| | Noam Chomsky: "Medya, Küreselleşme ve Şiddet Üzerine" İlke Şanlıer, Ragıp Duran, Virgül, Sayı 31, Haziran 2000 Ocak-Mayıs döneminde Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) Chomsky’nin “Dil Felsefesine Giriş” derslerini izleyerek hocanın fikrî dünyasına ve bizzat kendisine yakın olmaya çalıştım. İlk gözlem: Chomsky tipik ya da klasik bir Amerikalı değil. Kafası Amerikalı gibi çalışmıyor. “Utilitarist” değil yani, pragmatik filan da değil. Eleştirel, kuşkucu, muhalif. Okuyacağınız söyleşide çağdaş Fransız aydınlarını kıyasıya eleştiriyor (Pierre Bourdieu ile kapışmasını hatırlayın ama daha çok Bernard Henry-Lévy, Regis Debray gibilerini kastediyor) ancak kendisi de Rousseau-Sartre çizgisinde bir aydın. Yapısal ve daimi muhalif, her zaman halktan, kamudan, soldan yana. Amerikalıların patriotism (yurtseverlik) adını verdiği milliyetçiliğe kesin olarak karşı. Dahası Washington’un ülke içindeki ve dışındaki tüm politikalarını –amaç, yöntem ve stratejisinin kaynaklarını somut olarak temellendirerek– teşhir ediyor. Medyanın nasıl okunması gerektiğine dair modeller oluşturuyor, medyaya karşı, kelime kelime, satır satır mücadele ediyor. Egemen medyayı siyasî-ideolojik olarak eleştirmekle yetinmiyor, haberin doğrusunu kaynağından bulup ulaştırabildiği çevrelere ulaştırıyor. Oysa ki kendisi double tenure sahibi (yani iki kez profesörlük ünvanı kazanmış), MIT’de Dilbilim ve Felsefe Bölümü Başkanı. ABD’nin belki de en yüksek maaşlı profesörlerinden biri. Ama giyimi, hali, tavrı, yaşam tarzıyla olağanüstü mütevazı bir adam. Söylentilere inanacak olursak, gelirinin bir bölümü, ABD ve dünyada özgür medya için mücadele eden kurumlara bağış olarak gidiyor, ulusal kurtuluş hareketlerinin de yakın dostu olarak tanınıyor Chomsky. Ticarî yayınevlerinin önerilerine rağmen tüm kitaplarını alternatif tabir edilen solcu, anarşist, küçük ya da orta çaplı yayınevlerinde yayımlatıyor. Tabii tüm bu bilge tutumları Chomsky’nin Amerika’da, Amerikalılardan yeteri kadar ilgi görmemesine yol açıyor. Amerikalıların büyük bir çoğunluğu “çok çalışın, çok kazanın” başlıklı kitapların yazarlarını tercih ediyor. Dış dünyadan da pek fazla haberdar olmadıkları için, kendi ülkelerine âşık olanların çoğu, Washington’un eleştirilmesine pek sıcak bakmıyor. Harvard’a ilk geldiğimde bizim Nieman grubundaki on iki Amerikalı gazeteciden sadece ikisinin şimdiye kadar bir Chomsky kitabı okuduğunu büyük bir şaşkınlıkla öğrenmiştim. Amerika’nın egemen medyasında da Chomsky’ye rastlamak güç. Batı Avrupa ya da herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde, dilbilimcilerin, aydınların ve medyayla ilgilenen kişi ve çevrelerin büyük önem verdiği Chomsky, kendi ülkesinde büyük ölçüde dışlanmış durumda. Chomsky’yi bize yaklaştıran önemli bir unsur da, son dönemde özellikle Bosna ve Kosova savaşlarının ardından, aslında Körfez Savaşından bu yana Türkiye’ye, daha çok da Kürt meselesine gösterdiği ilgi. Türkiye ve Avrupa’daki dostları aracılığıyla Türkçe ve Kürtçe basın ve literatürü de yakından izliyor. İnce ayrıntılara takılıyor. Bakış açısı da, Batı Avrupa’da görmeye alıştığımız türden, Ankara’ya ya da Kürtlere akıl vermeye çalışan Batı-merkezci aydınlarınki gibi değil. Chomsky, mızrağın sivri ucunu yine Washington yönetimine, yani ABD’nin politika ve yaklaşımlarına çeviriyor. Müthiş de çalışkan bir adam Chomsky. Sekreterinin masasında programını gördüm, dolu, dopdolu. Yurtiçi ve yurtdışı angajmanları yaklaşık 2 yıllık bir geleceğe yönelik. Ders veriyor, doktora öğrencisi yetiştiriyor, makalelerini, kitaplarını yazıyor, haftada en az bir konferans veriyor ve büyük bir ihtimalle günde 25 saat okuyor. Chomsky’yi eleştirenler özellikle soldan eleştirenler yok mu? Var tabii: Batı Avrupa dilbilim çevrelerinde özellikle Teun Van Dijk kanalına yakın olanlar, hocanın dilbilim alanındaki çalışmaları ile medyaya yönelik etkinlikleri arasında kasıtlı olarak köprü kurmamasını kabullenemiyor. Bu çevre Chomsky’nin cognitive science ağırlıklı dilbilim teorilerine de zaten uzak duruyor. Chomsky’nin MIT’de bölüm başkanı, dolayısıyla iktidar konumunda olduğunu hatırlatan bazı Amerikalı solcular da (sol burada zaten marjinal, bu sonuncular o marjinalin de marjında!) hocanın bir ayağının düzen içinde, bir ayağının ise muhalif-alternatif kesimde olduğunu söylüyor. Bu kesimin eleştirisi “Chomsky, esas işi olan dilbilim alanında iktidarda, siyaset ve medya ise onun neredeyse hobisi, o alandaki muhalefeti, sivriliği, radikalliği onun diğer alandaki iktidar konumunu rahatsız etmiyor” cümlesiyle özetlenebilir.
