sürüyorlar ve edebiyat anlayışlarının olgunlaşması 1960’lı ve 1970’li yıllara denk geliyor. Hatta 1950’lerde yazdıkları öyküler genelde görmezden geliniyor. (Bu kitabın yazılmasının nedenlerinden biri de bu aslında). Dolayısıyla bu yazarların “hep ilk kitaplarını yazdıklarını” söylemek pek mümkün değil. Ama elbette “her yazar gibi” ilk kitaplarında öykü anlayışlarının ipuçlarını veriyorlar.
Doğan Hızlan, İshak'ın yeni basımında yer alan 'Sunu'da, bu kuşağın, Türkçe edebiyatın dönüşüm tarihindeki yerini vurgularken, 'Biz isyan etmek için isyan etmedik,' diyor. 'İlle de bizden öncekileri eleştirmek gerekir diye eleştirmedik. Yararlanabileceğimiz kaynakları yapay bir başkaldırma uğruna yok sayma züppeliğine düşmedik. Geleneğin eskiyen yanlarını tıraşlayıp içinden çıkardığımız yeniyi, yeniden yarattık. Yeniliğin de sahte göz kamaştırıcılığına, salt yenidir diye kapılmadık''diye de devam ediyordu. Bu kuşağın edebi yenilik ve edebi gelenek algısı hakkında neler söylersiniz?1950 kuşağı öykücüleri, her yeni oluşumun yaptığı gibi geçmişle bir hesaplaşma içine girmiş. Ama yalnızca geçmişle değil, kendileriyle aynı zaman diliminde yükselişe geçen “toplumcu gerçekçi” edebiyatla da yapmış bu hesaplaşmayı. Elbette amaçları gözleri kapalı bir biçimde farklılık yaratmak değil. Batı edebiyatından çevrilen modernist yapıtları okuyan, Batılı öyküleme anlayışından etkilenen bu genç yazarlar “birey”in peşine düşmüşler aslında. O tek insan neyi nasıl düşünür? İçinde hangi karanlık dehlizleri, korkuları, kötülükleri barındırır? Bazıları hayli acımasız olan toplumsal kurallar içinde nasıl ayakta kalır ya da nasıl dibe vurur? Bu sorulara yanıt vermek için de o tek kişinin içinden geçenlere odaklanmak, bilincine yanaşmak gerekecektir. Onlar da böyle yaparlar. Geleneksel anlatım tarzlarından yararlandıkları pek söylenemez aslında. Memduh Şevket Esendal ve özellikle Sait Faik’e olan hayranlıklarını her vesileyle dile getirseler de kendilerinden önceki kuşakla aralarındaki bağ —olması gerektiği gibi— epeyce zayıftır.
Peki bu algı dönemin edebiyat ortamında hangi tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuş?Yazınsal algıdaki bu farklılık da “gerçekçilik” anlayışındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. İşin ilginci, bu yenilikçi yazarlar bireyin ruhsal yaşantısının giriftliğine uygun bir dille onun ruhunu aktarmaya çalıştıklarında; yani bireyin iç sesini verdiklerinde örneğin, bazı gelenekçi yazarlar bu öykücülerin “gerçek”ten koptuklarını, hatta gerçeküstüne vardıklarını söylerler. İşin komik yani, tam da daha “gerçekçi” olmak istedikleri anda, yaptıkları işe “gerçeküstü” denmesidir. Ya da, Leylâ Erbil gibi Feyyaz Kayacan gibi yazarlar yine bilinç akışının gerektirdiği, zorunlu kıldığı kuralsızlıkla cümleler kurduğunda o yazarı “Türkçe bilmemek”le suçlayacak kadar komik duruma düşerler. Bu gelenekçi yazarlara göre gerçek denen şey katı, kurallı, genele seslenen, toplumun dertlerini aktaran, bilinçdışına, ruhsal yaşantıya falan bulaşmayan bir kavramdır. 50 Kuşağı yazarları buna “fotoğraf gerçekçiliği” demişler. Bununla ilişkili başka bir “kısır” tartışma da edebiyatçının toplumcu mu bireyci mi olması gerektiğine ilişkindir. Yeni öykücülere sırt çevirenlere göre “korkak yazar bireycidir”, bireyci yazar kaçak güreşir, bireyci yazar kendi bunalımlarıyla uğraşır, toplum meselelerine burun büker, bireyci yazar bencildir, duyarsızdır, vs... Üstelik bu yazarların içine girdikleri bunalım da “bize özgü” değildir, Batı edebiyatından, felsefesinden çalıntıdır, taklittir. Zaten “şimdi” bunalıma girmenin sırası değildir, eylem zamanıdır. Bu tartışmanın taraflarını ve ayrıntılarını kitapta bulabilirsiniz zaten.
