Judith Hermann 1970 Berlin doğumlu. İlk öykü kitabı Sommerhaus, Später (
Yaz Evi, Daha Sonra) 1998 yılında çıktığında, çoğunlukla yeni öykücüleri bekleyen akıbete uğramadı. Öyküleri binlerce yeni kitap arasında kitapçı raflarında sessiz sedasız kaybolmak yerine, büyük ilgiyle karşılandı. Hermann, Almanya’nın genç kuşak yeteneği olarak eleştirmenlerce büyük övgüler aldı. Öyle ki, kitabı uzun süre çoksatanlar listesinde kaldı, on sekiz dile çevrildi. Kendisinden beklenenin tersine roman değil de ikinci bir öykü kitabıyla çıktı okuyucunun karşısına.
Judith Hermann’la Türkçeye İlknur Özdemir tarafından
Yaz Evi, Daha Sonra adıyla çevrilen öyküleri üzerine konuşmak için puslu ve soğuk bir Berlin akşamında, Berlin’in ünlü kahvelerinden biri, sanatçıların ve edebiyatçıların da uğrak yeri olan Hakesche Höfe’de buluştuk. Burası onun öykülerinde sık sık geçen şehrin doğusunda yer alıyor. İlk kez karşılaşmamıza rağmen, birbirimize akademisyen çevresinde alışılageldiği gibi küçük adlarımızla ve senli-benli hitabederek sohbete başlıyoruz. Bu üslup bizi doğruca Berlin’e, Judith Hermann’ın karakterlerine ve yarattığı atmosferin ta içine ulaştırıyor.
Berlin’in doğusunda mı, batısında mı doğdun?Ben Batı’da doğdum ve orada büyüdüm. Yani şimdi yoğunlukla Türklerin oturduğu Neukölln ilçesinde.
Bunu sormamın nedeni, öykülerindeki mekânların ve anlattığın insan tiplerinin bana daha çok Doğu Berlin’i hatırlatmış olması.Aslında öykülerimden yola çıkarak eski Doğu Alman olup olmadığımı merak eden ilk kişi sen değilsin. Belki anlattığım insan tiplerinin, onların toplumsallaşmasının daha çok Duvar zamanlarının Doğu Berlin’inde gerçekleşmiş olması ya da öykülerde geçen yerlerin Doğu Berlin’de olmasıyla ilgili bu. Ben yirmi yaşıma kadar tam bir batılıydım. Ama doğu benim için keşfedilmesi gereken egzotik bir yer oldu hep. Duvar yıkıldıktan bir buçuk yıl sonra Berlin’in doğusunda yaşamaya başladım. Böylece, doğuda toplumsallaşmış insanlar hayatıma girdi daha çok. Bu da edebiyatımı etkilemiş olmalı. Biliyorsun, pek çok sanatçının, yazarın da mekân tuttuğu yer oldu burası.
Öykülerinde de, daha çok bu sanatçı çevresi var.Ben daha çok kendimi ve çevremde yaşayan insanları anlattım, diyebilirim. Elbette otobiyografik değil hikâyelerim. Ama fiktif–otobiyografik dersek yanlış olmaz.
Yan yana olan, ama adeta birbirlerine dokunmayan, daha çok kendileriyle meşgul karakterler hâkim öykülerine. Mesela, kitaba adını veren “Yaz Evi, Daha Sonra” adlı öykündeki Stein ve onun aralarına girdiği ya da girmeye çalıştığı sanatçı çevresi gibi...Açıkçası, ben bilinçli olarak böyle insan hikâyelerini yazmadım. Bugünün kendi merkezinde yaşayan, kendisi için pek çok şeyi isteyen, bu istekleri yüzünden de yaşamı hep erteleyen insanlarını, kendi neslimi, bildiğim çevreyi anlatmayı denedim. Bir de Berlin Duvarı’nın kalkmış olup, karmaşanın hâkim olduğu, insanların oradan oraya çalkalandığı 90’lı yılların Berlinli insanları bunlar. Duvar sonrasındaki bu karmaşa beni çok etkilemiştir. Bir oturmamışlık, bir başıboşluk vardı. Birbirlerini arayan, ama bir yandan da hayatı geldiği gibi yaşayan, birilerinin yaşamına girdiği gibi çıkıveren kayıp insanlar. Yani, ben, çevremdekiler. Stein bu çevreye girmeye, iletişim kurmaya çalışan yersiz yurtsuzlardan biri. İletişimsizlik! En büyük sorunumuz bu değil mi bugün? Bu iletişimsizliği, yalnız dünyaları anlatmak çekici geliyor bana.
