Kemal Selçuk:
"Romanda önce atmosfer arıyorum"
Mahir Bora Kayıhan, Cumhuriyet Kitap Eki, 24 Temmuz 2008
Kemal Selçuk Kurşuni adlı 94 sayfalık romanına sanki sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görünen dünyaları sığdırıyor. Kitabı okuyup bitirdiğinizde bir sürü kitabı, birbiri ardına okumuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Ama çok katmanlı romanın sadece tek bir mekânda geçtiğini hatırlatayım. Ölüm, yazma sanatı, vicdan, kötülük, kıskançlık, delilik, felsefe, büyü kitabın hemen her sayfasında kendini gösteren konular.

Kurşuni, yaklaşık iki yıl aradan sonra yayımladığınız bir kitap. Daha öncekiler gibi yine kısa roman formatında yazılmış. Kısa yazmak sanırım sizin için bir tercih...

Kısa yazmak benim bilinçli bir tercihim mi, inanın bilmiyorum. Batı edebiyatında 'novella' denilen bir tarz var; kısa roman, uzun öykü veya romancık. Yani ne bilinen anlamda roman ne de öykü, arada bir metin. Sanırım benim eğilimim novella tarzına daha yakın. En azından daha önceden yayımladıklarım da gözönüne alınırsa öyle. Çünkü sonuçta ben romanı, novella olsun diye yazmıyorum. Metne son noktayı koyduğumda doksan ya da yüz sayfalık bir romanla karşılaşıyorum.

Bunda öykücülüğünüzün de payı vardır muhakkak...

Doğrusunu söylemek gerekirse daha önce yazdıklarımda öykücülüğümü hissetmiştim, yani cümle kuruluşlarıyla olsun, sözcük ekonomisiyle olsun... Ancak Kurşuni'yi yazarken uzun cümlelerin beni alıp sürüklediğini fark ettim daha ilk paragraftan itibaren. Kuşkusuz Kurşuni'nin dili roman dili, her ne kadar yapı itibariyle uzun öyküye benzese de.

Kurşuni'de benim ilk dikkatimi çeken kutsal kitap hikâyeleri oldu. Romanın ana kahramanlarından İhtiyar'ın bu hikâyelere sıkı sıkıya bağlı oluşu metne farklı bir bakış açısı getiriyor.

Kutsal kitap hikayeleri bir bakıma toplumsal bilinçaltını yansıtıyor. Yüzlerce, hatta binlerce yıllık hikayeleri az çok herkes bilir, ancak bazı kimseler bilmekle kalmaz, sıkı sıkıya bağlanır onlara. İlk bakışta İhtiyar'ın hikâyesi gibi görünse de farklı okumalara açık bir metin Kurşuni. Hatta yazmak üzerine bir metin şeklinde de okunabilir gibime geliyor.

Haklısınız, yazma heveslisi çırak yazma tekniklerine kafa yoruyor. Kitabın ilgimi çeken bir yanı da dramatik ölümler; çocukların talihsiz bir kaza sonucu hayatlarını kaybedişi.

Aksi ve inatçı karakteriyle pek seveni olmayan bıçkıcı İhtiyar'ın tomrukların altında kalarak ölen çocuklarının yasını yıllarca tutması, bu acıdan kurtulmak için kutsal kitap hikâyelerini anlatan felsefe okumuş kafadan biraz çatlak deliyi can kulağıyla dinlemesini uzunca bir süre düşündüm. Aslında Kurşuni, Ağaç Adamlar adlı kitabıma adını veren öykümden doğdu. O öyküyü bir türlü unutamamıştım. 2000 yılında yazdığıma göre 6 yıl içimde taşımışım demek ki. Araya başka kitaplar girdi ama o öyküdeki atmosfer bir türlü yakamı bırakmadı.

Sanki o mekânı tanıyor gibisiniz?