Profesör Chomsky, dilerseniz devlet-şiddet ilişkileriyle başlayalım. Manufacturing Consent isimli kitabınızda, ayrıca aynı isimli filmde de, “bütün devletler, şiddet üreten ve şiddet kullanan kurumlardır” diyorsunuz. Devlet-şiddet ilişkilerini açmak ve somutta irdelemek için aklıma üç örnek geliyor: Fransız işgalinden itibaren Vietnam, çok uzun süren bir gerilla mücadelesinin yaşandığı El Salvador ve nihayet daha yakın bir dönemde Türkiye’deki Kürt meselesi. Sizin de son yazı ve konuşmalarınızda sık sık gönderme yaptığınız son örnekte, Türkiye’de devlet, 1925 yılından bu yana Kürt meselesini kendine göre çözmek amacıyla sistematik ve yaygın bir şekilde şiddete başvuruyor. Dolayısıyla şiddet, devletin bir aracı haline geldi. Ama Türkiye’de devlet, şiddeti o kadar uzun süre ve o kadar yaygın bir şekilde kullandı ki, artık belki de kuşkulanmaya başladık, şiddet mi devletin aracı yoksa devlet mi şiddetin aracı haline geldi diye?
Siyasal bilimlerdeki standart tanımlarda, devletin şiddet kullanma tekeli vardır. Bu tekel devletin önemli özelliklerinden biridir. Tabii devlet bu tekel hakkını kullanır mı kullanmaz mı ya da şiddeti ne derece, ne yaygınlıkta, ne sıklıkta kullanır, o devletin siyasal yapısı ve amaçlarıyla bağlantılı bu. Mesela Amerikan devleti ülke içinde kendisine karşı gelebilecek tepkileri suç kapsamına sokarak sorunu şiddete başvurmaksızın ya da az başvurarak çözmeye çalışıyor. Çok sert bir cezalandırma sistemi var içeride. Hapishanelere bakın! Siyahlar, özellikle de genç siyahlarla dolu... Sanayi toplumunu ayakta tutmak için buna başvuruluyor. ABD’nin dış ilişkilerine baktığımızda bu alanda şiddetin çok sık ve yaygın bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. ABD’nin uluslararası konumdaki rolü ve tutumu onu sürekli olarak her yerde her zaman kolaylıkla askerî müdahale yapmaya yönlendiriyor. Uluslararası bir güç olmak istediği için şiddete başvuruyor.
Evet, siz Nieman’daki konuşmanızda ABD’nin bu tutumu için “mafya gibi davranıyor” demiştiniz.
Evet bir tür mafya.
Son zamanlardaki yazı ve konuşmalarınızda Washington’un Türkiye’deki Kürt meselesine ilişkin politikalarını eleştiriyorsunuz. Mesela “ABD, Bosna ve Kosova’ya müdahale etti ama daha vahim olayların yaşandığı Türkiye’ye müdahale etmedi” demiştiniz, çifte standart yani; ayrıca Washington yönetiminin TSK’nin Kürtlere yönelik saldırılarını teşvik ettiğini belirtmiştiniz, silah satışları üzerinde durmuştunuz... Bu konular dışında ABD’nin Kürt meselesine ilişkin doğrudan somut bir müdahalesi var mı? Özellikle Öcalan’ın yakalanması ve yargılanması süreci açısından soruyorum. Hemen ardından Washington’un Türkiye’deki Kürt meselesine ilişkin kısa ve orta vadeli stratejilerinden söz edebilir misiniz?
İlk olarak, Washington çifte standarda sahiptir diyemem. Ülke içinde güç çıkarlarına hizmette tek tip standart uyguladığını düşünüyorum. İşte bu tek tip standart Washington’un bazı yerlerde şiddeti desteklemesine, hatta bizzat uygulamasına, bazı yerlerdeyse şiddete karşı çıkmasına neden oluyor. Ama bu bir çifte standart değil, aynı standardın, değişik uzantılarında, farklı yerlerde ve durumlarda farklı biçimlerde uygulanması. Türkiye ve Kürtler örneğinde, “silah satışları” iyi bir örnek teşkil ediyor. Eğer kayıtlara bakarsanız, Türkiye ile ABD’nin askerî ve stratejik müttefik olduklarını görürsünüz. Güneydoğu’daki büyük hava üsleri önemli. Böyle bir durumda ABD’den önemli ölçüde askerî destek bekler Türkiye. Geriye dönüp 1950’li yıllara bakarsak ABD’den Türkiye’ye düzenli ve sürekli bir silah satışı olduğunu görürüz. 1984 ve sonrasında silah miktarı daha da artıyor. 1984-97 arası giderek iyice ivmeleniyor, 1997’de doruk noktasına ulaşıyor. Örneğin 1997’de ABD’den Türkiye’ye gönderilen, satılan ya da hibe edilen silah miktarı, 1984-1997 arası gönderilen silah miktarı toplamından daha yüksek. Silah satışları 1984’te neden yükseldi? Ruslardan korkulduğu için değil. Soğuk Savaş haricinde Ruslarla ilgili önemli bir gelişme, önemli bir faaliyet yoktu o dönemde. Aslında herkes cevabı biliyor. 