Ermeni kökenini keşfedişini anlattığı Anneannem'den üç yıl sonra, Türk avukat Fethiye Çetin Ayşe Gül Altınay ile beraber ailelerinde saklı ve Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler olgusuyla yüzleşen Türkler üzerine bir eser yazdı.NAM: Ayşe Gül, geriye dönüp baktığımızda, Anneannem kitabıyla Fethiye Çetin’in öncü bir rol oynadığını söyleyebilir miyiz?Ayşe Gül Altınay: Kesinlikle! Serdar Can'ın kitabı (
Nenemin Masalları) daha önce çıkmış olsa da kısıtlı bir okur kitlesine ulaşmıştı; Ermeni kadınlarının Müşlümanlaş(tırıl)masını gündemde bahis konusu yapan
Anneannem’in 2004'te yayımlanması oldu. Yayımlanmasından bu yana 8 anı veya öykü kitabı daha bu meseleyi doğrudan ele aldı. Ancak Fethiye Çetin'in kitabı kamuoyunda muazzam bir başarı yakaladı ve Batı Ermenicesine, Doğu Ermenicesine, İngilizceye, Fransızcaya, İtalyancaya, Almancaya ve Yunancaya çevrildi. Kitabın gücü Arendt'in “eleştirel anlatım” dediği şeyde yatıyor: “ben” ve “öteki” kavramlarının yeniden tanımlanmasına izin vererek empati yaratan, tarih konusundaki resmi söylemden kopan bir hikâye.
Bir antropolog olarak Ermeni meselesiyle ilk ne zaman karşılaştınız? Fethiye Çetin ile ne zaman tanıştınız?Altınay: Doğrusu bu çok ilginç bir soru.
Anneannem’i okurken Ermeni Felaketi'yle “ilk karşılaşmam” aklıma geldi. Kitabın ortalarına doğru, Fethiye Çetin, anneannesinin bahsettiği Çermik'te Ermenilerin içine atıldığı bir kuyu hakkında yazıyor. Bu bölümü okurken göz yaşlarına boğuldum çünkü 9-10 yaşlarındayken tam da bu kuyunun yanında Ermeni Felaketi'nden haberdar olmuştum. Diyarbakır ve çevresinde büyüdüm. Babam (Karakaya Barajı'nın inşaatında) mühendis olarak görev yapıyordu. Çermik'i gezmeye gittiğimizde etrafı gösteren genç adam bir kuyuyu işaret etti ve “işte buraya da Ermenileri atıyorlardı” dedi, dedesinin birkaçını kurtardığını hemen ekleyerek. Bu durum, Ermeni Felaketi'nin anısının “yerel belleğin”, en azından ülkenin bazı kesimlerinde, bir parçası olduğunun bir göstergesi. Örneğin, Çermik bayırlarına tarım için inşa edilmiş güzel “terasların/ sıra evlerin” aynı zamanda Ermenilerden miras kaldığını da biliyordum. Dolayısıyla, çocukken hem Diyarbakır ve çevresindeki Ermeni mevcudiyetinden hem de felaket dolu yazgılarından haberdar olarak büyüdüm. Elbette sonrasında okulda öğrendiklerim bambaşka bir hikayeydi. Sorunla akademik olarak ilk karşılaşmam, 1990'ların başlarında Taner Akçam'ın kitaplarıyla oldu.
2004 sonu 2005 başı gibi bir akademisyen olarak soruya ilgi duymaya başladım. Bu
Anneannem'i ve Takuhi Tovmasyan'ın müthiş yemek-anı kitabı
Sofranız Şen Olsun'u okuduktan ve Osman Köker'in
Sireli Yeğpayris/Sevgili Kardeşim: 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler sergisini/kitabını gördükten sonra oldu.
