Son yıllarda ‘vatandaşlık’ kavramı, Türkiye’de ‘ideal vatandaş’ın oluşturulması üzerine yapılan çalışmalarda önemli bir artış var. Bunların bazıları, kitap olarak yayımlandı ve gayet ilgi çekti. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç Dr. Ayşe Kadıoğlu’nun hazırladığı
Vatandaşlığın Dönüşümü, tüm bu çalışmaların içinde yer aldığı ekseni ortaya koyuyor. Sosyal bilimlerde yeni bir yöntem olarak vatandaşlık çalışmalarını, ele alan temel makaleler yer alıyor kitapta.
Ayşe Kadıoğlu, kitaptaki kendi makalelerinde iki şeyin altını çiziyor. Birincisi, nüfus cüzdanına sahip olmanın vatandaşlık haklarına da sahip olmak anlamına gelmediği. Hatta vatandaşlığı sertifikaya ‘indirgemenin’ hakların ihlal edilmesini maskelediğini anlatıyor. İkinci olarak, bu haklara ulaşmak için daha demokratik bir toplum olabilmek için ‘ulus devletin zincirlerinden’ kurtulmak gerektiğini söylüyor. Tabii bu yolda Avrupa Birliği’ni çok önemli bir itici güç olarak işaret ediyor.
Vatandaşlık çalışmalarına yönelim nasıl oluştu?Ben vatandaşlık konusundaki çalışmaları ortaya çıktıkları 1991-92 yıllarından beri izliyorum. Geç modern zamanlar dediğimiz, içinde bulunduğumuz zamanlarda siyasetin parametrelerini belirleyen konular toplu biçimde vatandaşlık kavramı altında ele alınabilecek temalar oldu. Biz eskiden siyasetin parametrelerini sol ve sağ eksen etrafında düşünürdük. ‘Solcu musun, sağcı mısın’ sorusunun bir anlamı vardı, bugün bir anlamı yok artık. Başka bir parametre etrafında siyaset belirleniyor, tarntışmalar yapılıyor. Bu parametrenin içinde çeşitli konular var. Türkiye açısından bakarsak örneğin, ‘başörtüsü’ aslında bir vatandaşlık konusu olarak ele alınabilir. Başörtüsünü gericiliğin bir unsuru olarak görmeyi bırakıp onu yetişkin bireylerin bir hak talebi, temel bir vatandaşlık talebi olarak görmeye başlarsak onu bir vatandaşlık meselesi olarak ele alabiliriz. Ya da Kürt kimliği ile, anadilde eğitim ile ilgili konular... Bunlar da sonuçta bir farklılık talebidir, farklılığı yaşatarak var olmaya dair talepler. Ya da Türkiye’de gayri Müslimlerin mal edinmeye ilişkin talepleri. Bunlar en çok konuşulan konular ve siyaset de bu konuların etrafında dönüyor. Bütün bu konular aslında vatandaşlık haklarına dair konular.
Bütün bunlar dünya için de geçerli değil mi?Tabii, dünyada da 90’ların hemen başından beri vatandaşlık bir eksen olarak, etrafında bir çok konuyu konuşabileceğiniz temel bir kavram olarak ortaya çıkartıldı. Kimlik politikaları ortaya çıkmaya başladı 90’lı yıllarda. Ulus devletlerin şemsiye kimliği altında kaybolmak durumunda kalan etnik, dinsel kimlikler, kadın kimliği kaybolmaktan vazgeçip öne çıkmaya başladı bu dönemde. Bir yandan da siyasetin çehresini değiştirmeye başladı bu talepler. Amerika’da ‘farklı kimlikler bir kaynayan çorba gibidir’ derler ama kaynayınca yok oluyor. Şimdi mesela aşure gibi örnekler veriliyor, yok olmadan içinde varlığını, kendi tadını muhafaza ederek birlikte olmak. Günümüzün temel meseleleri bunlar etrafında dönüyor.
Kitabın hemen girişinde “Siyasal katılımı artırmanın yollarından biri, vatandaşlık kavramını ulus-devletin zincirlerinden kurtarmaktır” diyorsunuz. Nedir bu ulus devletin zincirleri?Ben ona ‘vatandaşlığın ulustan arındırılması’ da diyorum. Biliyorsunuz çağımızda ulus devletler içinde varoluyoruz, kimliğimizin olması için bir ulus devlete aidiyet gerekiyor. Şimdi vatandaşlığın ulustan arındırılması aslında ulusal kimliklerin yok olması değil. Ulusal kimliklerin de dinsel kimlikler gibi gönüllük temelinde varolan kimlikler haline gelmesi. Yani vatandaşlığın daha ziyade devlet ile olan bir ilişkiye işaret etmesi ki ‘çokkültürlü anayasal vatandaşlık’la bu kastediliyor. Vatandaşlık, devletin çokkültürlü anayasasıyla olan bir ilişki. Ve bu ilişkiye giden yolun illa bir millet nosyonundan geçmesi bir millet aidiyetinizin olması gerekmiyor.
