Açılış bölümü, Korkak ve Canavar, s. 9-29
Giriş
Harkul, tünelin başında kaygıyla bekleyen ailesine öfkeyle bağırdı: "Cesur olun biraz, saçma bir söylenti yüzünden bu düğüne geç kalacak değilim!"
Karısı Alme, küçük oğullarının elinden sıkıca tutarak "Ama ya doğruysa?" diye sordu. Yüzündeki ifade kendinden çok çocuğu için endişelendiğini gösteriyordu. Harkul, bunu sezince sesini alçalttı. Şefkatli bir gülümsemeyle, "Kararı Dayı'ya bırakalım öyleyse," dedi. "Eğer o da tereddüt ederse senin sözüne uyarız. Bu lanet olası dağın etrafını dolaşır ve düğüne ancak kutlama yemeğinin sonunda yetişiriz. Buna da yetişme denirse tabii!"
Alme, boynunu büktü. Kendisine kalsa zaten bu düğüne hiç gitmeyecekti. O sıkıcı insanlarla tüm bir gece boyu beraber olmak fikri yeterince kötüydü. Bir de bu tünele girmek üzerine tuz biber ekecekti. Ama sevgili kocasıyla bu kadar basit bir sebepten tartışmak da istemiyordu. Evlenen onun en yakın arkadaşlarından biriydi. Heyecanını hoş görmeliydi.
Jargol Dayı nefes nefese yanlarına ulaştığında, onları kendisini beklerken buldu. Kaç yaşında olduğunu kimse bilmezdi, ama bu gençlerin ikisi de eline doğmuştu. Biraz utanarak, "Yaşlılık başa bela canlarım," diye mırıldandı. "Sizin yaşınızdayken ben bu tepeyi keçi hızıyla çıkardım. Şimdi küçük bir çocuğa bile yetişemiyorum." Bunları söylerken annesinin elini ısrarla bırakmayan küçük oğlana sevgiyle göz kırptı.
"Yok Dayı," dedi Harkul. "Zaten bir yere gittiğimiz yok. Şaşkın inekler gibi kendimize yön arıyoruz. Alme tünele girmemekte diretiyor. Yok lanet varmış, yok Grisol buraya girdikten sonra sırra kadem basmış... Köyün delisi ortalıktan kayboldu diye ben bu düğüne gecikmeli miyim yani?"
"Sadece Grisol değil!" diye itiraz etti Alme. Kömür gözleri her tartışmalarında olduğu gibi çakmak çakmaktı. "Grisol delinin tekiydi, ama Hiskot'un kaybolan kuzuları senden daha akıllıydı. Tünelin etrafında otlarken birden yok olmuşlar. Buna ne diyeceksin?"
Harkul omzunu silkerek, "Bir çatlak, birkaç da koyun," diye pervasızca söylendi. "Diyelim ki tünelden çakallar geldi, hadi diyelim kurtlar geldi, Dayı bile şu ihtiyar haliyle bir düzinesini devirir. Benim yanımdayken böyle şeylerden nasıl korkuyorsun anlamıyorum!"
Konuşmaları sessizce dinleyen Dayı, sözü alabilmek için gürültüyle öksürdü. Büyüklerinin sesini duyan karı koca dikkatle kulak kabarttılar. "Bence kararı en bilgemiz versin," dedi Dayı kelimelerin üstüne basarak. "Bilgeliğin göstergesi az konuşmaktır. Burada sessiz durmayı bilen tek kişiye sormayı öneriyorum."
Sonra hafifçe eğilerek küçük oğlanın çenesini sıvazladı. "Ne dersin Leofold, bu tünel hakkında söylenenleri biliyorsun. İçeri girmek seni korkutur mu?"
Leofold, soruyu işittiği an ayağıyla toprağı eşelemeyi bıraktı. Kedi gibi kabarmaya çalışarak, "Ben hiçbir şeyden korkmam!" diye bağırdı. Annesinin elinden bir silkinişte kurtuldu ve tünelin ağzına yürüdü: "Sen benimle gel Dayı. Bir şey olursa biz onları koruruz!"
