Gül Yaşartürk, "Sinema Kadın Mekan", Birgün Kitap Eki, 7 Kasım 2014
Serazer Pakerman’ın St Andrews Üniversitesi’nde yazdığı doktora tezinin kitaplaştırılmış hali olan Film Dilinde Mahrem, Deleuzeyen kavramların anlaşılamama derdini ortadan kaldırıyor, bunu da kuram ve analizi birleştirdiği film örnekleriyle yapıyor. Yazar farklı ülke ve dönem filmleri arasında akrabalık kurmasının yanında hafıza, hareket ve sınırlar başlıkları altında ele aldığı kadın karakterleri de adeta tek bir öykü çatısı altında birleştiriyor. Ancak kitapta gündelik konuşma dilinde kullandığımız kimi kelimeler / ifadelerle (‘adam kadına zorla sahip olur’, ‘aynen’, ‘takılmak’, ‘gariban’…) karşılaşmak akademik dile zaman zaman gölge düşürüyor.
Kitabın yapısı
Kitabın giriş bölümü analizlerde kullanılan kavramların açıklamalarını içeriyor genel olarak. Yazar analizlerinde şizoanalizn açıklamasının ardından feminist kuramla şizoanalizi birleştiriyor. Şizoanalizi anlamak için önemli olan temel kavramlardan oluş ve çoğunluksal güç tanımlarını yaparken, çoğunluksal politikanın yerleşik öznesinin erkek olduğunu, bize direniş alanı açacak olanınsa azınlıksal kadın olduğunu (azınlık ve azınlıksal arasındaki farkın altını çizerek) belirtiyor.
Deleuze ve Guattariye göre ötekiliği, öteki oluşu; kadın oluş yoluyla anlayabiliriz. Bu bağlamda bakıldığında Deleuze ve Guattari’ye feminist demek çok da yanlış olmayacaktır!! Erkek çoğunluksal (hükmeden olumsuz yıkıcı güç / başka güçlerle karşılaşıp dönüşmesi mümkün olmayan güç) varlık olduğuna göre erkek oluştan söz edemeyiz. Oluş mutlaka azınlıksaldır, yani kadınların deneysel bilgisi çerçevesinde gerçekleşmesi mümkündür. Kadına ait yeni bir dil bulunması gerektiğini söyleyen üçüncü dalga feministlerden özellikle Luce Irgaray’ın fikirleri Deleuze ve Guattari’ye yakındır. Irgaray, adın bedenini akışkana benzetir ve bedenin ve cinselliğin ne olduğuyla değil neler yapabileceği ile ilgilenir. Buna göre akışkan bir madde olarak kadın bedeni ataerkil düzenin duvarlarına baskı uygular. Deleuze ve Guattari için ise cinsellik kadın ve erkek cinselliği ile sınırlandırılamaz, cinsellik kontrol edilemez binlerce cinsiyet üretmektir.
Pakerman yaptığı analizlerde her iki görüşten de yararlanıyor. Oluş ve azınlıksalı destekleyen bir diğer kavram da Yurtsuzlaşma – yerleşikleşme olarak çıkıyor karşımıza kitapta. Yazar yerleşikleşmeyi Lacan’a referansla açıklıyor önce. Lacan’da yerleşikleşme, bebek vücudunda belli organların anne baba sevgisi ve bakımı sırasında erotik değer kazanması ve enerjiyle yüklenmesidir. Yurtsuzlaşma ise arzunun bu bölgelerden kurtulmasıdır. Yurtsuzlaşmayı çoğunlukla yeniden yerleşikleşme izler ancak yeniden yerleşikleşme azınlıksal bir eylem değildir. Yurtsuzlaşma, azınlıksal kadını çoğunluğun etrafına ördüğü duvarlardan kurtarabilir. Bu kavramın, çoğunluksal olana direniş mekânı ve potansiyeli yaratmak gibi özellikleri vardır. Yurtsuzlaşma bireyleri onları kısıtlayan mekânlardan kurtarır.
Şizoanaliz
Şizoanaliz için evde olmak açılması ihtimali olan kapalı bir kutuda olmaktır. Şizoanaliz, kutunun fiilen açılması ve içindekilerin elle tutulur biçimde ortalığa saçılmasından yanadır. Oluş, fiziksel bir evden (ülke ya da çete bile olabilir) fiziksel olarak ayrılmayı gerektirir. Ataerkil yükleri taşımak ya da fırlatıp atmak yerine o alandan ayrılmak yani evsiz kalmayı önerir.