2005 yılında (ağır eleştiriler sonucu Mayıs ayından Eylül'e ertelenmek zorunda kalan), Ermeni Felaketi üzerine ilk eleştirel konferans olan “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” konferansında bu kültürel çalışmaların Türkiye'de açtığı eleştirel alandan bahsettiğim bir sunum yaptım. Fethiye Çetin'le birçok defa karşılaştım: onu radyo programıma ve üniversiteye davet ettim. Bu süre içerisinde
Anneannem okuyucularıyla görüşmeler yapıyor ve Ermeni dede ve ninelere sahip birçok farklı “torun”u tanıma fırsatı buluyordum. Fethiye ve arkadaşlarımız Müge Sökmen ile Nadire Mater'le başka
Torunların hikâyelerine adanmış bir kitabın ihtimali üzerine konuşmaya başladık.
Torunlar o zamandan beri hayatımızın bir parçası.
Fethiye Çetin, öncü rolünü sakin bir güçle üstleniyorsunuz. Ancak şimdiye dek görmezden gelinmiş toplumsal bir gerçekliği güncel hale getirerek yeni araştırma alanları açacağınızın farkında mıydınız?Fethiye Çetin: Anneannemin hikâyesini öğrendikten ve bu hikâyeyi çevremdekilerle paylaştıktan sonra beni en çok etkileyen, bana en çok dokunan şey, bu kadınların suskunluğu oldu. Yaşadıkları onca acıya rağmen yıllarca bu acı hatıralarını sese dönüştüremeyen ancak unutmamak için de yıllarca içlerinden tekrarlayan bu kadınların sayıca çokluğu dikkatimi çeken bir diğer konu oldu.
Anneannem’i yazarken bir amacım da bu suskunluğun üzerine gitmek ve bu gerçekliğe dikkat çekmekti. Yazarken sezgisel olarak kitabın çok ilgi çekeceğini ve çok yankısı olacağını düşünmüştüm. Ama, bu hikâyenin yeni bir araştırma alanı açma konusunda sizin söylediğiniz ölçüde bir etkisinin olabileceğini düşünmemiştim doğrusu.
Torunlar çalışmasıyla neyi amaçladınız? Bu yeni kitabın amacı nedir?Çetin: Bu topraklarda yaşanan adaletsizliğin bu kadar yıldır giderilmemiş olması adil ve barışcıl bir gelecek kurmamızı engelliyor. Bu adaletsizliğin giderilmesi için de önce adaletsizliğin ne olduğunu ve bu adaletsizliğe yol açan eylemlerin neler olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Bu kitap bir ölçüde bunu yapmayı amaçlıyor. İkincisi, geçmişte yaşanan travmalar konuşulmadığı için toplum olarak o travmaların içinden çıkamıyoruz, içinde yaşamaya devam ediyoruz. Bu kitaptaki hikâyeler bizi travmaların nesiller arasındaki yolculuğunu ve bugünümüzü nasıl etkilediklerini gösteriyorlar. Bu kitabın bir amacı da merak duygusunu uyandırmak.
Anneannem yayımlandıktan sonra bulunduğum hemen her ortamda karşılaştığım, hatta kimi kez beni yollarda durduran yüzlerce insan, kendilerine şu soruyu sorduklarını ve araştırmaya başladıklarını söylediler: “Neden nenemin (ya da dedemin) hiç akrabası yoktu, neden o yalnızdı?” ya da “Neden aile tarihimizde dedemden öncesini bilmiyorum?”
Anneannem, o günleri anlatırken, her acılı anının arkasından bir süre suskunluğa bürünür ve sonra “O günler gitsin, geri gelmesin,” derdi. İlk duyduğunda kimsenin itiraz edemeyeceği ve hemen herkesin katılacağı bu temenniyi yaşama geçirmek sanıldığı kadar kolay değil. Bu zorlu ama bir o kadar da zorunlu bir süreç. Eğer, “O günler gitsin, geri gelmesin ve bir daha yaşanmasın,” diyorsak ve bunu gerçekten istiyorsak bunun bir yolu var ve bu yol geçmişi ve bu geçmişin bugün bizlerde bıraktığı izleri anlamaktan geçiyor.
