Mimari profesörlüğü, film eleştirmenliği, şehir planlamacılığı, ordu tarihçiliği, barış stratejistliği ve entelektüel provokatörlük yaptığı çeşitli çalışmaları boyunca Fransız yazar Paul Virilio bir yandan da bir düzineden fazla kitap üretti. Yazıları gündelik olgulardan (tren enkazları ya da şehir planlaması alanında yapılanlar) egzotiğe (hisse senetlerinin düşüşü ve ultramodern savaş makinesi) doğru eşi az bulunur bir alana yayılır. Hitler’in “Atlantik Duvarı” üzerine bir çalışma olan ilk kitabı
Bunker Archeology'yi (Ambar Arkeolojisi) yazdığı günden beri Virilio, hızın siyaset üzerindeki etkilerinden (dromokratik devrim), savaş ile sinemanın eş zamanlı evrimine (algının lojistiği) kadar uzanan çalışmalarıyla, modern düşünce içindeki temel kalıpları ve mevcut disiplinleri çaprazlamasına kesen yapıtlar vermiştir. Yakıcı zekasını teknolojinin savaş, beden ve medya üzerindeki etkilerini incelemeye adamış olan düşünürle yapılmış iki söyleşiyi ard arda sunuyoruz aşağıda.
“Yazar” öldü mü?Yazılı çalışma ekranın davetkâr gücü tarafından tehdit ediliyor, özellikle de canlı ekran tarafından. Ama imge tarafından değil – kitaplarda da her zaman imgeler oldu; mimaride her zaman imgeler oldu, freskler ve vitraylar gibi. Yazıyı tehdit eden, gerçek zaman. Yazı hep ertelenmiş zamandadır – hep sonraya bırakılmış, geciktirilmiş. Eğer imge canlıysa, ertelenmiş zaman ve gerçek zaman arasında bir çatışma olur, ve bu yazıya ve yazara büyük bir tehdittir.
Bu yüzden mi film hakkında yazıyorsunuz? Sinema kinematik kökenleri dolayısıyla benim inanılmaz ilgimi çekti. Benim bütün çalışmalarım dromotolojiktir zaten, yani hızbilimle ilgili. Metabolik hız, süvariliğin tarihi rolü ve insan vücudunun hızıyla uğraşınca, kaçınılmaz olarak teknolojik hızla da ilgilenmeye başladım. Şüphesiz, göreceli hızdan sonra (demiryolu, havayolu) mutlak hız vardı – elektromanyetik dalganın sınırlarına geçiş. Sinema, bu ikisinin arasındaki bir safha olarak ilgimi çekti – imgelerin harekete geçirilmesi.
Bu değişim savaşın doğasını değiştirdi mi? Tabii. Bu değişim algının lojistiğini değiştirir. Savaşta baştan beri algının lojistiği yükseltilmiş bir yerden coğrafi bir hüküm lojistiğiydi – kule, teleskop, kale, ya da bombacının algı seviyesi. Savaş alanının gelişimi teknik ilerlemelerle mümkün kılınan algı alanının gelişimiyle eşzamanlıdır: geometrik optik teknolojileri, teleskop, dalgaoptik, elektrooptik, video sinyalinin elektromanyetik iletimi, bilgisayar grafiği ve yeni multimedya. Savaş alanı, birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi “dünya çapında” değil. Savaş alanı artık küresel, bütün gezegeni kapsıyor.
Körfez Savaşı ilk küresel savaş mıydı? Körfez Savaşı parçalı bir savaştı, hem yerel hem küreseldi. Savaş alanı açısından, İkinci Dünya Savaşı ile karşılaştırılınca yerel bir savaştı – fazla ölüm ve neticesi olmayan bir savaş. Ama ifadesinin zamansal seviyesi bakımından ve medya açısından küresel bir savaştı. Doğrusu savaş alanının gerçekliğinden çok, televizyonun gerçekdışılığında yer aldı bu savaş. Gerçek zamanın gerçek mekânı yendiğini söyleyebiliriz.
Yazılarınızda savaş zamanı bütün diğer zamanlara hükmediyor gibi gözüküyor.Ben bir “savaş bebeği”yim. Çocukken İkinci Dünya Savaşı’nın dehşeti içinde, teknolojinin mutlak terör şeklindeki hükmü altında yaşadı. Amerikan ve İngiliz ittifakı tarafından yok edilen Nantes’taydım. Bir çocuk için şehir Alpler gibidir, dağlar gibi sonsuzdur. Sonra bir bombalamayla her şey yerle bir oldu. Savaş benim üniversitemdi.
