Cem İleri:
"Karasu, okuru yazının vazgeçilmez bir ortağı kılar"
Murat Yalçın, kitap-lık, Sayı: 113, Şubat 2008
Yazının da Yırtılıverdiği Yer, bugüne kadar Bilge Karasu üstüne yazılıp söylenmiş, düşünülüp karara varılmış ne varsa hepsinin üstünde ve ötesinde, ama Karasu’nun tam yanında, hatta onun dilinin, biçeminin içinde durarak kotarılmış bir yapıt. Dilin, yazının sınır tanımazlığını böylesine güçlü bir biçimde duyurması beni heyecanlandırdı. Kitabın ortaya çıkışını, yazım serüvenini doğrusu merak ediyorum.
Teşekkür ederim, Murat. Açıkçası, Karasu üzerine bugüne dek yazılmış son derece önemli yazılar var, benim tek tek bu okumaların üstünde ya da ötesinde yer almak gibi bir niyetim yoktu kesinlikle. Mesele daha çok, 1930 doğumlu ve Türk edebiyatının birkaç öncü yazarından biri olan Karasu üzerine bütünlüklü bir kitabın şimdiye dek yazılmamış olması. Bu hepimiz adına bir utanç olmalı. Kitap, bu yüzden, kendi sorunlarını da beraberinde getiriyor. Öncelikle bizde üzerinde neredeyse hiç durulmayan “yapıt” kavramıyla yüzleşmeyi zorunlu kılıyor. Yapıt, kendisini oluşturan parçaların toplamından çok daha büyük ve kapsamlı bir bütünlük. Bu bütünlüğün nasıl oluştuğunu, nasıl işlediğini anlamaya çalışmaktı ilk baştaki amacım. Bu yüzden yaşamöyküsel bir araştırmadan, eleştirel bir metinden ya da bir yorum çabasından çok “okuma” olarak adlandırıyorum. Okumanın kişiye özgülüğünün altını çizmek amacıyla. Sonuçta beni Karasu’nun yapıtından daha fazla ilgilendiren, herhangi bir yapıtın nasıl en doğru şekilde okunabileceğini anlamaya çalışmaktı. Tabii söz konusu yazar Karasu olunca, bu iki kat zor bir iş haline geliyor. Kabaca iki ayrı kulvarda ilerleyen bir yapı var, birincisi baştan sona yapıtın izini sürerken ikincisi bir tür okuma yöntemi öneriyor. Kitap, bu iki çizginin birbirleriyle kesişme ve ayrışma bölgelerinden oluşuyor. Karasu’nun dilinin, biçeminin içinde durma meselesine gelince; eleştirinin, üzerine yazdığı yapıtın biçemiyle ilgili sorunsalı biçem olarak benimsemekle benimsememek arasındaki kararsızlığı son derece verimli olabilir. Fikrin ya da motifin gereğini yerine getirmek, metinsel düşüncenin üst-metinsel karşılığını bulmak, okunan şeye öykünmeye, giderek ona benzemeye de dönüşebilir, ama Karasu’nun yapıtının, kendi sözünü dayatan tek bir okumasını gerçekleştirme isteği, yapıtın ürettiği tüm okumaları yok etmekten, dolayısıyla bu biricik okuma olma isteğinin, kendisini geçersiz kılmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Ben de, tek bir okuma gerçekleştirmek yerine, olası tüm okumaların bir okumasını gerçekleştirmeye çalıştım. Yapıtın ürettiği anlamlardan çok anlam üretme stratejilerini açığa çıkarmayı, aynı anda hem yapıtı, hem yapıtın kendi kendisini okumasını hem de hemen her tür okurun okuma olasılıklarını bir arada okumaya çalışarak, bir “okuma-yazma biçimleri ansiklopedisi” olan yapıtın farklı kurmaca yazarları, anlatıcıları, metinleri ve okurları bir araya getiren çoksesli yapısını göstermeyi amaçladım.