Birbirlerine yakın olmalarına rağmen, adeta birbirlerine dokunmayan insanlar... Ama bir yandan da bu durumdan kaynaklanan bir hüzün, bir hayıflanma saklı satıraralarında. Aklıma Sonja adlı öykü geliyor. Bu öyküde, bir insanı, bir aşkı elinden kaçırmış olmanın kırıklığı var bence. Eklemem gerekiyor, beni en çok etkileyen figür Sonja oldu.Sonja figürünü galiba birçok insan çok sevdi. Belki de herkesin bildiği, başından benzeri geçmiş bir hikâye olduğu için. Mutsuz, karşılıksız ya da kaçırılmış bir aşk... Böyle kırık bir aşkı önce Sonja’nın ağzından yazmayı denedim. Ama bunu ancak âşık olunan kişinin perspektifiyle anlatırsam, aşkın muhatabı olan insan üzerinde yarattığı gücü, etkiyi hakkıyla verebileceğimi anladım. Sonja âşık olunan erkeğin gözüyle gizemli, aslında biraz da hayaletimsi, tam anlamıyla kavranılamayan bir figür oldu. Belki de Sonja’nın böyle kavranılmaz olması okuyucuları etkiledi. Evet, Sonja figürü biraz kırılgan, çok da erkeklerin ideal tipi olamayacak bir kadın. Ama özellikle aşk konusunda bu kadar kırılgan olmasına rağmen çok da güçlü ve kararlı. Sonja bir yönüyle benim bir yanım, ama aynı zamanda hep olmak istediğim halde olamadığım kararlı ve güçlü bir kadın.
“Sonja”da da, kitaba adını veren “Yaz Evi, Daha Sonra” öykünde de aşklar var, ama birbirlerine dokunmayan, cinselliğin kendisinin olmadığı, olduğu yerde onun getirdiği duygulanım halinin dile getirilmediği, adeta aseksüel figürler ön planda.Cinsellik günümüzde bir yandan herkesin çok rahatlıkla yaşayabileceği, bulabileceği bir eylem gibi. Oysa cinsellik mutluluğu, şansı vaadetmez. Cinsellik bence bir imkân olmamalı. Doğru, öykülerimin kahramanları neredeyse aseküksüeller. Çünkü, ilişkilerinde, birbirlerine dokunmalarında çaresizler. Öte yandan benim için erotizm, bazen “Bir kadeh şarap içelim mi?” diyen birinin sözlerinde saklı olabilir, yataktaki cinsellikte değil. Ama şunu da söyleyeyim, uzun uzun cinselliği anlatmayı sevmiyorum galiba.
Son yıllarda genç Alman edebiyatçıları Alman tarihiyle de çok ilgilenir oldular. Senin öykülerinde de yer yer tarih var. ”Kırmızı Mercanlar”daki büyük büyükannenin Rusya’daki hikâyesi ya da “Bir Şeyin Sonu” adlı öyküdeki büyükannenin anıları... Geçmişe dönüşler hâkim öykülere, ancak bugün pek çok Alman yazarın ilgilendiği Nasyonal Sosyalizm ve onun bugüne etkisi hemen hemen yok.Kişisel olarak Alman tarihiyle elbette ben de ilgileniyorum. Ama öykülerime kaynaklık edecek bir şey değil bu. Tarihin insan üzerindeki etkisini yazmaktan söz ediyorsan, bunun için belki de bir romana soyunmak gerekir. Benim ilgimi çeken, insanların küçük iç dünyaları. Bence son zamanlarda romanlarda insan yaşamına, onun iç dünyasına politik bir çerçeve verilmeye çalışılıyor.
Senden beklenildiği gibi roman yerine ikinci kitabının da öykü olması bundan mı kaynaklanıyor?Öncelikle roman için daha büyük dünyalar kurmak, belki farklı okumalar yapmak gerek. Ama bir yandan da roman gerçeklikten kaçıştır. Gerçek yaşam bütünlüğü olan kurgulardan meydana gelmiyor. Yaşam anlıkların toplamı. Ben de yaşamın bu anlıklarını, kadın ve erkeğin karşılaşmalarını, hatta çoğunlukla karşılaşamamalarını anlatmayı seviyorum. Bu da sanırım en iyi öyküyle gerçekleşebilir. Dediğim gibi, küçük ve çok sayıda anlardan kurulu dünyalar beni cezbediyor.
Kitabın 1998 yılında ilk kez piyasaya çıktığında çok büyük ilgi gördü, pek çok ödül aldı. Aslında hiç tanınmayan, hele de ilk kez bir öykü kitabıyla piyasaya çıkan genç bir yazar için olağandışı bir başarıydı bu. Sence bu neden kaynaklanıyor?Birincisi, o yıl Frankfurt Kitap Fuarı sırasında eleştirmen Marcel Reich Ranicki’nin bir televizyon programında yazarlığıma övgüler yağdırması. Diğer bir neden de, sanırım yeni ve genç Alman edebiyatçılara duyulan bir özlem vardı. Benimle birlikte o dönemde pek çok yeni Alman yazar çıktı.
Belki, şiirsel, hatta naif diyebileceğimiz sıcak bir dille de açıklanabilir bu. Alman yazarlar çoğunlukla soğuk ve mesafeli, detaylı anlatımlarıyla biliniyorlar.Olabilir, pek çok kişi de dilimin çok sıcak ve kırılgan olduğunu ve bu yüzden öykülerimi sevdiklerini söyledi. Bir de, 90’lı yıllarda bütün dünyanın ve özellikle de Almanya’nın gözü Berlin’e çevrilmişti. Berlin’in insanlarını anlatıyor olmam, bu metropolün önemli rol oynaması da etkili olmuştur sanırım kitabın ilgi görmesinde. Şunu da eklemek istiyorum, öykülerin çevrildiği dillerde, mesela Fransa veya Hollanda gibi ülkelerde de eleştrimenlerce övgüyle karşılandı, ancak hiçbir yerde Almanya’daki başarıyı elde etmedi.