Evet, bıçkıcıların dünyalarını az çok biliyorum. Çocukluğumda yaz tatillerinde bıçkıcılarda çalışmıştım. 1982-83 yazlarında... Hayatımın en renkli günleriydi. Bıçkı, tomruk, talaş, sonra sert ustalar, ezik çıraklar... Orhan Kemal'in öykülerini aratmayan dünyalar yani. O yıllarda öyle çok hayal kurardım ki, dönüp baktığımda şaşırıyorum doğrusu. Bıçkıda çalışırken uzay gemisi yapıp arşa yükselmek (!), balona benzer tahtadan bir uçakla dünyayı gezmek ya da Mister No gibi Amazonlar'da kaybolmak. Yaşamın ağır koşullarını bilmeden geçirdiğim yıllardı o günler, tıpkı diğer çocuklar gibi. Bu yüzden diyorlar ya yazarın en zengin malzemeleri hep çocukluk yıllarından çıkar diye. Çünkü sonradan masumluğu yitiriyorsunuz elinizde olmadan. Ölüm bile bir oyun geliyor o yıllarda insana.

Peki nasıl oluyor da o yıllardan böylesi bir roman doğuyor, bunu anlamaya çalışıyorum.

Önce ben bir anlasam! Şimdi siz kahramanlar gerçek mi diye de merak ediyorsunuzdur. Ama peşinen söyleyeyim, yazınsal anlamda ne kadar gerçekseler o kadar gerçekler. Benim için en ilginç olan ne biliyor musunuz; bana ilham kaynağı olan İhtiyar'ın öldüğünü daha romanın başında söylüyor çocuk, yani ölmüş olan bir adamı anlatıyor – işte o ölmüş olan adamın anlatıldığı romana son noktayı koyduğumda, bana ilham vermiş olan adam da yaşama veda etti. Bunu daha sonra öğrendim tabii.

Tabii ki onu siz öldürmediniz! Romanda çırak ve İhtiyar dışında başka kahramanlar da var: Zeynep, İsmail, Tuğrul, az da olsa Böcek Emin... Hepsinin ortak özelliği kıskanç, haset yüklü oluşları. Kötü insanlar diyelim biz onlara kısaca. Özellikle de Zeynep. Büyüyle, hesapla kitapla soluk alıp veren bir tip. Gerçek yaşamda da rastlıyoruz böyle insanlara.

Haklısınız, karakterler gerçekçi. Hangi birimizin büyü, cin peri hikayesi yoktur? Hele bizim toplumda. İhtiyar'ın aptal oğlu İsmail'i elde tutmanın, dahası gelin geldiği evde ağırlığını koymasının yegâne yoludur büyü Zeynep açısından. Ayrıca komşu bıçkıcı Tuğrul'la ilişkisi de vardır. Ben Zeynep'in ve diğer kahramanların kötülüğünü öne çıkarırken bir bakıma İhtiyar'ın vicdanına dikkat çekmeye çalıştım.

Romanın geçtiği neredeyse tek bir mekân var: Atölye, avlu ve ev...

Ben sınırlı mekanları seviyorum. Carson McCullers'ın, Düğünün Bir Üyesi adlı romanı neredeyse bir evin mutfağında geçer. Buna tümevarımsal bir yaklaşım da diyebiliriz kanımca. Bir atölyeden evreni kucaklamak, birkaç karakterden yola çıkarak tüm bir insanlığa ulaşmak gibi. Örneğin, ben Hitchcock'un Arka Pencere adlı filmini defalarca seyrettim, yine seyrediyorum – tek bir odada geçen diğer filmi İp'i de öyle. Bu belki de benim tiyatroyu sevmemden kaynaklanıyor. Sinekten yağ çıkarmayı seviyorum diyelim biz buna kestirmeden.

Kitabın adı için ne diyeceksiniz?

Kurşuni en sevdiğim renk değil ama sanırım bu romanın atmosferine de en çok yakışan renk.

Sonra düşlere de en çok yakışanı. Ölüm döşeğindeki İhtiyar'ın, delinin tavsiyesine uyarak düşlerini anlatmaması çok etkilemişti beni. Yusuf Aleyhisselam da olduğu gibi –rüyalarını kardeşlerinden korunmak için anlatmamıştı peygamber– ağzını sıkı tutması gerektiğini söylüyor deli. Çünkü rüyada bile yaşanan mutluluğu kıskanacaktır gelin. Bunun gibi daha tüyleri diken diken eden pek çok bölüm var kitapta.

Dediğim gibi yıllar yılı içimde biriken romandı Kurşuni. Talihsiz bir şekilde tomrukların altına kalarak can veren çocuklarının ölümünü kabul etmeyerek, tıpkı Nemrut'un Babil Kulesi gibi tomruktan kulesini yükselttikçe yükselten İhtiyar, bir vicdan gibi oturmuştu yüreğimin bir köşesine.