Yazarı okura, okuru yazara dönüştüren bir makine gibi işleyen, okuru içine alan, türlü eylem imkânı sağlayan metinler üretmiş bir yazardı Karasu. Senin kitabın onun kitaplarına ustalıkla ilişmiş; onun uzattığı merdivenleri kullanarak içine girip kurduğu yapının koridorlarını dolaşmışsın. Bu noktada sanırım kritik soru şu: Karasu’da okur-metin-yazar üçlüsü nasıl sıralanır ve işler? Senin ifadenle, onun yapıtlarını okurken icra ettiğimiz şey nedir?
İcra disiplinlerarası bir kavram, farklı sanat disiplinlerinde birbirlerinden farklı anlamlar taşıyor ama genel olarak yorum öncesi bir aşamayı dile getiriyor. Yorum ile icra arasındaki sınır önemli. İcra etmek, öncelikle, ikincil bir iş, bir şey üzerinde çalışıyor, işliyor. Yorumlamaktan önce gelen bir eylem; önce, çünkü, icra etmek gerekiyor, doğru dürüst bir icra ile söz konusu yapıtı kat etmek, yapıta zarar vermeyen, biricik faydası da belki yalnızca bu olan bir okumaya girişmek. Bir işi, bir görevi (işi, diyelim, okumak olan birinin iş ahlâkıyla, görev bilinciyle) uygulamak, yerine getirmek, bunu yaparken de, her biri ayrı birer icra olan, notaları “seslendirme”, bir metni “sahneleme” (oynama), bir sanat eserini “sergileme” eylemlerini işin içine katmak: yapıtın zaten yaptığı bir işi, bir kez de onu okumak için yapmak. Karasu’nun yapıtının çoksesli yapısı içinde de sayısız icra aynı anda, eşzamanlı olarak işliyor. Metnin içinde, okumanın, yazmanın, yanlış okumanın, sürekli değişen, el değiştiren yazının jestleri, işin içine sürekli karışan başka yazarlar, yazanlar, başka biçimler, biçimleri yok edenler, yazılanı silenler, düzeltenler, yeniden yazanlar, yazı yazılırken yazıya eşlik edenler, yazıyı okuyanı dinleyenler aynı anda yer alıyorlar. Dolayısıyla icra, tüm bu düzeni, yapıtın zaten gerçekleştirdiği bir koreografiyi, hakkını vererek sahneye koymayı amaçlıyor. Benimkisi, yapıtın gerçekleştirdiği icra ile okurun sonradan gelecek icrası arasında bir denge kurmak; yapıtın anlatmak istediğine ve okurun okumasına eşit mesafede durarak, yorum yapmaktan özellikle kaçınarak bir tür harita sunmak. Okur-metin-yazar üçlüsünün nasıl sıralandığı ve işlediği, bu yüzden, kitabın en temel sorunlarından biri. Karasu’nun dünya edebiyatı ölçeğinde bir yeniliği, tam da bu noktada gerçekleştirdiğini düşünüyorum.

Neredeyse okuruna bir okuma biçimi öneren, hatta bir okuma hızı veren, bu anlamda doğurgan, organik metinler yazmış, yazma ve okuma hazzını yüksek tutmaya çalışmış bir yazardan söz ediyoruz. Salınımlarını, titreşimlerini ustalıkla belirlediğini, kendi metninle de aktardığını düşünüyorum. Okurunu eğiten bir yazarı okumanın güçlükleri, kolaylıkları – daha doğrusu yolu yordamı nedir?