Çünkü o ulusal kimliğe sahip olmayan insanlar bazen ulus devletler içinde kendi kimliklerini eritmek unutmak zorunda kalıyorlar var olabilmek için, ya da yukarı doğru sosyal hareketliliğe açık bir ortamda olabilmek, mal sahibi olabilek, eğitim hakkına sahip olabilmek için. Kendi farklı kimliklerini unutmak zorunda kalıyorlar. Bunun kaynağında şu var: Vatandaşlık, modern ulus devletlerde bir sertifika olarak görülüyor, bir sertifikaya indirgeniyor. Yani sizin bir sertifikanız varsa, bir kimlik kartınız varsa, bir ulus devlete aidiyetinizi belirten, o zaman vatandaş oluyorsunuz. O zaman bir takım hakların da bununla birlikte geldiği varsayılıyor. Halbuki gelmiyor. Vatandaşlığı sertifikaya indirgediğinizde, bir takım hakların aslında ihlal edildiğini maskelemiş oluyorsunuz. Ortadoğu’da birçok devlet vatandaşlık vermesine rağmen tüm hakları vermiyor kimi topluluklara. Örneğin, Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilere Ürdün kimlik kartları veriyor, fakat Ürdün’de ikamet etme hakkı, bu ülkedeki sivil ve sosyal haklardan yararlanma imkanı vermiyor. Türkiye’de de mesela Ermeni kökenli vatandaşlar var, nüfus cüzdanları var ve onlar Türk zaten deniyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğine sahip olunca tüm haklara da sahip oldukları var sayılıyor.
Meselelerin temelinde ulus devletin oluşma süreci var, oradaki bir etnik kimliğin egemen kimliğe dönüşmesi süreci var.Yani, bir ulusal kimliğin devleti rehin alması bu aslında. Bir ulusal kimlik devleti rehin alıyor, diğerleri ona uyum sağlamak zorunda kalıyor.
Bundan nasıl kaçınılabilir? Ulus devlet günümüz uluslararası sisteminde hâlâ çok etkili.Hayır zaten ulus devletin yok olmasından söz etmiyoruz. Dünyada da ulus devlet yok olmuyor belki ama vatandaşlığın ulustan arındırılması yönünde epeyce yol katedilmiş durumda. Türkiye’de bile bu böyle aslında. Türkiye’de diyebiliriz ki son yedi-sekiz yıldır AB’yle ilişkiler çerçevesinde pek çok yasal düzenleme oldu. Mesela 1991’e kadar özel alanda bile Kürtçe konuşmak yasaktı. Önce konuşma üzerindeki yasak kalktı, daha sonra eğitim, yayın yasaklarının kalkmasına yönelik bir takım düzenlemeler yapıldı. Ama uygulamada problemler sürüyor, mesela 2007’de Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Türkçe dışında belediye hizmeti vermesi üzerine görevinden alındı. Yasal düzenlemelerin yanı sıra gerek üniversiteler gerek sivil toplum kuruluşlarının girişimleriyle yapılan sergiler, konferanslarla aslında hep Türklük dışındaki kimliklerin varlığına ya da tarihteki varlıklarına, tarihteki bir takım eylemlerin sorgulanmasına yönelik bir sürü şey yapılıyor.
Gönüllük esasına dayanan bir vatandaşlıktan söz ettiğimizde vatandaştan devlete doğru bir ilişki gündeme geliyor, oysa esas meselemiz her şeyin devletten vatandaşa doğru kurulmuş olması.Şimdi öncelikli meselemiz ulusla devlet arasındaki evlilik. Önce onların bir boşanması gerekiyor. Ulusal kimliğin daha gönüllülük temelinde olabilmesi. Türklükten heyecan duymamanın mümkün olabilmesi. Bu başka ülkelerde de konuşulan konular. Ama bir yandan da son derece ciddi bir ulusal kimliğin hortlaması meselesi var. Yani zatan bu ikisi arasında cereyan ediyor siyaset, ulusal kimliğe sarılma, tutunma. Geçen gün Erdağ Aksel’le konuşuyorduk, ‘tutunamayanlar’ vardır ya, işte burada da ‘tutunamayanlar’ değil de ‘tutunmayanlar’ olsa. Yani ulusal ya da dinsel kimliğe tutunmamanın mümkün olabildiğini düşünüyorum. Yani insanlar bunlara tutunmadan da var olabiliyorlar. Ve bu insanlara da nefes alacak bir alan gerekiyor. Tutunmak isteyenler de tutunabilir zaten. Ama tutunmamanın suç olmaması, ulusal kimliğe tutunmamanın bir tercih olabilmesi ve bunun da yasal düzenlemelerle garanti altına alınabilmesi önemli. Mesela 301 gibi bir maddenin varlığı sizi tutunmak zorunda bırakıyor.