Kirmasti'de geçen romandaki o trajik kaza gerçek miydi?

Bunu söyleyemem. Hem ne önemi var ki bunun? O iki çocuk çoktan öldüler ve babaları yıllarca yasını tuttu. Tutmakla da kalmadı kutsal kitap hikâyelerine sıkı sıkıya bağlandı.

O mekân, o atölye duruyor mu, hiç olmazsa bunu söyleyin?

Duruyor.

Peki, bu konuda konuşmak istemediğinize göre, çırağa dönelim yine. Çırak hem İhtiyar'ın vicdanı olmaya soyunuyor daha ilk paragrafta hem de yazmayı kafaya koyuyor iyice. Aslında romanı yazanın o olmadığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda.

İsterseniz bu kısımları okuyucuya bırakalım, ne dersiniz?

Peki, ama şunu da söylemek istiyorum, romanı okurken sık sık Marquez'in ve bazı Amerikan romancılarının kitaplarını düşündüm. Sanki kitabınızın büyülü bir tarzı varmış gibi geliyor.

Marquez, sonra Capote, Carson McCullers benim dönüp dönüp okuduğum yazarlar. Sanırım ben romanda önce atmosfer arıyorum. Olay örgüsü beni pek çekmiyor. Çizgisel yapıda işleyen yapıtlardan çok döngüsel yapıdakiler ilgilendiriyor beni. Yani romanın sonunu okumasam bile olur! Hatta bazı paragraflarını yeniden yeniden okumaya bayıldığım kitaplar çok. Düşsel Amerikan kırsalıyla Bursa'daki kasabaların ortak özellikleri yok mu? Orada da hayalperest insanlar var elbette, burada da. Önemli olan yazın sanatıyla o dünyalara uzanmak. Ben Borges'i de, Orhan Pamuk'u da seviyorum. Hatta onlar her kitabın başka kitaplardan doğduğunu söylüyorlar yanılmıyorsam.

Postmodern bir yaklaşım değil mi bu?

Postmodern veya değil. Önemli olan gerçekten daha gerçek olmak bence. Buna hangi yoldan ulaştığınız sizin tercihiniz. İster gerçek bir olaydan yola çıkın, isterse tamamen hayal dünyanızdan. Sonuçta kurmaca sanatı yaptığınız. Örneğin Capote'nin Soğukkanlılıkla'sı, bunu başarmıştır. Ya da ne bileyim Kara Kitap'taki karakterler, yaşadıkları. Edebiyat bence gazete kupüründeki haberden daha gerçek, daha inandırıcı olabilmektir. Ya da gerçeğe, gerçeküstücü bir yaklaşımla ulaşmaktır. Tabii bu hangi gerçeği, nasıl anladığınıza da bağlı.

Delinin, İhtiyar'a durmaksızın filozof Berkeley'den alıntılar yapması farklı bir gerçeklik arayışı olsa gerek.

Evet, Berkeley'in, madde diye bir şey yoktur, demesi hangi yazarı kışkırtmaz ki? Acaba dünya gerçekten sadece algıladıklarımızdan mı ibaret? Yazar buna felsefeci olarak değil de bir edebiyatçı olarak yaklaşır, deyim yerindeyse bir şairdir daha çok bu sorunun yanıtını ararken. Çünkü Kurşuni'de söz konusu olan İhtiyar'ın vicdanıdır.

Bir bakıma da insanlığın vicdanı... Son olarak şunu sormak istiyorum, sanırım az yazıyorsunuz?

Ben, Kurşuni'de yavaşlığı keşfettim – yazarken olabildiğince yavaş ve soğukkanlılığı korumayı. Az demeyelim buna, günde 30-40 kelime! Bu yüzden birkaç haftada yazılabilecek bir kitabı aylar sonra tamamladım. Bundan da şikâyetçi değilim. Şu anda da aynı şekilde yazıyorum; yani günde iki cümle. Sekiz ay sonra kahramanlardan ikisi nihayet bir araya geldiler! Belki de yavaşlıkta kendimi buldum.
Okuyabileceğiniz diğer Kemal Selçuk söyleşileri
▪ "Vicdanın romanı"
Mahir Bora Kayıhan, Olay gazetesi, 27 Haziran 2008
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X