Giriş bölümünden, s. 11-15
Hatırlamak, insanın ve toplumun en temel gereksinimlerinden biri. Geçmişi hatırlamak bugünü ve yarını kurmak için çok önemli. Bellek, insanın aynı zamanda tarih bilincini oluşturuyor ve onu dünya üzerinde yaşayan başka canlılardan ayırıyor. Nietzsche bunu, “hayvan yalnız ‘şimdi’yi yaşar, onun geçmişi, geleceği yoktur, o tek boyutlu bir zaman içindedir. Oysa insan bilinçli bir tarih varlığıdır, sürekli gelişen, boyuna kendini besleyerek yenileyen bir özün taşıyıcısıdır,” sözleriyle vurgular (2009: 24). İnsanı doğadaki diğer canlılardan farklılaştıran bellek birçok araştırmacının ve yazarın altını çizdiği üzere toplumsaldır. Toplumsal bellek çalışmalarının öncülerinden Halbwachs, bir toplumun geçmişe ait olaylarla, geçmişte bıraktığı izlerle tanışık olmasının, zaman akışı içerisinde geri gidebilmesi demek olduğunu belirtmekte ve o toplumun kalıcılık göstermesinde, var olmasında ve kendinin bilincinde olmasında belleğin taşıdığı önemi vurgulamaktadır (2007: 75). Bellek meselesinin oldukça geniş, yüzyıllardır üzerine kafa yorulmuş bir alan oluşu ve birçok disiplinle bir arada ele alınabilmesi bu konuda çalışma ve araştırma yapmayı son derece cazip bir hale getiriyor. Diğer yandan güncel toplumsal dinamikler, siyasi olaylar ve gündelik yaşam pratikleri içindeki deneyimlerimiz de bu alanda söz söylemenin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye’de 2013 Haziranı’nda Gezi Direnişi sırasında yaşananlar toplumsal bellek-iktidar-medya-sanat arasında nasıl inanılmaz ilişkiler olduğunu yakından deneyimlememize yol açtı; böylece toplumsal bellek-travma-hatırlama-unutma konularını incelemenin önemini bir kez daha hissettim. Direnişin ülkede hükümete ve iktidara yönelik bir başkaldırıya dönüştüğünde olayların nasıl hızlı bir şekilde kanlı bir bastırmayla sonlandırıldığına tanık olduk. Bu süreç elbette Türkiye’de olsun dünyanın birçok yerinde olsun, önceki kuşaklar tarafından deneyimlenmiş sayısız toplumsal travmaya bir örnekti; ama benim için bu kez doğrudan canlı yaşandığım, bizzat tanık olduğum bir süreç oldu.
Bir süredir üzerinde çalıştığım, doktora tezimin de konusu olan toplumsal travmalarla ilgili okuduğum kitaplarda yazılanların gerçek hayatta gözümün önünde tekrarlanıyor olması, itiraf etmeliyim, benim için işin en ilginç yanıydı. Kitap çalışmamda bu yazarlardan şöyle alıntılar yapıyordum: “... totaliter rejimlerde, bilinçli olarak ve baskıcı yöntemlerle unutturma, yaşanan olayları yok sayma, konuşulmasını yasaklama gibi yöntemlerin kullanılması...” ve devamında sanatın, sinemanın bunlarla olan ilişkisini kuruyordum. Tüm bunların dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşandığına ilişkin örnekler olduğu gibi Türkiye’de de baskılar, katliamlar, acı yüklü travmalar çoktu ve iktidarların bunlar karşısında nasıl tutum aldıklarını biliyordum. Ne var ki bilmekten bilmeye ciddi bir fark vardı: Bire bir yaşamak, “tanık olmak”, içinde olmak ve yorumlayabilmek bambaşka bir bağlam oluşturdu. Elbette iktidarın medya üzerindeki baskısı, olaylar yaşanırken medyanın sessiz kalışı, sokaktaki insanınsa buna rağmen yaratıcı alternatif oluşumları hızla keşfedip ortaya çıkarması başka bir şeyi daha gösterdi. Yaşanan olayların ileride hatırlanmaması için, yok saymanın daha kolay olması için (günümüz iletişim koşullarında artık bunun hiç mümkün olmadığını bile bile) medya-iktidar-sermaye üç maymunu oynamaya devam ediyordu. Eylemde bulunanların yanında ise en çok sanat vardı. Direniş ve sanatın her zaman yan yana olduğu ve olacağı, sokaklardaki duvar resimlerinde, duvar yazılarında, çekilen fotoğraflarda, hızla üretilip internet üzerinden yayılan video belgesellerde kendini bir kez daha gösterdi. Böyle zamanlarda, birçok alanın travmalara sessiz kaldığı, hatta toplumdaki insanların, mağdurların ve tanıkların bile sessiz kalma konusunda ısrarcı olabildikleri zamanlarda, sanat her zaman en etkili dışavurum aracı olmuştur. Bu olgu Rapaport’un belirttiği gibi, “sanatın toplumun geri kalanının sahip olmadığı kültürel ayrıcalıkla diğerlerinin yapamadıklarına, söyleyemediklerine işaret edebilmesinden geliyor. Bu, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Alman Dışavurumcu sanatından örneklerde, ya da Picasso’nun İspanya İç Savaşı’nın travmalarının acısına bir karşılık olan Guernica’sında bulunabilir” (2002: 233). Travmaların ve yaşanan acıların sanatla dışavurulmasına hem dünden hem bugünden birçok örnek eklemek mümkün.