1984, Kürt ayaklanmasının başladığı tarih. Kürt direnişini kırmak için Türkiye’nin daha çok silaha ihtiyacı vardı. ABD bu silah ihtiyacını karşıladı. Silah satışları 1990’larda yükseldi, 1997’de doruğa ulaştı, çünkü ABD, Kürt direnişini kırmak istiyordu. İşte daha birkaç gün önce yayımlanan resmî terörizm raporuna (State Department Report on Terrorism) bir göz atın. Türkiye’den bahsediyor ve Türkiye’yi terörizmi bastırmasındaki olumlu tecrübesinden dolayı övüyor. Bu, aslında Türkiye’nin dünyanın önde gelen terörist devletlerinden biri olduğuna, terörü bizzat ifa ettiğine dair bir göndermedir. Ancak ABD açısından Türk Devletinin terörü, terörü önlemek açısından olumlu bir tecrübe olarak görülüyor. Bunun üzerine yorum yapmaya bile gerek yok. Rusya’yı Çeçen ayaklanmasını bastırdığı için övmek gibi bir şey... Ancak bu çifte standart değil. Bu neyin terör olup olmadığıyla ilgili değil, ülke içindeki güç sahiplerinin çıkarlarına uyup uymamayla ilgili tek bir standart. Türk Devletinin Kürtlere yönelik şiddet politikasına ABD’nin verdiği destek inanılmaz boyutta. Türk ordusunun elindeki silahların yüzde sekseni ABD’den geliyor. Ve bu oran artarak devam ediyor. Tam 1 Nisanda, Türk ordusunun Kuzey Irak ve Tunceli dolaylarında başlattığı en son saldırıya denk gelen gün, Savunma Bakanı William Cohen, bir tür dostluk örgütü olan Türk-Amerikan Konseyinde alkışlar ve gülüşmeler içinde –Federal News Service böyle naklediyor– bir konuşma yapıyor, Türkiye’yi Yugoslavya bombardımanındaki işbirliğinden, vahşeti önlemedeki katkılarından dolayı övüyordu. Sonra bunun hiçbir sıkıntıya yol açmadan yapıldığını söyledi. Sonra da Türkiye’nin yeni avcı-bombardıman uçaklarının üretiminde ABD ile ortaklık kurabileceğini ilan etti. Nitekim şimdi, yürüttüğü başarılı etnik kıyımın bir ödülü olarak ve kıyımı bir ileri aşamaya götürebilmek için daha gelişmiş bombardıman uçakları üretebilecek Türkiye. Bütün bunlar ve daha da fazlası, ABD’nin 1990’larda şiddeti ve vahşeti desteklediğinin bir göstergesi. Bugün için de geçerli bu, sadece geride kalmış eski bir tarih için değil. Hem icra düzeyinde –vahşeti gerçekleştirmek, uygulamak ve uygulanmasına katkıda bulunmak– hem de doktriner düzeyde –açıktan tasdik etmek, övmek, olumlamak– bundan daha açık bir gösterge bulamazsınız. Başka ne kanıt olabilir ki? Aslında bunların 1999’da değiştiğini görmek dikkate değer. Bir süredir Türkiye, ayrı bir kategori teşkil eden İsrail ve Mısır’dan sonra, en çok Amerikan silahı alan ülkeydi. 1999’da ikinci sıraya düşüyor, Kolombiya birinci sıraya yükseliyor. Neden? Resmî ideoloji bize bunun uyuşturucu savaşı nedeniyle olduğunu söylüyor. Hayır, bu uyuşturucu savaşından ötürü değil. Silah satışlarına, satış tarih ve miktarlarına bakarsanız bu resmî gerekçenin doğru olmadığını görürsünüz. 1999 itibariyle Türkiye, sınırları içindeki direnişi büyük ölçüde bastırmayı başardı. Bundan ötürü artık toplu vahşet uygulamak, köyleri yakıp yıkmak için ABD’den gelen silahlara ihtiyacı kalmadı. Diğer yandan ABD’nin uzun zamandır, uyuşturucu savaşı öncesinden, 1960’lardan beri gerek eğitimleri gerekse silahlanmaları açısından Kolombiya’daki askerî güçlere destek vermesine ve bu güçleri sevmediği insanlara karşı kullanmasına rağmen, Kolombiya isyanları kontrol etmekte başarılı olamadı. Şimdi büyük çaplı bir başkaldırı var ve Kolombiya ordusu bunu bastırabilecek durumda değil. Bu nedenle ABD, Kolombiya’ya silah akışını ve askerlerin eğitimine verdiği desteği giderek artırıyor. Önümüzdeki birkaç gün içerisinde Kongre bu desteği daha da artıracak. Böylece Kolombiya silah satışında Türkiye’yi geçerek birinci sırayı alıyor, çünkü henüz Türkiye’nin başardığını, yani içerideki direnişi bastırmayı başaramadı. Egemen düzen çerçevesinde yapılan birçok akademik çalışma bile, ABD’nin askerî yardımlarıyla işkence ve diğer vahşet uygulamaları arasında yakın bir ilişki olduğunu göstermiştir. Askerî yardımların büyük çoğunluğu ülke içinde ayaklanma ya da direnişlerin olduğu yerlere gitmekte, bu da bağımlı durumdaki ülkelerdeki şiddet ve vahşetin artmasına, ABD’ninse silah satışında maksimum kazanç sağlamasına neden olmakta, aradaki ilişki de doğallaşmaktadır.
Türkiye, Avusturya, Fransa, Avustralya gibi birçok ülkede milliyetçilik ideolojisi gittikçe yükseliyor ve şiddet gibi önemli bir sorunu da beraberinde getiriyor. Sizce milliyetçilik doğrudan doğruya şiddet anlamına gelir mi? Milliyetçilik doğal ve zorunlu olarak şiddet içerir mi?
Milliyetçilik dışlayıcıdır. Başka türlüsü milliyetçilik olmaz. Eğer dışlayıcıysa, gerek uluslar arasında gerekse devlet içinde çıkar ve hak çatışmaları olduğunda şiddeti körükleme eğilimi taşıyacak demektir. Yani milliyetçiliğin içerdiği şiddet, dışlayıcılığından kaynaklanır. Avrupa tarihine bakalım: Avrupa, içinde ağır bir milliyet unsuru taşıyan ulus-devlet sistemi etrafında organize olmuştur. Eğer bir ulusun parçası değilseniz, sadece devletin vatandaşı konumundaysanız, bu daha az hakka sahipsiniz demektir. Bunu başarmak baskıyı gerektirir, devletin sınırları içindeki egemen ulusa dahil olamamış diğer unsurların şiddetle bastırılmasını gerektirir. Bütün Avrupa tarihi, yüzyıllardır süregelen, ulus-devlet sistemini gayet değişken