Yani o zaman devletin ‘milliyetçi’ bir devlet olmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Vatandaşlığı ‘milliyetçiliğin’ panzehiri olarak görebilir miyiz?Ben Türkiye için daha uygun bir kavram olduğu için ‘vatandaşlığın ulustan arındırılması’ ifadesini kullanıyorum. Halbuki, mesela Avrupa genelinde baktığımızda ‘ulus sonrası vatandaşlık’ diye bir kavram var, AB vatandaşlığı var. Vatandaşlığın ulustan kopmasıyla ilişkili konularda AB’nin çok itici bir gücü var. Almanya’da geçen yıllarda vatandaşlık yasası değişti mesela. Yıllardır vatandaşlığı ‘kan bağı’yla tanımlayan Alman vatandaşlık yasası, bu uygulamadan uzaklaştı.
Son yıllarda Türkiye’nin kendini, yakın tarihini daha çok sorgular olması Cumhuriyet döneminin daha tartışılabilir olması çalışmaları da etkiliyor, akademik dünya bu konulara daha özgürce eğilebiliyor gibi geliyor bana ne dersiniz?Doğru, kesinlikle böyle. Bunları Cumhuriyet’in demokratikleşmesine yönelik çabaların içinde düşünmek lazım. Bu araştırmalar eleştirinin bir temeli olması açısından önemli. Vatandaşlık üç şekilde çalışılabiliyor. Ya vatandaşlık eğitimi üzerinden ders kitaplarına odaklanıyorsunuz (Bununla ilgili müthiş bir kitabı Füsun Üstel yazdı.) ya hukuksal kategori olarak vatandaşlığı çalışabilirsiniz ya da kavramsal olarak yaklaşabilirsiniz ki benim hazırladığım kitap böyle.
Daha demokratik, daha katılımcı bir toplum için yeni bir vatandaşlık tanımından söz ediliyor. Ama vatandaşların tavrı da çok önemli, insanları bu yönde dönüştürmek mümkün mü?Beraber yaşamaya, farklılıklara açık olmak bir siyasi kültür meselesi. Ama değişmek söz konusu olduğunda iki şey önemli. Birincisi ders kitapları. İnanın bu ‘çok önemli’. İkincisi ise yasal düzenlemeler. Yani Türklüğe hakaretin suç teşkil etmesi, böyle bir kategorinin var olması tuhaf. Bunlar dil üzerinde kısıtlayıcı, düşünce üzerinde kısıtlayıcı. Böyle kısıtlamaların olmaması lazım. O zaman daha özgürce ifade edilebilir bir şeyler. Bunlar uzun soluklu şeyler. Yasal düzenlemelerin, müfredat değişikliğinin sonuçlarını uzun yıllar sonra alırsınız.
AB’yi de bu süreçte çok önemli buluyorum, Batı fetişizmine düştüğüm için değil. Biz büyürken hep ‘Batının medeniyeti alınacak, kültürü değil’ denildi. Bana sorarsanız bugün Batının görüntüsünü bir yana bırakıp hak temelli söylemini almamız gerekiyor. AB bizi bu yönde ittiriyor, AB’yi önemsememin sebebi bu.
Kitapta önemli bir makale de Fuat Keyman’ın Türkiye’de Çokkültürlü Anayasal Vatandaşlık’ı. Keyman’ın yaklaşımından söz eder misiniz?Fuat uzun süredir yazıyordu, bu kitap için beni kırmayıp yaklaşımını bir makalede topladı. Vatandaşlığı, çokkültürlü bir anayasa çerçevesinde devletle ilişkilendiren bir nosyondan söz ediyor. Orada da ulustan arındırmak, hukuk devletiyle olan ilişkiyi güçlendirmek söz konusu. Birlikte yaşamak için bir ulusal kimlik değil, ama hukuk devleti şart. Anayasanın da çokkültürlülüğe açık olması gerekiyor. Katılıma açık, farklı ulusal kimliklerden kişilerin yönetime katıldıkları, haklardan yararlandıkları bir ülke. Burada hukuk devletini yüceltiyor, eğer vatandaşlık bir sadakatse, ulus devlete değil ama belki hukuk devletine, çokkültürlü bir anayasaya sadakatten söz ediyor. İkinci konu vatandaşlığın hak temelli uygulanması. Sadece ortak iyiyi, ulusal çıkarları gözeten kişi değil, bireysel haklarının da farkında olan gerektiğinde bunları talep eden kişi.
Peki dışlanan kimlikler, Kürtler, başörtülü kadınlar, gayri müslimler; onlar nasıl bakıyorlar meseleye, onlar katılımcı vatandaşlık kavramından yanalar mı, bunun farkındalar mı?Her zaman değil. Bir ulusal kimliğin yerine başka bir ulusal kimlik ikame etmeye yönelik hareketler de var. Her türlü hareketi içinde şahinler var. Kürt kimliğini milliyetçi bir dille gündeme getirenler de var, daha çokkültürlülük temelinde dile getirenler de. Dinsel kimliğe sarılmış insanlar da var, dinsel kimliğe tutunmayıp başörtüyü savunan liberaller de...