Bu okurlara verilmiş en büyük özgürlüklerden biri, bence. Karasu yazısına eşlik ediyor. Asıl yeniliği de burada. Yazarı yazı yazan, işi bittiği anda da kenara çekilen bir figür olmaktan çıkarıp, yapıtın asıl konusu haline getiriyor. Neredeyse şu bile söylenebilir: okurla karşılaşan yapıt değil, yazarın ta kendisidir. Bilge Karasu’nun herhangi bir yazısını, Bilge Karasu tarafından yazılmış olduğunu görmezden gelerek okumak neredeyse olanaksız. Oysa herhangi bir kurmaca metni okuyabilmek için böyle bir bilgiye gereksinim duymayacağımızı düşünürüz. Üst-kurmacanın yazarı, yazarları bile metin içinde var olan, metnin dışına göndermeyen kurmaca varlıklardır. Karasu’da ise, üst-kurmaca olmayan, hatta kurmaca bile olmayan düz bir yazı bile bu eş(l)iğin farkında olmamızı ister bizden. Yazarın eşliği, yazınsal bir stratejidir. Karasu, kendi yazısına eşlik ederek, hem yolu gösterir hem de sınırları, kuralları, yasakları imler. Kural koymak, yazının yönelimlerini denetlemek adına önceden belirli sınırlandırmalar oluşturmak, kalıplarla, kalıpları taşıyan kalıplarla çalışmak, yazıyı bir bağlama oturtmak, yazınsal yapıtın tamamlanmışlığına, kapalılığına, biricikliğine yönelik bir karşı çıkıştır. Yazarın görünmesi de, bu anlamda, yazarın “söz”ünün yok edilmesine, kurmacanın öğelerinden birine dönüşmesine olanak tanır. Bu anlamda üzerinde ısrarla durulması gereken, Karasu’nun, Batılı çağdaşlarından çok farklı bir şekilde, okur özgürlüğünün önünü açan yepyeni ve tam da bize özgü, Doğu’ya özgü stratejiler geliştirmiş olmasıdır.

Yine, Yazının da Yırtılıverdiği Yer başında Karasu metniyle okuru arasına girmeye çalışmak yerine, Karasu’nun yaptığının bir benzerini yaparak, metnin sadece bir okuru olmayı denediğini, “model okur” olmaktan çekindiğini belirtiyorsun. Onu okumak ne tür bir işçilik gerektirir?
Karasu’nun bir “model okur” arayışında olduğunu düşünmüyorum, tam tersine her seferinde farklı okumaların ortaya çıkmasını amaçlıyor. Bu yüzden de okura büyük bir görev veriyor. Ama bunu baskıcı bir yöntemin dayatılması olarak görmemek gerekir. Okuru bir tür deneyime hazırlıyor. Bunu gerçekleştirebilmek kadar okumadan eli boş ayrılmak da olasılıklar arasında. Bu olasılıkların hiçbiri de diğerlerinden değersiz değil, deneyim anlamında. Kurguyu anlamaya yönelik her hareket, okurun yanlış yollara sapması, aşırı-yorumlar yapması, çok iyi anladığını sanması gibi sayısız okur kipini aynı anda barındıracak bir yapı var çünkü. Bir metni okurken, aynı metnin başkaları tarafından nasıl okunduğunu genellikle düşünmeyiz, başka okurların “şu an” okuduğumuzda neler bulabileceği bizi ilgilendirmez; oysa Karasu’da böyle bir duyguya kapılabilir okur, bunun bilgi birikimiyle de pek ilgisi yok, metnin temel gereklerini yerine getirdikten sonra en azından. Elimizden kaçmasının bir sebebi de bu, yazı “insancaya çevrilmiş”, bu yüzden okurdan insani tepkiler bekliyor, bu tepkileri öngörüyor, tetikte olmayı, hazır olmayı gerektiriyor, okuma işini okur için hazırladığı bir tuzaklar bütünü olarak değil, okurla birlikte ürettiği bir şey olarak görüyor. Karasu’dan alınabilecek en büyük ders, belki de, olup