Altınay: Bu çalışmaya şu tür sorularla yola çıktık: Neredeyse yüz yıl sonra 1915’te yaşananlar “
Torunlar” için ne ifade ediyor? Neden yüz yıl sonra bugün nenelerin, dedelerin (veya annelerin, babaların, kendimizin) Ermeni olduğunu paylaşmak bu kadar zor, bu kadar sancılı? Bu acının ve suskunluğun üzerine gitmek başka acıları ve suskunlukları görmemize, konuşmamıza, aşmamıza yardımcı olabilir mi? Veya başka acıların ve suskunlukların daha oluşmadan önlenmesine katkı sağlayabilir mi? Herhangi bir acının “en büyük acı” olduğunu düşünmeden tüm acıları bir arada değerlendirebilir, aralarındaki tarihsel-politik ilişkileri görebilir miyiz? Görüştüğümüz
Torunların önemli bir kısmının hikâyesinde bu tür bir çokkatmanlılık var ve tüm acıları, tüm deneyimleri, hiyerarşi gözetmeden ciddiye almaya, farklı acılar arasındaki ilişkileri görmeye ve hepsini birden ortadan kaldırmaya bir davet var. Biz bu çalışmaya devam ederken, bu davetin Türkiye’deki en güçlü seslerinden biri, sevgili Hrant Dink bizden zalimce koparıldı. Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın Vicdan Filmleri çalışmasında da kullanılan bir sözü var Hrant’ın: “Sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkûm edildi. Şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor.”
Torunlar kitabının bu arayışa mütevazi bir katkı sunması en büyük temennimiz.
Bu tanıklıkları toplamaya nasıl başladınız?Altınay: 2005 ile 2009 yılları arasında Adana'dan, Ardahan'dan, Adıyaman'dan, Amasya'dan, Artvin'den, Bingöl'den, Diyarbakır'dan, Elazığ'dan, Erzincan'dan, Erzurum'dan, Eskişehir'den, Gaziantep'ten, İstanbul'dan, Izmir'den, Kayseri'den, Konya'dan, Malatya'dan, Mardin'den, Muş'tan, Ordu'dan, Siirt'ten, Sivas'tan, Tokat'tan, Trabzon'dan, Tunceli'den, Urfa'dan ve Van'dan birçok torunla tanıştık. Bazılarıyla sadece kısa söyleşiler yaptık, bazılarıyla ise kitap için uzun görüşmeler gerçekleştirdik. Hikâyesini kitap için paylaşmak istemeyenler oldu (belki de kendi hikayelerini başka biçimlerde yazacaklar). Kitaptaki bütün anlatılar ses kayıt cihazına kaydedilen yüz yüze görüşmelerden ortaya çıktı. Görüşmeler esnasında çok az soru sormaya özen gösterdik, onun yerine iyi dinleyiciler olmaya çalıştık ve
Torunlar bizimle ne paylaşmak istiyorlarsa onu dinledik: hayatları hakkında, dede ve ninelerinin Ermeni kökenlerini nasıl keşfettiklerini, bunun onlar için ne anlama geldiğini, 1915'te olanları nasıl tahayyül ettikleri ve konunun bugün nasıl tartışıldığını, bu tartışmanın “geleceğini” ve Ermeni-Türk-Kürt ilişkilerinin geleceğini nasıl gördüklerini... Görüşmelerin birçoğu bir buçuk-iki saat sürdü, bazı
Torunlarla ise yarım ya da tüm günü beraber geçirdik. Hatta bazı durumlarda daha da fazla zaman geçirdik. Görüşmeleri yazıya döktükten sonra yayına hazırladık; konuşma dilinin samimiyetini korumaya çalıştık, cümlelerini ve düşüncelerini ifade etme tarzlarına mümkün olduğunca müdahalede bulunmadan. Kitaptaki bütün “
Torunların” metnin son halini okuma imkânı oldu.
Bu bizim için çok değerli, ilham verici, bize güç veren bir öğrenme ve paylaşma süreci oldu. Kitaba katkıda bulunan herkesin samimiyeti, cesareti ve düşünceliliği bizi derinden etkiledi. Kitaptaki anlatılar (dede ve ninelerin) hayatta kalma, (
Torunların) kendilerini tanımlama tarzları, siyasi görüşler, aynı zamanda sosyo-ekonomik, etnik ve dindar/seküler arkaplanlar bakımından şaşırtıcı bir çeşitlilik sunuyor.
