Ali Mert, "Zebra eti yenir mi?", İleri Haber, 19 Eylül 2014
Ren’in kollarından Düssel nehrinin kenarındaki şehir, nam-ı diğer Düsseldorf, İkinci Dünya Savaşı’nda “geri dönüş”ün yaşandığı ve işlerin Almanya’nın aleyhine gittiği günlerde, yüzlerce kez çok yoğun bir şekilde bombalanıyor.
Yerle bir olan şehirde savaşın ve açlığın kol gezdiği o dumanaltı günlerde, ölümün hemen kıyısında trajik manzaralar da oluşuyor. Örneğin, hayvanat bahçesi de bu bombalardan nasibini alıyor ve kimi hayvanlar patlamalarla birlikte parçalanıp ölürken, kimileri ise bahçe alanından çıkıp şehrin çeşitli bölgelerine dağılıyor.
“Kimsenin şimdiye kadar seslerini duymadığı kuşlar, akbabalar, deniztavşancılları, And kondorları şehrin üzerinde pike yapıyordu, yıkıntılar papağanlarla ve çığlık atan maymunlarla dolmuştu, cüce Afrika keçileri ve yaban Asya koyunları şehirde cirit atıyordu, camızlar ve su aygırları sokaklara serilmişti, zebra ve antilop sürüleri şehrin bir yerinden öbürüne koşturup duruyordu.” (*)
İnsan ve hayvan. Av ve avcı. Yaşam ve ölüm... Karşılıklı durup birbirlerine bakıyorlar. Sık sık da yer değiştiriyorlar!
“Mağarasının önünde bir avcı gibi oturan Gustav, kilerdeki sobanın arkasında duran bir tabancayı ortaya çıkarıp antilop avına çıkmıştı. (...) Ailesine et getirmek için ava çıkan bir taş devri avcısı haline gelen Gustav, kendisinden daha aç ve daha ürkmüş bir halde peşinden koşan hayvanlar karşısında kendini korumak zorundaydı. Acaba zebra eti yenir miydi? Kimse tam olarak bilmiyordu bunu. (...) Ve yüce Tanrı dedi ki: İnsanı yaptığım için pişmanım…”
Yenir mi zebra eti sahi? Çocuklarının ve torunlarının toprak yediği günlerde, Gustav yemeyecek, yedirmeyecek de ne edecek?
Hikayenin devamında, evler ve bahçelerle birlikte sığınakların da dağılıp gittiği, toprak tadının geri geldiği günlerde, ülkenin başka bölgelerine göç etmeye çalışıyor aile. Civarda, harabeler arasında elde kazma “define” (yiyecek kırıntılar ya da tabak, çanak gibi kullanılabilecek eşyalar) ararken, kazmayı bir patlayıcı maddeye denk getirip havaya uçanlar var. Aile üyeleri, Almanya’nın başka köşelerine ulaşmayı başarıp Düsseldorf’ta yaşadıklarını anlatmaya başladıklarında, henüz savaşın sıcaklığını ve dehşetini yaşamayanlar, tepelerine bombalar yağmayanlar, şehirde antilop kovalamayanlar, elde kazma “define” aramayanlar, bunun da ötesinde liderlerine/führerlerine bir şekilde inançlarını koruyan o “sıradan” insanlar, önce anlatılanları dinliyor, sonra kulaklarına inanamıyorlar: “Tasavvur etmek bile mümkün değil. Olmaz öyle şey.”
Savaşın, bombardımanın, katliamın dışındakilerin anlaması, anlamlandırması, hatta hayal etmesi pek kolay değil gerçekten de. Zebra eti hiç yenir mi, olacak şey mi yani?..
*
Savaşı, yıkımı, enkazı, enkazda canlı kalanları, yeniden ayağa kalkışı, dirilişi ve tüm bu süreçleri yaşayan insanları anlatan kitaplar, 20. yüzyılın en büyük ve güçlü roman geleneğini oluşturdular. O “tasavvur dahi edilemez” koşulların karakterleriyle, en canlı, çarpıcı ve sahici öyküler önümüze seriliverdi. Sarsıcı toplumsal olguların yanı sıra, “İnsan, insanın kurdudur” sözünü haklı çıkaran bireysel saldırı ve kapışmaların da tanığı olduk. Gerçekte yaşamadıklarımızı, yanından bile geçmediklerimizi, insanın çok farklı hallerini, bütün acısı ve çıplaklığıyla biz de o romanlarda ve kahramanlarda “yaşadık”. Bir anlamda “tasavvur ve tahayyül etmemiz”, yani düşüncemizde ve hayalimizde canlandırabilmemiz mümkün hale geldi…
Tasavvurumuz, farklı pencerelerden/perspektiflerden de gelişti. Farklı gözlerin/birikimlerin uyarıcılığıyla ve duyarlı bakışlarıyla çoğaldı. Çok yaşlı bir yetişkinin, mahallenin delisinin yahut küçük bir çocuğun tanıklığıyla anlatıldığında, daha farklı etkiledi gerçekler bizi. Onların çaresiz ama yine de oyuncu halleri; ölümün kıyısında ama yine de umutlu eylemleri; korku ve endişelerinin farklı gelgitleri sayesinde, yaşananların değişik katmanlarını ve boyutlarını anlayabildik.