bir nüfusa empoze etmeye çalışan bir şiddet sürecinden ibarettir. Bu süreç zaman zaman reel şiddet (öldürme, katletme, yaralama, işkence etme), zaman zamansa “ulusal kültür”ün yerel kültürlere empoze edilmesi, yerel kültürlerin ve hatta dillerin yok edilmesi şeklinde ortaya çıkar. Ulusal dillerin gelişmesinin arkasında bu yatar. Mesela, çok fazla değil, biraz geriye gidin, Fransa’da, İtalya’da veya Almanya’da birbirinden çok da uzak olmayan değişik bölgelerde farklı diller konuşulduğunu görürsünüz. Mesela, İtalya’da insanlar büyükanne ve büyükbabalarıyla konuşamazlar, çünkü onlar İtalyanca denilen dili değil, başka bir dili konuşmaktadır. Almanya’da şimdiki nesle dek birçok insan Almancayı ikinci dil olarak okullarda öğrenmek zorunda kalıyordu. Ulus-devlet sistemi ulusal dillerin empoze edilmesini gerektiriyordu ve bu da şiddete, hatta kanlı savaşlara yol açtı. Mesela Otuz Yıl Savaşlarında Almanya’nın nüfusu yüzde otuz, yüzde kırk azaldı. Azımsanamayacak bir facia. Ve asırlardır böyle süregelmekte. Hatta Avrupa’nın dünyaya hâkim olagelmesinin sebeplerinden birinin, belki de en önemlisinin kendi içindeki şiddet olduğu söylenebilir. Kendi içinde, dünyanın birçok yerinde aşağı yukarı daha az bilinen bir vahşet kültürü geliştirip, buna hiç de alışık olmayan diğer kültürlere karşı savaş açmıştır. Askerî tarihle ilgilenen bazı tarihçilerin belirttiği gibi, savaş diğer yerlerde sadece bir etkinlik olarak algılanırken, Avrupa’da bir bilim haline gelmiştir. Avrupalı vahşilerden bazıları, diğerlerine oranla yeterli teknolojik ve askerî donanıma sahip olmayanları, çareyi başka yerleri fethetmekte, işgal etmekte aramaya başladı. ABD buna en güzel örnek. İngiliz vahşileri Amerika’ya geldi. Binlerce, milyonlarca yerliye savaş açıp onları yok ettiler. Buradan diğerlerini dışarıda bırakan milliyetçi eğilimler ortaya çıktı. Avrupa’nın hâlâ birtakım problemleri var ama artık savaşları yok. Siyaset bilimi literatürü içinde bunu demokrasiye bağlamaya çalışan birtakım tartışmalar var. Ancak bence hiç de böyle olmadı. Olan şu ki, 1945 itibariyle Avrupa (Avrupa deyince ABD ve Avustralya’yı da katarak söylüyorum) toplumları yok edecek öyle güçlü araçlar geliştirdi ki, Almanya ile Fransa arasında çıkacak yeni bir savaş insanlığın sonunu getirebilirdi. Sonunda fark ettiler ki, artık birbirleriyle savaşamazlar. Yüzyıllar boyu, en önemli hedef, insanları sınırın öteki tarafına geçirmekti, ama artık bunu yapamayız. Demek oluyor ki artık Avrupa’da savaş olmayacak ve bir federalizm geliştirilecek. Avrupa’nın federal bir yapıya geçmesi demek, karar alma yetkisinin yukarı doğru, bir anlamda ulusal devletlerden öteye kayması demek. Buna tepki de yok değil elbette. Bu tepki bir tür bölgeselcilik olarak ortaya çıkıyor. Bundan ötürü son yıllarda Avrupa’nın birçok yerinde bölgesel kültürlerin, yerel dillerin, hatta yerel siyasî kurumların gelişmekte olduğunu görüyoruz. Muhtemelen bu bir süredir devam eden otorite merkezîleşmesine, yani Avrupa Topluluğuna karşı bir tepki. Bence Avrupa’daki milliyetçiliğin özünde, belki biraz uç bir örnek ama, Heider’den başlayıp bütün Avrupa’ya yayılmakta olan göçmen histerisi yatıyor. Ve bu aynı zamanda başka bir şeyi de yansıtıyor: Avrupa zengin, gelişmiş bir toplum haline geldi ve bunun sonucu olarak doğum oranı düşüyor. Avrupa nüfusu giderek azalıyor, bazı ülkelerin nüfusu muhtemelen daha da azalacak. Öte tarafta, Avrupa’nın hemen yanı başında, mesela Kuzey Afrika’da, kalabalık ve yoksullaştırılmış bir nüfus var. Onlarla Avrupa arasındaki fark, birçok yönden sömürgeciliğin bir yansıması. Akdeniz, kuzeydeki zengin emperyal güçlerle, fakir ve sömürgeleştirilmiş Güneyi birbirinden ayırıyor. Kuzeyin ucuz işgücüne olan ihtiyacından ve Güneyin açlığından ötürü, Güneyden Kuzeye göçmen akını var. Tıpkı Meksika’dan ABD’ye olduğu gibi... Bu durum da karışık duyguların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bir taraftan ucuz işgücüne ihtiyacımız var. Birileri pis işleri yapmak zorunda. Biz yapmak istemiyoruz. Diğer taraftan bu yabancıların, egemen ulusal kültürümüzün saflığını bozmalarını da istemiyoruz. Bu çelişki çatışmaya yol açıyor. Özellikle yerinden yurdundan olmuş, tehdit edilmiş ve rekabetten dolayı yalnızlaştırılmış pek çok çalışan insanda daha da güçlü bir şekilde tezahür ediyor bu çelişki. Burada, ABD’de de Meksikalılar için durum aynı. Bu sömürgeciliğin bir ileri aşaması ve emperyalizm, dışlayıcı politikalarını haklı çıkarmak için ırkçılığı ve milliyetçiliği öne sürecek.
Peki ya küreselleşme? Sizce milliyetçilik hareketlerinin artmasının altında küreselleşmeye karşı çıkma gibi bir neden olabilir mi?