Sinemanın, kitle iletişim araçlarının, genel olarak kitlelere hitap eden görsel, işitsel araçların önemi her dönemde olduğundan belki daha da belirgin hale geldi. Draaisma’nın Bellek Metaforları’nda (2007) söylediği üzere belleğin kaydetme işlevi oldukça eski tarihlerden itibaren görüntü kaydına, insan beyni de tıpkı bir film makinesine benzetilmekteydi. Hatırlamanın bu anlamdaki sinematografik yanı, sinema-toplumsal bellek ilişkisini kurarken etkili bir metaforik bağ oluşturuyor. Evet, sinema bir eğlencelik, bir hikâye anlatım aracı, kitleleri manipüle etmenin en etkili araçlarından biri, bir endüstri ve bir ideolojik aygıt, ve Adorno’dan beri biliyoruz ki kitle iletişim araçlarının en önemli işlevi ideolojik yönleri.
Türkiye sineması 1990’lı yılların ortalarından itibaren yeni anlatılar ve konularla yeni bir evreye girdi. Sinemanın yeni anlatıları, yeni yönelimleri, “yeni” ifadesi de özellikle vurgulanarak çokça konuşuldu, yazıldı çizildi. Yeni Türk sineması dendi, Türk sinemasının Yeni Dalgası, Yeni Sinemacılar ve nihayet Yeni Türkiye sineması dendi ve bu “yeni” ciddi anlamda bir tazelenme getirdi sinematografik üretime. Zahit Atam’ın bu yenilenmeyi derinlemesine incelediği ve dönemselleştirdiği Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması kitabının da burada katkısı büyük oldu elbette. Velhasıl bir “Türkiye” sinemasından bahseder olduk. Başlı başına bu yönelim birçok konuya ilişkin sorgulama ve tartışmaları başlattı. Türkiye sineması artık bu çokuluslu, çokkültürlü toprakların gerçeklerine atıfta bulunuyordu. Ana akımdan kopuştu bu; yıllarca görmezden gelinenin görülmeye başlaması demekti. Milliyetçi, militarist, ataerkil, ayrımcı egemen düşünceyi sorgulayan, sarsan bir sinemaydı. Sözü edilmeyen, yıllarca bastırılarak, yok sayılarak büyütülmüş sorunların sinema aracılığıyla tartışılması demekti. Etnik meselelerin filmlerde dile getirilmesi, tüm etnik ayrımlara, travmalara el atmak, bunları araştırmak demekti. Azınlıkların tarihin derinliklerine gömülü acılarına bir ses vermekti. Yüce ve ulu değerlerin sorgulanması, yeni anlamlandırmalara kapı açılması ve alışılagelen temsil biçimlerinin alaşağı edilmesi demekti tüm bunlar. Aslında diyebiliriz ki bunlar sonuçta toplumsal hafızayı deşmek, eşelemek anlamına geliyordu.
Neler vardı peki bu toplumsal hafızanın karanlıklarında, sonsuz dehlizlerinde? Güneydoğu’da yıllardır yaşanmış binlerce faili meçhul mü? İşkence edilip sokaklara terk edilen insanlar mı? Kaybolan ve yıllarca ne ölüsü ne dirisi bulunabilenlerin ailelerinin çektiği acılar mı? Cumartesi Anneleri’nin çığlıkları mı? Etnik kökeni, dini kimlikleri ya da cinsel yönelimleri nedeniyle baskıya ve zulme uğramışların hikâyeleri mi? 6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi Kanunu mu? Mübadele süreci ve sonrasında yaşananlar mı? Darbelerle yo(ğ)rulmuş bu topraklarda 12 Mart, 12 Eylül mü? Çorum Katliamı, Maraş Katliamı, Gazi Mahallesi Olayları mı? Dersim mi? Sivas Katliamı mı? Hangisi? İşkence edilerek öldürülen gazeteciler mi? Ya da Gezi Parkı Direnişi’nde öldürülen gencecik insanların hikâyeleri mi?.. Yoksa şimdi böyle sıralarken hemen aklımıza gelmeyen, “unuttuğumuz” başka olaylar mı?