Ya teknolojinin kültür üzerindeki etkisi? Üç sanayi devrimi oldu. Teknik alandaki ilk önemli devrim ulaşım devrimiydi. Eşzamanlı olarak gelişen ikinci devrim, Masconi, Edison, radyo ve televizyonu da içeren iletişim devrimiydi. Şu anda, kıyısında olduğumuz üçüncüsü ise doku nakli devrimi. Havacılık ve misillerde kullanılan bütün telekomünikasyon teknolojileri, nanoteknolojiyi tercih ediyor- yani teknolojiyi insan vücuduyla tanıştırma imkânı. Coğrafi dünyanın ulaşım ve iletişim yoluyla sömürgeleştirilmesine benzer biçimde, şimdi teknoloji tarafından vücudun sömürgeleştirilmesi ihtimaliyle karşı karşıyayız. Sanki, şehir vücudun çevresinde değil de içindeymiş gibi. Biyomakinenin eşiğindeyiz.
Madeni parça ile bio parça birleştikten sonra herhangi bir ahlaki seçim kalıyor mu? Bence bu üç devrim, teknik bir köktenciliğe neden oldu, bir tür “siber-mezhep”. Dinde olduğu gibi teknolojide de köktencilik diye bir şeyden sözedebiliriz. Hıristiyan tanrıyı öldüren modern insan, onun yerine bir tanrı makinası yarattı. Teknoloji ateisti olmak gerek. Bu salt teknoloji karşıtlığı değil. Benim fetiş imgem Yakup ile melek. Yakup inançlıdır ve tanrının meleğiyle karşılaşır. Ama özgür bir insan olarak kalabilmek için savaşmak zorundadır. İtaat etmek gerekli ama direnmek de gerekli.
Bir sonraki adım ne? İnfosfer (bilgiküre) kendini, geosfere (yerküre) dayatacak. İndirgenmiş bir dünyada yaşıyor olacağız. Karşılıklı etkileşim kapasitesi, dünyayı nerdeyse hiçliğe indirgeyecek. Doğrusu şimdiden dünyayı hiçliğe indirgeyen bir hız kirliliği var. Yakın gelecekte insanlar, küçük bir muhite hapsedilmiş gibi hissedecekler kendilerini. Hız bilgisi sayesinde tahammül sınırları içinde kalan bir hapsedilmişlik duygusuna kapılacaklar. Son olarak, karşılıklı etkileşimin gerçek mekâna etkisi, radyoaktivitenin atmosfere olan etkisi gibidir.
*
Söyleşi: Michel Alberganti,
Le MondeBilgi otobanının inşaa edilmesine tepkiniz nedir?Emperyalist olan bir şey varsa, o da kesinlikle iletişim otobanlarıdır. Otobanların faşizmle ortaya çıktığını hatırlatmak isterim. Önce Mussolini’nin “autostrade”si, sonra da Hitler’in "reich autobahn"ı Doğu Bloku ülkelerini sömürgeleştirmek için kullanılan stratejik yollardı. Tabii o zamanlar otobanlar, şimdi olduğu gibi “eğlencelik” değildi. Ama reklam ajanslarının böyle bir ibare kullanmasına şaşıyorum. İnternetin kökeninin askeri araştırmalar yapan şebekelerin şebekesi Artanet olduğunu hatırlatırım. Niye bu gizleniyor? Otoban ve internetin saklı kökenleri birbirleriyle uyum içinde. Ben burda reklamcılığın multimedyanın ortaya atılmasıyla ifade bulan totaliter boyutunu görüyorum. Buna tamamen karşıyım. Ama tabii dünya çapında iletişimi reddetmiyorum.
Reklamcılığın rolünün ötesinde dünya çapındaki iletişim ağının gelişimine nasıl bakıyorsunuz? Ben bilgisayarların
user friendly (kullanıcı dostu) olduğu erken safhalarını öğrencilerimle yaşadım. Mesela Apple bilgisayarlarla. Şimdi farklı. İnternete giriyorsunuz ve her şey, bilgi otobanından çok elektronik bir süpermarkete benziyor.
Bu bağlamda multimedyanın ailenin evrenine girmesinin sonuçları ne olacak? Multimedya bilgisayarlı ailelerin sayısının artması, benim sanal şehir dediğim şeyin yaratılmasıyla sonuçlanacak. Multimedya bir şehirler şehri yaratacak, bir çeşit hipermerkez. Bu insanların en yakın çevreleriyle olan ilişkilerinde devrim yaratacak. Bu gerçek zamanın şehirleştirilmesinin başlangıcı. Başka bir deyişle, dünya çapında bir hiper merkezin yaratılması, gerçek şehirleri banliyölere çevirecek. Sanal hipermerkez, telekomünikasyon tarafından yaratılan zamansal sıkıştırmadan ortaya çıkıyor.