Harkul keyifli bir kahkaha attı. İşte bu onun oğluydu. Alme yenilgiyi kabullenmiş bir halde başını salladı. Kocasına karşı çıkabilirdi, ama bu ufaklığa hayır demek onun için en zor şeydi. Dayı uzun boylu olduğu için Leofold'un elinden tutamadı. Meşalesini yaktıktan sonra sarı saçlı başına elini dayayıp "İzleyin bizi," dedi. Meşalelerini yakan çift onların ardından tünele girdiler. Harkul bu dizilişi beğenmişti. Hiç inanmasa da eğer içeride çakallar varsa arkadan saldırmaları daha olasıydı. Alme bir Kadi kadınına yakışacak şekilde kılıcı elinde yürüyordu. Çocuğunun başına bir şey gelirse bu kılıcın düşmandan önce inatçı kocasının başına ineceği şüphesizdi.
Leofold, tünelin içine girerken derin düşünceler içindeydi. Grisol onun en sevdiği insanlardan biriydi. Ona taş attıkları, yalpalayarak yürüyüşüyle dalga geçtikleri için diğer çocuklarla az kavga etmemişti. Kendisine bir veda bile etmeden ortadan kaybolmasına çok içerlemişti. Belki de annesinin söylediklerinde bir miktar doğruluk payı vardı. Belki gerçekten bu tünel onun kayboluşu ile ilgiliydi. Jargol'un meşalesinin aydınlığında zor bela seçilen duvarlara ürpertiyle baktı. Buradan defalarca geçmiş olmasına rağmen kendini rahat hissetmiyordu. Sonra dayısının başında dolaşan elini hissetti. Bu koca elin sahibine güvenebileceğini düşündü. Onun hakkında ne de çok hikâye dinlemişti. Kadi'nin en şanlı savaşçılarından biriyle beraberken korku duyması pek saçmaydı. "Bir deli, birkaç da koyun..." diye babasının sözlerini tekrarladı. Sonra Grisol'un sevimli yüzünü hatırlayıp deli lafından utandı.
"Deli değildi," diye geçirdi içinden. "Sadece biraz farklıydı. Nerede güzel bir şey bulsa getirip bana gösterirdi. Umarım çabuk döner."
Alme, yavaş yavaş boşuna endişelendiğine inanmaya başlıyordu. Tünelin yarısını aşmışlardı, her zamanki sakin havasından başka bir şey hissetmemişti. Önceden çakallar girmiş olsa bile burası onların uzun zaman kalmak isteyecekleri bir yer değildi. Bu düşüncesini tam yanı başında yürüyen kocasına da açacaktı ki oğlunun acı feryadı ile donakaldı. Kendini kaybetmiş bir halde ileri atıldığında Dayı'yı, yere oturmuş ağlayan Leofold'un üzerine eğilmiş buldu.
"Tanrı aşkına neler oluyor! İyi misin Leofold?"
Harkul da bir saniye sonra yanlarındaydı.
"Neydi o çığlık! Neyin var küçüğüm?"
Dayı, "Bir şey yok," diye mırıldandı. Küçüğün ayağını tutarak saplanmış dikeni gösterdi. Oldukça büyüktü. "Bu lanet şey nereden gelmiş bilemiyorum. Tünelden geçen bir hayvandan düşmüş olmalı."
Alme üzüntüyle yüzünü buruşturdu: "Bebeğim benim, canın çok yanıyor mu?"
Leofold hayır anlamında başını sallasa da gözyaşları onu yalanlıyordu.
Harkul, hep senin suçun der gibi bakan karısından gözlerini kaçırarak, "Dayı, çıkar şu mereti," diye mırıldandı. "Bir bez sarıver. Düğün yerine vardığımızda baktırırız." Sesine duygusuz bir ton vermeye çalışıyordu, ama o da oğulcuğunun ağlayışından çok etkilenmişti.