Toplumsal hafıza oldukça geniş bir kavram aslında, çünkü birçok bileşeni olan topluma dair politik, sosyal, ekonomik meselelerle bağlantılı, gündelik hayatla, sanat pratikleriyle etkileşim içinde birçok altbaşlığı olan bir kavram. Zaten topluma dair olmayan, hafıza sınırları dışında kalabilecek olan nedir diye sorguladığımızda her şeyin iç içe olduğunu görüyoruz. Fakat sinema ve sözünü ettiğim konular bağlamında baktığımda gördüğüm, toplumsal hafızada en önemli meseleler, acı veren taraflar, bastırılarak, yok sayılarak derinleşmiş yaralar, yıllarca konuşulmayan, yüzleşilemeyen ve bu nedenle daha da derinlere inen ve iyileşmeyen travmalar. Toplumsal hafızada en çok bastırılanlarsa, iktidar eliyle üstü örtülen, yası tutulamamış acılar, kayıplar... Freud yastan bahsederken yası tutulmayan olaylarda insanların asla iyileşmeyeceğini vurguluyor. Peki çoğu zaman yas tutmanın bile yasaklandığı bir ortamda travma anlatısının oluşması mümkün mü, ya da ne kadar mümkün? Bunun için bir ihtimal, bir alan, oldukça da önemli bir alan var aslında. Anlatılar acıların dile getirilmesine yardımcı olan önemli bir alan oluşturur; konuşmak ve anlatmaya başlamak, yas tutmaya ve geçmişle yüzleşmeye ve bir adım ileri giderek geçmişle barışmaya olanak sağlar.
Bu kitapta Türkiye sinemasında toplumsal belleğin tezahürlerine ve travmatik anlatılara odaklanıyorum. Yeni Türkiye sinemasının anlatıları içinden 1996-2011 yılları arasında yapılmış filmleri seçtim. Bu filmlere de Mithat Sancar’ın kavramını kullanarak “geçmişle hesaplaşma filmleri” diyorum – en azından hesaplaşma çabasında olan filmler! Belli konularla sınırlı kalmamak için farklı konulara odaklanan kurmaca filmlere bakmak istedim. Bu perspektifle belirlediğim filmler şunlar: Işıklar Sönmesin, Reis Çelik (1996), Salkım Hanım’ın Taneleri, Tomris Giritlioğlu (1999), Yazı Tura, Uğur Yücel (2004), Eve Dönüş, Ömer Uğur (2006), Sonbahar, Özcan Alper (2008), Güz Sancısı, Tomris Giritlioğlu (2009), Nefes, Levent Semerci (2009), Press, Sedat Yılmaz (2010), Gelecek Uzun Sürer, Özcan Alper (2011). Bu filmleri toplumsal bellek ve travma literatüründen yararlanarak incelerken bir yandan da sinematografik olarak bu meselelerin nasıl temsil edildiğine ve anlamlandırıldığına bakıyorum. Sinemada travmanın temsiline ilişkin olarak tüm kitap boyunca sormak ve yanıtlamak istediğim belli sorular var. Bunları şöyle sıralamak mümkün: Toplumsal travmatik olayların sinemadaki temsilinde eleştirel, sorgulayıcı bir yaklaşım var mıdır? Bu temsiller, travmaların ortaya konduğu, yüzleşme ve iyileşme yolunda adımlar mıdır, yoksa bağlamsız ve yüzeysel yaklaşımlarla bastıran ve unutmaya yardım eden bir nitelik mi taşırlar? Sonuç olarak sinema travmaların temsili ile toplumsal belleğin yeniden kurgulanmasında hangi temsil stratejileriyle nasıl bir işlev görmektedir? Bu çerçevede ilerleyen bölümlerde bellek ve toplumsal belleği, travmanın psikolojik süreçlerini ve toplumsal boyutunu, toplumsal belleğin iktidar ve ideolojiyle ilişkisini, sinemanın travma anlatısında hangi temsil biçimlerini kullandığını, bir filmin söyleminin nasıl inşa olduğunu irdeliyor ve genel olarak sinema, temsil ve ideoloji bağlamlarında bahsettiğim filmleri analiz ederek değerlendiriyorum.