Küreselleşme, üzerinde konuşurken çok dikkatli olmamız gereken bir kavram. Uluslararası toplumu bir araya getirmek, toplamak için pek çok yol var, bunlardan biri de küreselleşme. Küreselleşme, mükemmel bir şekilde dizayn edilmiş, sürekli bir şekilde yoğunlaşmakta olan özel güçlerin çıkarlarını kollayan bir yol. Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı birkaç güçlü devlet ile mega şirketin maddî çıkarlarını yeniden ürettikleri bir süreç. Örneğin 1960’larda, sömürgelerden çekilme başladığında, güçlü devletler için yeni bir tür sömürgeci düzen oluşturmak gerekti. G-7 gibi oluşumlar gündeme geldi. Bu noktada yeni oluşan devletler, genel olarak Güney, yeni uluslararası ekonomik düzeni istemeye başladı. Tamam, bu bir tür küreselleşme olabilirdi. Ama onlar, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde seksenini oluşturan Güney ülkelerinin çıkarlarını korumak istediler. Küreselleşmenin çıkış noktası bu oldu. 1964’te yapılan Birleşmiş Milletler konferansında, nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan Güney ya da Üçüncü Dünyanın yararına ekonomik planlama ve analiz örgütlenmesi konusunda kararlar alındı. Hatta çok somut öneriler vardı. Örneğin, çok önemli bir öneri, çok sayıda küçük üreticinin olduğu Güneyde fiyatların hızla yükselip düşmesinden doğacak zararı önleyecek, mal fiyatlarını dengeleyecek bir mekanizmanın yaratılmasıydı. Zengin ülkelerde, yani ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde devlet müdahaleleriyle fiyatlar dengelendi. Hatta bu ülkeler tarım üreticilerini kurtarmak için sübvansiyon dağıttı. Güney de aynı şeyi yapmak istedi, ancak bu zengin ülkelerin istediği yeni uluslararası ekonomik düzen değildi. Böylece General Motors’ın çıkarları, dünya nüfusunun yüzde sekseninin çıkarlarına tercih edildi ve bugünkü küreselleşme anlayışı oluştu. Güç uygulayarak, devlet desteğiyle, birkaç güçlü devlete bağlı merkezîleşmiş şirketlerin çıkarlarına hizmet eden bir oluşum. Aslına bakarsanız bir yüzyıl öncesiyle karşılaştırdığımızda hemen hemen aynı şey. Örneğin ticaret hacminin uluslararası ekonomideki oranı yüzyıl öncesine oranla çok farklı değil. Tabii ki birtakım farklar da var. Örneğin yüz ya da yüz elli yıl öncesine gidersek, insanların hareketliliğine, yer değiştirmelerine bakarak çok daha yüksek bir küreselleşme düzeyi görebiliriz. XIX. yüzyılda insanlar sınırları bugüne oranla daha özgürce aşabiliyorlardı. Başka bir açıdan bakıldığında ise, bugün, daha hızlı ve özgür bir sermaye akışı var. Hatta küreselleşme endeksi bile var. Bu endeks, çağdaş küreselleşmedeki sermaye girişiyle oluşturuluyor. Ancak gene de insanların çıkarı için değil: İnsanlar ikincil durumda. Dünya Ticaret Örgütü’nün (World Trade Organization) kurallarını düşünelim. DTÖ, bir şirketin, bir başka ülkede iş yapacaksa, o ülkeyle bir tür sözleşme yapmasını istiyor. Örneğin, Meksika ya da Polonya’da iş yapmak istiyorsa, o zaman General Motors’ın, o ülkede ulusal şirketlerin sahip olduğu haklara sahip olması bekleniyor. General Motors tüzel kişiliğe sahip bir kurum. DTÖ’ne göre General Motors, Meksika’ya gittiğinde Meksikalı gibi muamele görmeli. Ama başka bir açıdan bakıldığında, kanlı canlı bir Meksika yurttaşı, New York’a geldiğinde, kendisine Amerikan yurttaşı gibi davranılmasını, böyle bir muamele görmeyi talep edemez. “Bir New Yorklu gibi muamele görmek istiyorum” diyemez. Oysa şirket yöneticileri, totaliter kurumlar, yani mega şirketler bulundukları ülkelerdeki her tür haktan yararlanabilirler. Etten kemikten insanlar böyle bir şeyi talep edemez. İşte küreselleşmenin doğası... Yeniden söylemek gerekirse, küreselleşme dar, güçlü çıkarların diğerlerinin zararına uluslararası düzeyde birleşmesinin özel bir biçimi. Elbette buna karşı bir direniş var; köleliğe, emperyalizme ve diğer tüm baskı biçimlerine karşı olduğu gibi. Direnişler dünya çapında, değişik yerlerde değişik biçimler alıyor. Direnişin bir parçası da, halkın egemenliğinin kalmadığının fark edilmesiyle ilgili. Halkın egemenliği, yetkilerin, hakların uluslar-üstü makamlara verilmesiyle kaybedildi. Birkaç ay önce Montreal’de düzenlenen “biyo-güvenlik protokolü”yle ilgili uluslararası toplantı hayli ilginçti, bence Seattle’da olanlardan daha çok açığa çıkarıyordu gerçekleri. “Biyo-güvenlik protokolü” konusundaki tartışma, besin ürünleri gibi, genetik olarak değiştirilmiş organizmalarla ilgili. ABD’nin yanı sıra yine biyo-teknolojide gelişmiş ve bundan büyük çıkarlar sağlayan şirketleri olan birkaç ülke, DTÖ’nün “hiçbir ülke, bilimsel olarak zararı kanıtlanmadığı sürece genetik olarak değiştirilmiş organizmaların ya da diğer biyo-teknoloji ürünlerinin ticaretini kısıtlayamaz, engelleyemez” şeklindeki kararını destekliyor. Avrupa, “önlem ilkesi” gereğince, zararlı olabileceğine inanılan ürünlerin ticaretine, yasal yollardan karşı koyma hakkını savunuyor. Buradaki soru şu: Zararlı olabileceğine inandığınız bir ürünün ticaretini önleyebilir misiniz; bu ürünün zararlı olduğuna dair bilimsel bir kanıt göstermek zorunda mısınız? Şimdi düşünelim, MIT Biyoloji Bölümünden birileri gelse, siz üçünüz bizim deneklerimizsiniz, beyinlerinize birtakım elektrotlar takacağız, deneyler yapacağız ve sonuçları izleyeceğiz filan dese. Biz “denek olmak istemiyoruz” dersek, onlar bu sefer de “bu deneylerin size zarar vereceğine dair bilimsel kanıtınız var mı?” diye soracaklar. Sonuçta biz denek olmak istemiyoruz ama DTÖ’nün kurallarına göre böyle bir şey söylemeye hakkımız yok. Aksini kanıtlayamadığımız sürece, ki sonuçlar asla bilinemeyecek, denek olmak zorundayız. Mesele bu. Daha da kötü olan, bunun büyük bir skandal olarak ortaya çıkmaması. Yani kişisel düzeyde buna karşı çıkabilirsiniz belki ama uluslararası düzeyde mümkün değil. Aslına bakarsanız, insanların, isteseler de istemeseler de, birer denek olmaları DTÖ rejiminin bir parçası. Aksini kanıtlamadıkça! Ama kanıt zaten hiç yok ki! Birtakım insanlar direnişe geçtiler. Bir bakıma sürpriz oldu bu, çünkü belirli bir tarafıyla aslında gizleniyordu kararlar. Ama ne kadar sır varsa ortaya çıkacak ve insanlar da direnecekler. Ticaretin, uğruna her şeyin feda edilmesi gereken en önemli değer olarak görülmesi asıl sorun. Ticaret bir değer değildir. Yararlıysa iyidir, zararlıysa kötüdür. Ama bu onu kendi başına bir “değer” kılmaz. Refah yarattığı zaman değerlidir. Çok-uluslu şirketlerin bakış açısıyla ise ticaret, başlı başına bir “değer”dir. Söz konusu şirketler diğer ülkelerle ticaret yapabilmek için değil, üretimi dağıttıkları başka yerlerdeki ucuz işgücü gibi avantajlardan yararlanabilmek için ticareti ve ticarî faaliyeti bir değer olarak kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Bundan sonraki iki sorumuz genel olarak medyayla ilgili. Egemen medya, yaratmaya uğraştığı ortak bellekle sol, ilerici ve olumlu fikirleri reddetmeye, inkâr etmeye ve yanlışlamaya çalışıyor. Başarıyor da bunu. Yapılan her şey izleyicinin unutmasını sağlamak için. Türkiye’de Ermenilerin soykırım olarak adlandırdıkları olaylar, Amerika’da yerli soykırımı ya da Vietnam Savaşının gerçek nedenleri, Fransa’da II. Dünya Savaşı sırasındaki işbirlikçiler... Sizce gerçek bir kamu medyası gelecekte bu sorunu ortadan kaldırmak için nasıl çalışmalıdır? Gerçek kamu medyası kolektif hafızaya, tüm olumlu ve olumsuz yanlarıyla, nasıl hizmet etmelidir?