İnsana ve hayata dair tüm kat ve katmanlar bombalanırken hem de…
İnsanın savaştaki korkunç halini gördük. En çıplak, en doğal ve vahşi hallerini belki. Sokaklarda, sığınaklarda, kilerlerde, depolarda, avlularda… her şey uçarken havaya, “tehlike” sözcüğünün yetersiz ve hatta “anlamsız” kaldığı günleri. En küçük ve en yüce hallerini birlikte gördük insanın. Temel güdülerine dönebilecek denli ilkelleştiği, en sofistike teknolojiyi yaratabilecek denli yükseldiği hallerini. Bencillik ve dayanışma arasında gidip gelmeleri, has kişilik özelliklerinin gerçeğin terazisinde tartılıvermesini gördük. Hayatta kalabilme güdüsüyle, yaşamını sürdürme zorunluluğuyla çaresizce ve acımasızca eylediklerini. Ve yıkımın insanı bir anda hiçleştirebilen gücünü. Ve yeniden yapımın insanı daha da yüceltebilen gücünü.
Evet, bir toz taneciği kadar küçülmüş, güçsüz ama her şeyden arındığı, geçmişi kalmadığı için geleceğe bakan güçlü ve büyüyebilen/yükselebilen bir yanı da var hâlâ. Ya da savaşın içindeki roman kahramanının dediği gibi; “Hiçbir şeye sahip olmaksızın geleceğe bakmak, hayatı birdenbire yaşanmaya değer ve umut dolu hale de getirebiliyor.”
Yıkım ve diriliş bir arada... şairin dediği gibi, umut insanda hâlâ.
*
Şimdi yine savaş var içinde bulunduğumuz coğrafyada. Kimimiz içinde yaşıyor/hissediyor; kimimizin ise “tasavvur dahi edemediğimiz” denli uzakta olup bitiyor bir şeyler.
Savaşın gerçekliğini bizzat yaşayanlar/hayatta kalmaya çalışanlar bir yana; hemen onun komşuluğunda, günü, tarihi ve coğrafyayı nasıl gördüğüne bağlı olarak, değişik düzeylerde “yaşayanlar” da var. Politik bilince, ideolojik kültürel kuşatmaya, bireysel konformizme, uyarıların gücüne, sosyal duyarlılıklara vb. bağlı olarak aynı gerçeği farklı düzeylerde yaşayan komşular!.. Kimileri içinde, kimileri “tasavvur dahi edemiyor”, etmek istemiyor yine...
Gericiliğin bölgedeki en iri ve de sivri biçimde cisimleşmiş hali (ve gericiliğin ve sömürünün diğer güçleri tarafından semirtilmiş hali) IŞİD’in ölümcül saldırıları altında, yıkımı gerçekten yaşayanlar var. IŞİD saldırılarından tüm bir aile, çoluk çocuk kaçan Şengalli Ezidiler, Türkmenler, Kobane’den gelen Kürtler... İnfaz edilen kardeşlerini geride bırakıp toz toprak içinde, aç biilaç günlerce yollarda yürüyen insanlar; zorlu ve tahammülfersa koşullarda hayatta kalmaya çalışanlar, tasavvurumuzu zorlayanlar var. Bu karanlığın ortasında, her şeye rağmen yaşama sevinciyle dopdolu, ışıltılar saçarak gülen çocuk yüzleri de var.
Savaş coğrafyasında yaşıyoruz/yazıyoruz artık. Savaş koşulları hemen sınırlarımızda ve oradan içeri giriyor.
Yine ne bulabilirlerse yiyecek durumda insanlar. Yine toprakla baş başa çocuklar. Mecbur kaldığında neler yiyebilir/yedirebilir, hayatta kalabilmek için neler yapabilir bu insan kim bilir?
Peki, hâlâ ve bir kez daha, “tasavvur etmek dahi mümkün değil” midir?..
(*) Dieter Forte, Sırtımdaki Ev, s. 375, (Onlarca trajik savaş hikayesini, bir ailenin yaşadıkları ve tanıklıkları çerçevesinde, çok uzak bir geçmişten 1950’lere kadar getirerek anlatan bu esaslı romanı, yazıyı okuyan herkese tavsiye ediyorum.)