Çalışmanız yavaşça Türkiye'deki kimlik kavramının yeniden tanımlanmasına katkıda bulunuyor. Ermenistan ve Türkiye arasında ne olursa olsun, sizin sorunsalınız Türkiye ile ilgili kalacak. Diyasporada da Torunların bu önemli meselesinin artık gözardı edilemeyeceğini fark ettik/keşfettik. Yaklaşımınız hem Ermenileri hem de Türkleri kendilerini ve “ötekileri” temsil ediş biçimlerini yıkmaya mecbur bırakıyor, değil mi?Çetin: Artık Türkiye’de çok sayıda insan aile tarihlerine ilişkin olmak üzere sorular soruyor, nenelerinin, dedelerinin hikayelerini araştırıyor. Ben bu yaklaşımı son derece sağlıklı buluyorum. Şöyle ki; insan bir kere ninelerinden ya da dedelerinden birinin farklı bir etnik ve dinsel kökene sahip olabileceğini düşünmeye; nenesinin ya da dedesinin “düşman” olarak tanımlanan gruba ait olup olamayacağı konusunda soru sormaya görsün işte o andan başlayarak “düşman onlar” anlatısı yıkıma uğramaya başlıyor. İnsan o andan itibaren ötekine düşman olamıyor. Etnik saflık söyleminin saçmalığı ortaya çıkıyor. Ve insan o andan itibaren merak etmeye, kendisine dayatılan her şeyi sorgulamaya başlıyor.
Bu kitabı oluşturan hikâyeler geçmişe değil bugüne, ölüme değil hayata odaklanıyorlar, karamsarlığı değil umudu çoğaltacaklarını umuyoruz. Bu kitap “nenelerin dedelerin” değil “
Torunların” kitabı. Artık
Torunlar, nenelerinden dedelerinden devraldıkları acıların kendilerini nasıl etkilediğini, bu gerçeği nasıl taşıdıklarını, acılarla dolu geçmişin nasıl konuşulacağını ve sorunun nasıl aşılacağını tartışıyorlar. Birbirinden etkili hikâyeleriyle Ruanda’da çok kişinin hayatını kurtarmış Paul Rusesabagina’nın eşsiz deyişini hatırlatıyorlar: “Geçmişi değiştiremeyiz, Fakat geleceği iyileştirebiliriz.” Umalım ki bu hikâyeler, birbirimizin acılarını dinlemeyi, anlamayı teşvik etsin, geçmişin yaralarını sarmaya, geleceğimizi iyileştirmeye küçük de olsa bir katkıda bulunsun.
Torunlar hadisesi karşısında toplumun tepkisi nasıl oldu? Fethiye Çetin’in'nin ilk kitabıyla, ve Torunlar’a kadar zihinler değişti mi?Altınay: Anneannem'den sonra Türkiye'de, 1915 ve 1916 katliamlarında Müslümanlaş(tırıl)arak hayatta kalmış Osmanlı Ermenilerinin akıbeti hususunda bir ilgi patlamasına tanık oluyoruz. Sorulması gereken sorulardan biri “Neden şimdi?”, bir diğeri de “Neden şimdiye kadar değil?”. Bu son soru (Türkiye dışındaki) Ermeniler için de sorulması gereken elzem bir soru. Çünkü, sonsözümde yazdığım gibi, arşivlerde, erken dönem hatıratlar ve tanıklıklarda, ve “aile hatıralarında” Türkiye'de kalmış Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler hakkında her zaman bir sürü bilgi vardı. Ancak bir şekilde, son birkaç seneye kadar, kimse bu hikâyelerin keşfine bir ilgi göstermedi.
Torunlar için araştıma yaparken, Türkiye'de kalmış Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin çoğunun daha sonradan Ermenistan, Suriye, Fransa ve ABD’deki aileleriyle ilişki kurduklarını öğrenince çok şaşırmıştık. Yani, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler'in hikâyeleri üzerindeki suskunluk sadece Türkiye'de değil Ermeni diyasporası edebiyatının kendisinde de mevcut bir suskunluktu.