Tabii ki bu söyledikleriniz kamu medyasını, medyanın demokratikleşmesini gerektirir. Yeni uluslararası düzenin önemli bir parçası, yoksul ülkelerin de perspektiflerini sunmada, bilgilenmede, analizlerde uluslararası medya sisteminden yararlanmalarına izin vermekti. Devletler iktidarın yoğunlaşması nedeniyle bunu sağlayamazlardı. Böylece medyanın demokratikleşmesinin istenmeye başlaması bambaşka bir sonuca, özellikle ABD’de toplu histeriye neden oldu. Medyanın demokratikleştirilmesi adına pek çokları sansüre uğradı, Stalinizmle suçlandı. Güçlü kurumlar demokrasiden nefret ettikleri için demokratik medyanın gelişmesine izin veremezlerdi. Çünkü bu tür kurumlar mutlaka her şeyi kontrol etmek, denetlemek ister. Hatta buna engel olmaya çalışan UNESCO da uygulamada ortadan kaldırıldı. ABD’yi örnek alalım: 1950’lere dönersek, haftada 20-30 milyon kişiye ulaşan 800 civarında işçi gazetesi vardı. Bu küçük bir rakam değil, ama daha da geriye yani XX. yüzyılın başlarına doğru gidersek, Voice of Reason gibi gazeteler milyonlarca insana, nüfusun büyük bir kesimine ulaşıyordu. Aynı şey İngiltere için de geçerli. Emek üzerine yoğunlaşmış, sosyal demokrat bir gazete olan Daily Herald’ın 1960’lara kadar, diğer tüm gazetelerin toplam tirajından daha çok tirajı vardı. Ayrıca Mirror gibi tabloid gazeteler de emek temelliydiler. Bunların büyük bir çoğunluğu, medya sistemine süper-zenginler dışındakilerin girmesini olanaksızlaştıran sermaye yoğunlaşması nedeniyle yok oldu. Şimdi uluslararası medya sistemi, birkaç mega şirket anlamına geliyor. “Medya”yla yalnızca gazeteleri değil, her geçen gün daha da iç içe geçip yoğunlaşan sinema, televizyon gibi araçları da kastediyorum. Aslında bu yoğunlaşma yalnızca medyada değil, tüm ekonomide yaşanıyor. Örneğin otomotiv endüstrisi 10-20 yıl öncesine göre daha da yoğunlaşmış durumda. Birkaç şirket iç içe geçmiş, hepsi bir diğerinin parçası. Aynı şeyi hava taşımacılığı sektörü için de söyleyebiliriz. Üstelik uçak, ABD için en önemli ihracat ürünleri arasında. Birkaç küçük şirketin dışında yalnızca iki şirket, Air Bus ve Boeing uçak üretiyor. Her ikisi de dünya çapında birer özel şirket olarak tanınıyor. Bu çok gülünç, çünkü her ikisi de devletten sübvansiyon alıyor, hatta Boeing ABD hava kuvvetlerinin deniz-ötesi temsilcisidir. Buna sübvansiyon denmiyor ama teknolojinin nereden geldiği meselesi de burada yatıyor. Bir Boeing’le uçuyorsanız, büyük bir ihtimalle bomba taşıyan bir uçakta uçuyorsunuz demektir. Bu büyük sübvansiyonlar, “özel girişimciliğin mucizeleri” olarak nitelendirilen bu iki şirketi ayakta tutuyor. Kötü bir şaka bu... Aslına bakarsanız, tüm uluslararası ekonomide oligopoliye doğru bir eğilim var. Az sayıdaki büyük şirket, birbirleriyle sıkı sıkıya iç içe geçmiş durumda. Özel istibdatların bakış açısına göre, bu en kârlısı, en uygunu; çünkü onlar tekel istemiyorlar. Tekel kötü bir fikir. Bu yüzden Microsoft şu anda saldırıya uğruyor. Eğer tekeliniz varsa, kamu çıkarının gerektirdikleri yüzünden baskıyla karşılaşmaya başlarsınız. Örneğin, AT&T, Birleşik Devletlerde telefon şirketi tekeliydi ve yargı tarafından, yoksul mahallelere de hizmet sağlamak gibi, yapmak istemediği şeylere zorlandı. Yapmak zorundaydı, çünkü tekeldi. Böylece kamu denetimi altına girdi. Eğer oligopoli olsaydı, bunların hiçbiri yaşanmazdı. Çünkü oligopoli rekabet varmış sanısını yaratır. Aslında çok sınırlı bir rekabettir bu. Çünkü kuruluşlar müttefiktir ve beraber çalışırlar: Sermayelerinin büyüklüğü tartışılmayan, hayatî konularda kararları veren birkaç özel kuruluşun totaliter bir dünya düzeni yaratmasının yolu... Medya da bunun bir parçası. Ancak medyanın durumu, doğal olarak biraz daha önemli. Çünkü medya insanların ulaştıkları bilgileri, dünyayla ilgili görüşlerini ve hatta hal ve tavırlarını etkiler. Özellikle ABDve İngiltere gibi daha demokratik ülkelerde, kamu aklını denetleyebilmek için çok ciddi ve bilinçli bir çaba var. Bu çabanın geçmişi XX. yüzyılın başlarına kadar uzanmaktadır. ABD ve İngiltere daha da demokratikleştikçe, insanları denetlemenin geçmişteki gibi yalnızca onları siyasî sistemden soyutlayarak mümkün olmadığını gördü. Böylece siyasî refah denilen kavram gündeme geldi. Nasıl ordu insanların vücutlarını birtakım yararlar sağlamak için kullanıyor ve zorluyorsa, insanların akılları da bir şekilde denetlenmeliydi. Yani rıza üretmek. Bunun yöntemi de çok açık. İnsanları tüketim gibi yapay konulara yönlendirmek. Önemli olan, bütün bu fikirlerin gelişmeci demokratik düşüncenin ürünü olması. Bu düşünce ise özellikle 1920’lerde kendini göstermeye başladı. Çünkü I. Dünya Savaşından çok şey öğrenilmişti. Önce Britanya ve ABD devlet propaganda sistemini geliştirdi. Çünkü Britanya o sırada ABD’yi savaşın içine çekmek zorundaydı; Amerika’da ise dönemin yönetimi pasif nüfusu dönüştürebilmek için kendi devlet propaganda kurumunu yarattı. Bu iki propaganda kurumu gerçekten çok başarılı oldu ve tabii ki bu fark edildi de. Örneğin Hitler çok çabuk farkına vardı ve kitabında da Almanya’nın savaşı kaybetme