bitenleri, geçmişi, insanları, imgeleri, düşünceleri okuma ahlâkı üzerinedir. Karasu’nun ahlâkçılığı, bu yüzden, sürekli olarak yazıya gönderir. Başta Gece olmak üzere tüm yapıt, Yazı’nın (yazılı, görsel, işitsel metnin) doğru okunup okunmamasının sonuçlarını araştırır. Karasu, okuru yazının vazgeçilmez bir ortağı kılar. Okur kurgu olarak metnin konumunu ve doğasını araştırmakla görevlendirilir. Biçimlerin ve dillerin çokluğu, rekabet içindeki söylemler, tarzlar, sesler, kayıtlar örgüsü, tümü, metne değil okura gönderir. Yapıt farklı biçimsellikler, diller, söylemler, sesler ile işlemek yerine (böyle işlemesinin yanı sıra) bu farklılıkları bilerek bilmeyerek taşıyan okurların okumalarına açar kendisini, bu okuma olasılıklarının izlerini barındırır yalnızca. Postmodernist kurmaca, bilimkurgu, polisiye, fantastik gibi türlerin çoğul, koşut dünyalar kurmaya ve araştırmaya yönelik ilgisini kendine mal ederken, Karasu’da bu ilgiyle ve ilginin sınırlarıyla baş başa bırakılan okurdur. “Okuma kipleri” üzerine bir yapıttır bu. Tanıdık olanla olmayanın içiçeliği değil, okurun tanıdık olanla olmayan konusundaki beklenti ve niyetlerinin içiçeliğidir metni güdümleyen.

Bilge Karasu’nun ve yapıtlarının ilişkide olduğu müzik, resim, sinema, tiyatro gibi disiplinler açısından da yaklaşmışsın yapıtlara. Onun anlatılarında zaman ve mekân nasıl kurgulanır, nasıl biçimlenir? Yazısının dönendiği uzam hakkında ne dersin?
Karasu’nun yapıtının mekânsallığı, kitabın en önemli sorunlarından biriydi, en başından beri. Belki benim kişisel ilgi alanlarım ile yapıtın bu niteliği örtüştü, bu doğrultuda bir okuma gerçekleştirebileceğim ideal alanı yaratmış oldu böylece. İlk okumalarımda sezgisel olarak gördüğüm birtakım bağlantıların izini sürdüm ve böylece kitap bir yönüyle, hem Karasu’nun mekânla kurduğu ilişki hem de mekânsallık düşüncesinin edebiyat bağlamında ele alınma stratejileri üzerine bir araştırmaya dönüştü. Mekânsallık, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, sözünü ettiğimiz sanatların tümünde temel kavramlardan biri haline geldi, yaratıcı-yapıt-izleyici-okur ilişkisinin, yapıtın üretimi ve algılanması sürecinin yeniden ele alınmasını bir anlamda zorunlu kıldı. Güncel sanatta da, öncelikle, yapıtın anlamlandırılması dolayında önem kazandı, yapıtın (resmin, heykelin) parçalanmasına, yapıtın kendi içinde hep varolagelmiş devinimin harekete geçmesine, sanat yapıtının sınırları, yapıtın oluşması, korunması ve yinelenmesi, yeniden sahnelenmesi sorunlarının ortaya çıkmasına olanak tanıdı. Bu algı dönüşümünün edebiyattaki karşılığını bulmaya çalıştım ve Karasu’nun, Batı’da Yeni Roman’dan başlayarak süregiden bu yenilikçi edebiyat çizgisiyle ilişkisi üzerine yoğunlaştım. Tabii Karasu’nun son derece kendine özgü bir mekânsallığı söz konusu. Kitapta baştan sona işlenmiş bir konu bu ve özetlemek olanaksız. Kısaca söylemek gerekirse, olumsuz anlamda biçimsel bir öğe ya da öykünün içeriğine ilişkin bir öğe değil, tam tersine, asıl gücünü okuma sırasında gösteren, her şeyden önce anlamsal düzeyde işleyen bir düzenek. Yapıt anlam etkilerini üretmek için mekânsallığı başlıca araçlarından biri olarak kullanıyor.