Son 20 yılda, Türkiye önemli bir dönüşümden geçiyor – daha açık, kendini eleştiren, demokratik bir toplum. Avrupa Birliği'ne üyelik süreci bu açılıma anlamlı ölçüde katkıda bulundu, özellikle hukuk reformu sürecini hızlandırarak; ancak şu da söylenmeli ki Avrupa'daki Türkiye'ye karşı şüpheci ve düşmanca tavırlar Türkiye'de bu tür bir açılımı zorlaştıran oldukça yıkıcı bir geri tepki yarattı. Militarizmden homofobiye, kadına karşı şiddetten Ermeni Felaketi'ne, eskiden “tabu” olan bir takım konular/meseleler şimdi dinamik araştırma, yazı, değiş-tokuş ve siyasi aktivizm alanlarına dönüştü. Böylece, başka ayrımcılık biçimlerinin yanısıra milliyetçilik, seksizm, heteroseksizm eleştirilerinin aynı noktada birleşmesi, eşzamanlılığı ve genel olarak “kimlik” meselelerine karşı büyüyen ilginin Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeni dede ve ninelerin hikâyelerine olan ilgi patlamasında payı var.
2005 ile 2009 arasında gerçekleştirdiğimiz görüşmelere geri dönüp baktığımda, anlatıları biçimlendiren belirli iki etki göze çarpıyor: İlki,
Anneannem'in eleştirel hikâye anlatımının imkân verdiği içebakış ve paylaşım alanı – görüşme yaptığımız “
Torunların” çoğu
Anneannem’i okumuştu ve birçok durumda, kitap hayatlarını değiştirmişti. Etkisi o kadar ciddiydi. Görüşmelerde, kendi hayat hikâyelerini ve bu konu hakkındaki düşüncelerini devamlı olarak
Anneannem üzerinden düşünerek anlatıyorlardı. İkincisi, insanların “suskunluğu bozma” kararında Hrant Dink'in zalimce öldürülmesinin alevlendirdiği suçluluk, utanç ve isyan duyguları önemli bir rol oynadı. Türkiye'nin geçirdiği açılımın en güçlü seslerinden biriydi ve bu açılımın serbest bıraktığı milliyetçi kaygıların karşılığını hayatıyla ödedi. Cesur mücadelesi ve cinayetinden dolayı herkesin duyduğu utanç çok daha fazla insanı konuşmaya cesaretlendirdi, diye düşünüyorum.
Hrant Dink saklı kimlik konusuyla yakından ilgileniyordu. Bu meseleyi onunla tartışma fırsatınız oldu mu?Çetin: Hrant’la bu konuda çok konuştuk.
Anneannemin hikâyesinde benim için çok önemli bir yeri var Hrant’ın. Ölüm ilanı
Agos’ta yayımlandıktan sonra, Amerika’daki akrabalarla beni buluştururken, kitap yayınlandığında, Ermenicesini eline aldığında ve bana Ermenistan’a beraber gitme teklifinde bulunurken onun o coşkulu heyecanını hiç unutmayacağım. Heyecanı, yıllarca gizlenen bu gerçekliğin artık açıkça konuşulur hale geleceğini düşünmesindendi. Bu kitabı yapmaya karar verdikten sonra da Hrant’la defalarca konuştuk. O da çok sayıda torunun aradığından ve hikâyelerini paylaştığından söz ediyordu.
Altınay: Onunla kitap üzerine yaptığımız sohbetleri hatırlamak benim için gerçekten acı verici. En son onu öldürülmesinden birkaç hafta önce, eşim Hakan'la birlikte güzel bir yemekte görmüştüm.
Torunlar hakkında uzun uzadıya konuştuk. Bu öykülerin ortaya çıkmasının bir yas ve iyileşme sürecinin gerçekleşmesi için ne kadar önemli olduğunu tekrar tekrar vurgulamıştı ve sonunda, gerçekten çok heyecanlanıp “Bu kitaba katkıda bulunmamı istiyorsan, ne yazmak istediğimi kesinlikle biliyorum” dedi. Yazmaya imkân bulamamış ve kitabın yayınlanmasını görememiş olması bana büyük acı veriyor ancak katkısı paha biçilemeyecek derecede.