nedeni olarak Anglo-Amerikan propagandasının üstünlüğünü öne sürdü. Hatta gelecek sefere Almanya’nın buna hazır olacağını da ekledi. İş dünyası da bunu biliyordu. Halkla ilişkilerin ve reklam endüstrisinin temeli, kamu aklını denetleme gereksinimi ve kapasitesine dayanıyordu. Aydınlar da bunun farkına vardılar. Akademik siyasî bilimler de rıza üretme ve denetleme teknikleri etrafında kurumsallaştı. Büyük reklam endüstrileri, sinema, televizyon ve diğerleri de öyle. Hepsi çok çalışıyor. En önemlisi de, en gelişmiş ve en özgür ülke olmasından dolayı ABD, insanların fikirlerini ve davranışlarını denetlemek için kaynakları daha çok kullanmak zorunda. Herhangi bir diktatörlükte bunu önemsemek zorunda değilsiniz, çünkü istemediğiniz şekilde düşünen ve düşüncelerini ifade eden insanlara işkence ederek ya da onları öldürerek sağlarsınız düzeni. Yani çok genel olarak söyleyebilirim ki, propagandanın amacı, insanların kendilerini ve dünyayı belirli bir biçimde görmelerini, tüketim çılgını olmalarını, diğer insanlardan soyutlanarak, hiç kimseyle ilişkiye girmeden hep daha çok şeye sahip olmalarını, soru sormamalarını, özlemlerini unutmalarını ve sadece bir büyük alışveriş merkezine gidip bir şeyler satın almalarını sağlamaktır. Bu aynı zamanda ideolojiktir de.
Peki bütün bunları, küreselleşme süreci dikkate alındığında, medya aracılığıyla nasıl okuyoruz? Çünkü küresel medya dediğimizde yalnızca bir aracı değil, CNN örneğinde de tartışıldığı gibi, ideolojiyi de anlıyoruz. Örneğin Türkiye’de, kapitalist bir çerçevede bu ideolojiyi taşıyan ve yayan ulusal ve hatta yerel gazeteler, televizyonlar var. Sizce “küresel kamu medyası” olabilir mi?
Tabii, olabilir. Neyi istersek ona sahip olabiliriz. Medyanın güçlü özel şirketlerde yoğunlaşmasını kabul etmek zorunda değiliz. Elektronik medyayı ele alalım. İnternet yeni medya gücü haline gelecek. Ama konu bu değil. Hemen tüm ekonomi devlet sektöründen geldiği gibi, internet de bir kamu üretimidir, ancak daha dramatik bir örnektir. İnternet, 30 yıldır devlet sektöründe geliştirildi.
Askerî amaçlı mı?
Askerî olarak da deniyor. Ama askeriye, devlet denetimindeki ekonomi için bir örtü sadece. Yüksek teknolojiyi kullanan endüstriler, genellikle yeniliği bir kabuk içinde koruyan ve riskler alınan devlet sektöründen gelir ve genellikle askeriye örtüsü altındadır. Örneğin, benim maaşım yıllarca askeriye tarafından ödendi. Bu onlara çalıştığım için değil, Pentagon’un, neredeyse kamudan gizli bir şekilde, yüksek teknoloji üretmek için zorlama politikasından dolayı. Bu nedenle Pentagon’un bütçesi her zaman çok yüksektir. İnternet sadece bir örnek. Tabii askerî haberleşme gibi bir fonksiyonu vardı ama varoluş amacı sadece askerî değildi. Ayrı bilgisayar istasyonlarını kullanan dağıtılmış bir sistemde, karşılıklı iletişim biçimi olarak geliştirildi, sonuçta internet ortaya çıktı. Bir süre sonra The National Science Foundation (Ulusal Bilim Vakfı) sistemi aldı. Yalnızca beş yıl önce, 1995’te, sistem büyük şirketlere kamunun hediyesi olarak verildi, özelleştirildi. Kimse buna karar vermedi. Hatta kamu ne olup bittiğini bile bilmiyordu. O zamanın haberlerini ve belgelerini inceleseniz bile özelleştirme kararının nasıl verildiğini tam olarak keşfedemeyebilirsiniz. Çünkü bu bir sır ve kamu malının özel istibdatlara muhteşem bir hediyesi. Tabii ki yapılmamalıydı. Yalnızca bir yıl sonra dijital bilgi ağı da herhangi bir satış süreci yaşanmadan ya da ihale, açık artırma yapılmadan özel şirketlere verildi. Milyarlarca Amerikan doları demek bu. Sağ kanat da bunu teşvik etti, hatta Cumhuriyetçilerin başkan adayı Robert Dole, çeşitli konuşmalarında onayladığını belirtti. Aslına bakarsanız bu tür kamu hediyeleri geri alınabilir. Hatta bugün bu hediyelere sahip olan şirketler var olmak zorunda da değil. Sadece kamunun niyeti ve devletle sözleşmeleri nedeniyle var bu şirketler. Tüm bu kurumlar değişebilir, demokratikleştirilebilir. Halkın katılımıyla yerel denetim altına girebilir. Ancak tüm bunlar enerji, çaba ve örgütlülük gerektirir. Seattle ve Washington’daki örnekleri gibi, hatta çok yoksullar da dahil diğer ülkelerdeki gösteriler gibi, bunlar hayal değil. Yoksul bir ülke olan Brezilya’yı ele alalım. Birkaç yıl önce Brezilya’daydım, medyadan bir arkadaşım beni işçi sınıfının yaşadığı bir kenar mahalleye götürdü. Herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde görebileceğiniz gibi, yoksulluk içinde yaşayan insanlar. İlginç olan, insanların dışarıda ortak alan olarak belirledikleri kamu alanları, meydanlar vardı, işte o meydanlarda “kamu medya sistemini” izleme şansım oldu. Birtakım sivil toplum örgütleri teknik yardımı veriyor ve üzerinde büyük bir ekran taşıyan bir kamyon meydanda duruyor. Gece, saat 21.00 sularında yüzlerce insan bir araya gelip, kimisi meydanda kimisi barlarda oturup televizyon seyrediyorlar: O cemaatteki insanlar tarafından yazılmış, oynanmış, yönetilmiş programları, filmleri izliyorlar. Kimisi siyasî, kimisi komedi. Birçoğunun konusu ırkçılık ya da ölüm gibi çok ciddi şeyler.