Bu şehirler şehri, kendine has tehlikeleri harekete geçirecek mi? Her teknoloji, kendine has kazasını oluşturur. Tren raydan çıkması göze alınarak geliştirildi, gemi de batabileceği göze alınarak. Ama bu bir yerel kazalar sorunuydu. Multimedya ve anında iletişim beraberinde daha önce hiç görülmemiş bir durum getirecek. Aileler zincirleme bir kaza ihtimaliyle karşı karşıya kalacaklar– nükleer kirlenmeyle karşılaştırılabilecek düzeyde bütün dünyayı etkileyebilecek bir şey...
Bu zincirleme kazanın somut etkileri neler olacak? Seçin biri, hipermerkezde gerçek zamanda yaşarken toplumun dışına atılmış olanlar banliyölerde ya da varoşlarda “ertelenmiş” zamanda yaşayacak. Tren kazalarının çok somut sonuçları oldu, ölümler ve yaralanmalar. O yüzden tren kazaları, demiryollarının başlangıcından beri hep gözönünde tutuldu. Ama iletişim otobanlarının kurbanları somut olmayacak. İşsiz olacaklar, yabancılaşmış hissedecekler, ve bozulmuş sosyal ilişkilerin sonuçlarına katlanacaklar.
Peki seçkin tabaka nasıl yaşayacak? Sanal bir baloncuğun içinde. Gerçeksizlik, yakınlık kanununu değişime uğratacak. Dolayımsız, aracısız yakınlığı biliyoruz. Bu tür ilişkiler, aile ve dostlarımızla yaşadıklarımız. Sonra pazar yerinde ya da meydanlarda yaşadıklarımız var. Ondan sonra metropolisin sağladığı imkanlar yüzünden kırsalın terkedilmesine yol açan ulaşımın mekanik yakınlığını tanıdık. İletişim otobanlarıyla ise zaten televizyon ve radyo ile tecrübe etmeye başladığımız elektromanyetik yakınlığı gördük. Ama er ya da geç, bu yakınlık duyularımıza dokunacak: görme, duyma, dokunma, koklama ve hatta cinselliğe de. Diğerlerini uzaktan severcesine seveceğiz. Şimdiden bize yakın olan insanlardan bıkıp usanıyoruz. Televizyondaki haber sunucusunu yan kapı komşumuzdan daha iyi tanıyoruz. Yakında tek birbirini seven insanlar, sanal dünyada yaşayanlar olacak.
Bunun toplumsal hayat üzerindeki etkisi ne olacak ? Köyden pazara, kasabadan şehre geçiş çekirdek aileyi yarattı. Megapolis ise tek ebeveynli aileyi yarattı. Sanal hiperşehir, potansiyel toplumsal çözülmenin merkezi olacak.
Hangi yeni olgu, bu çeşit bir çözülmeye yol açabilir? Hız! Çamurda yuvarlanırcasına hızın sefahati içinde yaşıyoruz. Bu temayı son kitabımda geliştirdim. Kitabım, benim ortaya attığım “dromoloji” teorisi üzerineydi. Bu terimi Yunanca’da istikamet ya da yol anlamına gelen dromos kelimesinden türettim. Zaman boyunca insan hızını artırmayı denedi. At, kayık, tren ve uçakla. Ama bütün bu hızlar, hep göreceli kalmıştır, çünkü mekânı hakimiyet altına alamamışlardır. Bugün artık, aşamayacağımız bir sınıra dayandık: ışık hızı! Bu zamanın küreselleşmesine yol açtı. Dünya– zaman yerel zamana yetişir, üstün gelir oldu– zincirleme kazalar riskini de beraberinde getirerek.
En son kitabınızda, yeşil ekolojiye eklenmesi gerektiğini düşündüğünüz gri ekolojiden bahsediyorsunuz. Gri ekoloji nedir? Uzaklığın ekolojisi. Mesafeye ihtiyacımız var. Ama dünyanın zamansal sıkıştırılması, bu mesafenin boyutunu hiçliğe indirgeyebilir. Mutlak hız, çok fazla küçülmüş bir dünyada hapsedilme olasılığını mümkün kılar. Yani çocuklarımız dar bir dünyaya doğacak. Doğrusu ergonomik orantılar yok değil; şu an gerçek şehirlerde hayatın kalitesine katkıda bulunan bu orantıları dünya şehrinde kaybedeceğiz. İşte bu yüzden bir hız anlayışı edinmek gerek.