1950 kuşağı öykücüleri, bireyi, onun birey olma kavgasını, varoluşunu anlamlandırma çabasını çok sıkı bir anlatım örgülemesi içinde yansıtıyorlar... Sartre'ın ”İnsan, bir bunaltıdır” ifadesindeki “bunaltı” sözcüğü 1950 kuşağı öykücüleri için ne ifade ediyor?Öykülere baktığımızda bu “bunaltı”ya yol açan şeylerin toplumsal kurallar, belirlenmiş kadın-erkek rolleri, aile baskısı ya da gelenek baskısı olduğunu görüyoruz. Bu bunaltı her yazarın elinde farklı bir biçime bürünüyor. Örneğin kimi zaman evi saran böceklerle, farelerle, kaynağı belirsiz seslerle dışavurulurken, kimi zaman da çalınan bir “don”la, bir “elma”yla ya da kimi zaman her yerde ortaya çıkan kötü kokularla aktarılıyor. Bu bunaltıyı, öykülemekten çok “anlatan” ve bu özelliğiyle kuşak içinde ayrı bir yeri olan isim ise Demir Özlü’dür.
1950 Kuşağı diye andığımız yazarların öncelikle a ve Mavi'den serpilip boy atmış olduklarını biliyoruz. Kuşağın ürünlerini yayımladıkları dergiler ve bu dergilerin özellikleri nelerdir?
Belirttiğiniz gibi öncelikle a ve Mavi dergileri kuşak için büyük önem taşıyor. Salim Şengil’in dergileri Seçilmiş Hikâyeler ve Dost’ta da kuşak yazarları rahatça öykü yayımlayabilmişler.
Yeni Ufuklar ve
Pazar Postası dergilerinde de hem yeni anlayışla yazılmış öyküler hem de az önce sözünü ettiğim tartışmalar yer bulabilmiş. Bu dergilerin ortak özellikleri yeniliğe açık olmaları ve genç öykücülere önyargılı yaklaşmamalarıdır.
1950 kuşağı olarak anılan yazarların ortak ya da farklı yönlerinden söz edilebilir kuşkusuz... Burada andığımız yazarların dünden bugüne uzanan tüm bir edebiyat uğraşına baktığımız zaman değişen değişmeyen unsurlar dediğimizde hangi ögeler öne çıkar?Aslında kısaca yanıtlanamaycak kadar kapsamlı bir soru bu. Yine de kısaca şunları söyleyebilirim: Çoğu 1950 kuşağı öykücüsü ilk kitaplarındaki yazınsal kavrayışlarını korumuş ve sonraki yapıtlarını bunun üzerine inşa etmişler. Yani değişimleriyle okuru çok da şaşırtmamışlar. Bazılarının ise (Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz gibi) 1960’lardan sonra toplumsal reflekslerinin geliştiğini, ideolojik seçimlerine koşut bir edebiyat anlayışı geliştirmeye başladıklarını görüyoruz. Bu kuşağın başlattığı yenileşme dalgası Sevim Burak, Oğuz Atay, Sevgi Soysal gibi yeni isimlerle varlığını sürdürmüş, bazen de güçlendirmiş. Bu modernist ivme 1970’lere gelindiğinde roman türüne de sirayet etmiş. Dolayısıyla diyebiliriz ki Türk edebiyatında modernist unsurlar kendini ilk önce romanda değil öyküde göstermiştir.
Demir Özlü'nün 'Tutunmaya çalışmayacağım' diyen öykü kahramanının ardından yaklaşık on beş yıl kadar sonra Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'la ortaya çıkması ilginç. Bu kuşağın sonraki edebiyat ortamına etkileri/katkıları bağlamında neler söylersiniz?Orhan Duru’nun öykülerini okuduğunuzda da yer yer Oğuz Atay ironisinin kokusunu almamanız imkânsız. Dediğim gibi, bu kuşağın edebiyatımıza etkisi sanıldığından büyük olmuş. Yalnızca öykünün sınırları içinde kalan bir yenileşmeden söz etmiyoruz çünkü. Yer yer şiiri de etkilemiş ama en çok romancıları kalkındırmış bir hareket bu. Özellikle de varoluşçuluğun ya da Batılı modernist yapıtların Türk edebiyatına iyi kötü etki etmiş olması, sonraki yazarların modernist algılarının daha da olgunlaşmasına ön ayak olmuştur.
Çalışmanız hakkında iki noktada yapılan eleştiriye değinelim diyorum: İlki bu kuşak üzerinde dolaylı etkisi bulunan Kafka’dan etkilenme konusunun sınırlı tutulması .İkincisi ise Freud etkisinin yeterince irdelenmemesi.Bu konudaki eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?Evet, aslında bu konuda tek bir eleştiri var, o da Kemal Varol’un yazısı. Ferit Edgü bağlamında Kafka etkisinden az da söz ediyorum kitapta. Freud etkisi ise tahmin edersiniz ki bu kitaba sığacak bir konu değil. 15’e yakın yazardan söz ediyoruz. Freud etkisini enine boyuna tartışmak için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Hem Kemal’in sözlerini eleştiriden çok bir “çağrı” olarak düşünmek istiyorum ben. Bu alanda, bu kuşağın yazarları hakkında çalışmalar yapılması ve mümkünse bu çalışmaların Kafka ve Freud etkisi üzerine olmasına yönelik bir çağrı...
Söyleşi için teşekkür ederim.Ben teşekkür ederim.