Gerçek bir kamu televizyonu yani.
Evet gerçek kamu televizyonu. Üstelik etkileşimli. Program bittikten sonra, çok genç biri elinde mikrofonla kalabalığın içine girerek izleyicilere yorumlarını sordu. Herkes de düşüncesini söyledi. Gözlerimle görmeseydim, böyle bir şeye asla inanmazdım. Biliyorsunuz, bu demokratik ülkelerin hayal bile edemeyeceği bir şey. Ama gerçekten halka ait, demokratik medya bu.
Sizce, hem ABD’de ve Avrupa’da hem de Üçüncü Dünya ülkelerinde, küreselleşme sürecinde aydınların, bu ülkede public intellectual denen, kamu yararını kollayan, savunan aktif aydınların yeni rolleri, işlevleri ve kimlikleri nedir?
Aslında ABD’de en çok hoşlandığım şeylerden biri, Avrupa’dan farklı olarak burada entelektüellerin fazla ciddiye alınmaması. Avrupa’da ve Avrupa sömürgeciliğinden etkilenmiş Üçüncü Dünyada, aydınlar fazlasıyla ciddiye alınıyor ve çok saygı görüyor. Aslında aydınlar için çok kötü bu, entelektüel kimlik için çok kötü. Önce abartılmış bir imajları oluyor, sonra da karmaşık saçmalıklar üretmeye başlıyorlar. Public intellectual kavramını onlar üretti. Birilerinin ayağa kalkıp bazı doğruları söylemesi ve diğerlerinin de onu takip etmesi nadiren gerçekleşir. Entelektüeller genellikle iktidarın köleleridir. Böyle olmadıklarını iddia edebilirler ama iktidara hizmet etmiyorlarsa zaten entelektüel değildirler. O zaman isimleri işçi lideri ya da benzeri bir şey olurdu. Kimi ülkelerde doğruları söyleyenler cezaevlerine konulmaya ya da öldürülmeye çalışılıyor, kimilerindeyse iktidar ilişkili olarak marjinalleştiriliyor. Yani, public intellectual şüpheyle yaklaşmamız gereken kavramlardan biri. Eğer entelektüeller halk hareketlerine katılmak isterlerse, güzel bir şey bu. Halk hareketleri her zaman bilgi aktarmaları ve analiz yapabilmeleri için eğitimli, ayrıcalıklı insanlara ihtiyaç duyarlar. Bu çok olumlu ancak aslında iki yönü olan bir süreç. Örneğin, gene Brezilya’dayken, “Landless Workers Movement”in (Topraksız Emekçiler Hareketi) temsilcileriyle görüştüm ve benden onlara ne yapmaları gerektiğini söylemememi istediler. Bu etkileşim demektir. Aslında aynı şey burası için de geçerli. Zamanımın büyük bir kısmını yerel gruplarla belirli bir tema etrafında yapılan konuşmalarda, toplantılarda geçiriyorum. Ama bu public intellectual demek değil. Yemek yiyebilmek için işçilik yapmak yerine, bazı ayrıcalıklara sahip insanların hoş, yapıcı zihinsel etkinliklerde bulunması yalnızca. Bu tür insanlara entelektüel deniyor. Ama bu onları daha akıllı, daha çekici ve daha iyi ya da daha çok fikir sahibi yapmıyor. Yalnızca ayrıcalıklı kılıyor. İsterseniz bunu insanların yararına kullanabilirsiniz. Eğer bu ayrıcalığı, imajınızı ve kamu rolünüzü abartmak ve iktidar çıkarlarına hizmet etmek için kullanırsanız, public intellectual’sınız demektir. Bundan çok fazla etkilenmemiz gerektiğini düşünmüyorum. Tekrar edecek olursam, ABD’yi entelektüelleri çok ciddiye almadığı için seviyorum. Örneğin, Fransa’da durum gerçekten çok gülünç. Çok ciddiye alındıkları için, entelektüeller düşünme kapasitelerini kaybetmişler ve bir saçmalık seli çıkarıyorlar ortaya. Sağlam fikirlere sahip olabilmek çok zordur. Eğer sürekli televizyon kamerası karşısındaysanız ve her söylediğiniz söze büyük bir önem atfediliyorsa, yalnızca saçmalık üretirsiniz. Bu gerçekten çok zararlı. Üçüncü Dünya ülkelerinde ise yıkıcı. Zengin ülkelerde bir komedi oyunu gibiyken, yoksullarda yok edici bir hale geliyor. İnsanlar gerçekten ihtiyacı olanlara örgütlenmek gibi konularda yardımcı olacaklarına, en son post-modernizm çılgınlığına dalıp Paris’ten konuşmayı tercih ediyorlar. |