Karasu’yu daha doğru, daha iyi okumamıza yardımcı kaynaklar nelerdir? Kitabında yeri geldikçe sinemadan, edebiyattan, tiyatrodan kimi yapıtlar üzerinde duruyorsun. Yani, Karasu makinesini dağıtıp toplamak için hangi aletleri kullandın, diye soracağım?
Müziğin, resmin, heykelin, tiyatronun dönüşümünün, giderek disiplinlerarası bir biçimin ortaya çıkmasının Karasu’nun yazı anlayışını büyük ölçüde belirlemiş olduğunu düşünüyorum. Karasu “işini” yaparken sürekli olarak bu değişimin ne anlama gelebileceği üzerine de düşünüyor. Yazılarında, konuşmalarında son derece ince göndermelerle, yazının “bugün” geldiği noktadan, diğer sanatların etkilerinden söz edip duruyor. Yazısı, görüntüyle, imgeyle, sesle, sahneyle metinsel düzeyde bir eşzamanlılık ilişkisi kuruyor. Bu anlamda disiplinlerarası bakış, bize yeni bir dil sunuyor, yapıtı okuma biçimimizi alıştığımız sözcüklerle, kavramlarla sürdürmemize engel oluyor. Karasu’nun imge odaklı yazısını anlamak için, imgeye, image’a, görüntüye, plastik sanata, müziğe bakmamız şart. Karasu’nun yazı anlayışını, icra, imge, bağlam, tasarım, betimleme, mekânsallık, eşzamanlılık, üst-metinsellik gibi disiplinlerarası kavramlar aracılığıyla çözümlemeye çalışmamın nedeni de bu.

Hazır bir dil/dünya kullanmamış, kendi dilini üretmekten hiç vazgeçmemiş, bu yüzden Türkçesiyle ilgili değişik vurgular yapılmış bir yazardı Karasu. Dil, yazı, okurluk konularında da eğitimin, öğrenimin gerekliliğine inanmış, bunu uygulamış bir kişiydi. Bu tutumu, yadırganıp “yaban”a atılmasının, sınırlı, sayılı bir okur-yazar çevresi içinde kalmasının da nedeniydi kuşkusuz.
       Bugünün edebiyat ortamına bakarak Karasu’nun anlatı oyunlarının geleceği hakkında ne düşünürsün? Bu noktada, Yazının da Yırtılıverdiği Yer ciddi bir katkı niteliğinde, sana teşekkür borçluyuz.

Karasu’nun yapıtını tek başına tepelerden birine yerleştirme isteğinin altında, onu göz ardı etme, görmezlikten gelme, başkalarının görmesini de engelleme arzusunun yattığını düşünüyorum. Sanırım bir mektubunda, Batı’daki yeniliklerden çok Hint’ten, İran’dan, Çin’den gelebilecek yeniliklere dikkat etmek gerektiğine ilişkin bir şeyler söylüyordu. Bugün hala ısrarla “öteki” ilan edilmesi, yalnızca iyi bir öykücü olduğunun söylenmesi, tuhaf ve geçersiz “deneysel” kategorisine sokulmaya çalışılması, belki de bu öngörüsünden kaynaklanan korkudan ileri gelmektedir. Karasu’nun ürettiği biçimlerle, biçemlerle yüzleşmek kolay değil, alışılagelmiş düzeni bozan birini de kimse kolay kolay kabullenemez. Karasu’ya en büyük kötülüğü onu en çok sever, kollar görünenlerin yapmış olması da bu açıdan anlamlı. Yazdıklarına kimi zaman “takır tukur” olduğu, Türkçe olmadığı, çeviri koktuğu hatta azınlık Türkçesi’ne çaldığı yollu ağır ve acımasız eleştiriler yöneltilmiş olduğunu hatırlatmak istiyorum. Oysa yapıtının sağladığı olanaklar, öngörüsünün gerçekleştirilebilmesi için bize büyük bir fırsat sunuyor.
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X