Pakerman’ın kitaptaki ilk ayrıntılı şizoanalitik film okuması (ve aynı zamanda en çok akılda kalanı) Serdar Akar’ın Gemide filmi üzerine. Gemide (1998) filminin kadın düşmanı olduğunu düşünen benim gibi okuyucuları oldukça şaşırtan yorumları var yazarın. Filmde tecavüzcülerin sevimli çizilmiş olmalarından mütevellit ikiliklere ait bilgilerin bir faydası olmayacağını belirtiyor. Geminin izleyicinin zihninde dişil bir film mekânı halini aldığını, dört adamın yuvası olmaktan çıkıp onlar için travmatik bir mekân, kadın içinse azınlıksal bir direniş mekânı olmaya başladığını belirtiyor. Kadın eylemsiz olsa da erkekler arasındaki güç dengesini değiştiriyor. Başta sıcak bir yuva olan gemi ters yüz olarak tekinsiz bir mekâna dönüşüyor ve kadın oluşun deneyimlendiği bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Burada kilit noktayı yurtsuzlaşma – bütünlük – oluş ve organsız bedenin birbirlerini tamamlayan kavramlar olduğunu hatırlamak. Bütünlük ilk aşamadır ve organsız beden yaratır. Bir kılıf gibi mekandaki kişi ve nesneleri sarar ve görünmez bağlarla bağlar. Bütünlüğün parçası olan kişi ve nesneler hareket ettikçe alan dönüşür ve adeta çorap gibi ters yüz olur.
Çoğunluksal hafıza ve film
Kitabın birinci bölümü “hafıza” adını taşıyor ve Allegro (Christoffer Boe 2005), Others (Alejandro Amenábar 2001), ve Kader’i (Zeki Demirkubuz 2006) ortak zeminde buluşturuyor. Sıralanan filmlerde kadın karakterlerin tekinsiz mekânlarla kurdukları bütünlükler sayesinde çoğunluksal hafızanın mutlak doğruluğunu ve dokunulmazlığını ortadan kaldırarak ataerkil ideali yurtsuzlaştırdıklarını söylüyor yazar. Bu kadınlar sayesinde azınlıksal hafızaya ulaşmak mümkün olmaktadır. “Hareket” başlıklı ikinci bölüm ise, Talk To Her (Pedro Almodovar 2002), 10 (Abbas Kiyarüstemi 2002), İki Genç Kız (Kutluğ Ataman 2005) filmleri üzerinden; hafıza başlıklı bölümde kutudan kurtulan kadınların, harekete geçip sokağa çıktığını söylüyor okuyucuya. İki Genç Kız’da Handan ve Behiye’nin azınlıksal, akışkanın- suyun gücüyle ataerkinin duvarını zorlayan karakterler olduklarına ancak Handan’ın çoğunluğun yıkıcı gücüne teslim olduğuna dikkat çekiyor. Kitabın “sınırlar” başlıklı son bölümü ise İklimler (Nuri Bilge Ceylan 2006), Dogville (Lars Von Trier 2003) ve Offside (Cafer Panahi 2006) filmleri üzerinden kadınların yeniden yerleşikleşmeden yurt kurmayı öğrenmeleri temasını odak noktası olarak alıyor. Bu bölümde Dogville’deki tiyatro sahnesi (Dogville kasabası) ile Luis Bunuel’in Exterminating Angel (1962) filmindeki ev arasında “kaynak dünya” kavramına dayanarak kurduğu benzerlik oldukça dikkat çekiyor. Yazar bu tür mekânların hem gerçek bir fiziki mekâna tekabül ettiğini (böyle bir yer vardır manasında) hem de izleyicinin kendisi anlam yükleyebilmesini sağlayacak denli soyut olduğunu söylüyor. Filmde Grice İki Genç Kız’ın Handan’ı gibi çoğunluksal düzene teslim olan bir karakterdir.
Pakerman, kitabın sonu yolun başı başlıklı sonuç bölümünde kurduğu “huzurlu bir evin olmadığı bu hikâyelerde kadınların kendi bedenlerinin etrafında onlarla birlikte hareket eden bir yaşam alanı oluşturduklarını gördük (…) eninde sonunda ataerkil düzenin ideal evimizmiş gibi sunduğu hapisten kaçmayı başardık” cümleleriyle çalışmasını güçlü biçimde özetliyor.