Dayı, "Yeter bre!" diye kükredi. Çocuğun göğsüne gömülmüş başını tutarak kaldırdı. "Alt tarafı bir diken yahu... Ne sulu göz oldun sen!"
Azarı işiten Leofold o saniye ağlamayı kesti. Alt dudağını ısırarak inlemesini önlemeye çalıştı. Bereket ikinci azar başkasını hedeflemişti. "Sen kim oluyorsun da bana yara sarmayı öğretiyorsun!"
Harkul tokat yemiş gibi sarsıldı. Dayı'nın vücudunda kendi yaşından çok yara izi olduğunu iyi biliyordu.
"Hadi al şu karını da çıkışa yürüyün. Başımda ağlaşan iki aptala tahammül edemem. Yarayı sardıktan sonra peşinizden geliriz. Bizi dışarıda bekleyin."
Emir karşı konulamaz kesinlikteydi. Alme içi yansa da boyun eğip sessizce kocasının koluna girdi. Genç çift isteksiz adımlarla uzaklaşırken Dayı meşalesini tek darbede toprağa saplamış, dikeni parmaklarının ucuyla kıstırmaya uğraşıyordu.
"İki koca çocuk," diye söylendi. "Sen onlardan daha sağlam ayakkabısın evlat. İşte bu yüzden dikeni çekerken hiç bağırmayacaksın."
Aslında Jargol sadece çocuklarının bağırdığını duyan altın kalpli yeğenlerinin duyacağı üzüntüyü düşünüyordu. Ama Leofold söylenenleri ciddiye aldı. Dudağını koparmak pahasına da olsa bağırmamaya karar verdi.
O sırada ikisinin de beklemediği bir haykırış duyuldu. Dehşet, çaresizlik ve acı karışımı, tüyler ürpertici bir çığlıktı bu. Tünelin duvarlarında yankılana yankılana eridi. Hemen ardından Alme ve Harkul'un imdat çığlıkları duyuldu.
Leofold neye uğradığını şaşırmıştı. Bir anda ayağa fırlayan Dayı, haykırarak yerinde kalmasını söyleyip çığlıkların geldiği yöne koştu. Meşaleyi de aldığı için çocuk karanlığın içinde bir başına kalakalmıştı. Aynı tarafa gitme arzusuyla doğrulmaya çalıştı, ama biraz daha derine batan dikenin acısıyla gerisin geriye oturdu. Henüz birkaç saniye geçmişti ki Dayı'nın bağrışlarını duydu. Emin değildi, ama sanki "Tanrım! Olamaz!" diye haykırıyordu. Bu duyduğu son ses oldu. Yankılar sustuğu zaman tünel bir mezar sessizliğine bürünmüştü.
Küçük oğlan tüm sevdiklerinin gittiği yöne korku dolu gözlerle bakıyordu. Meşalelerin ışığının görünmesini, ayak seslerinin duyulmasını, bu kâbusun bir an evvel sona ermesini bekliyordu. Ama kimsenin geldiği yoktu. Birden ağlamaya başladı. Dikenin acısını önemsiz kılan korku ve üzüntü, gözlerinden kocaman damlalar koparıyordu. Aniden yanı başında birinin dikildiğini hissetti. Hayvani bir soluma duydu. Hiçbir şey düşünemeyecek kadar dehşete kapılmıştı. Sadece titriyor, başka bir hareket yapamıyordu. Sivri bir pençenin yaralı ayağını kavradığını hissettiği an ise kendinden geçti.
Uyandığı zaman hâlâ tünelde olduğunu fark etti. Tüm bunların kötü bir rüya olmasını ne çok isterdi. Ayağı eskisi kadar ağrımıyordu. Eliyle yokladığı zaman dikenin çıktığını ve yaranın bir bezle sarıldığını anladı. Nasıl olduğunu bilemiyordu, ama düşünecek halde de değildi. Zor bela doğrulup ailesinin kaybolduğu yöne yürüdü. Elini duvarlarda kaydırarak ilerliyor, şaşkın, üzgün, korku dolu, sevdiklerinin adını çığırıyordu. Onlardan bir iz bulamadığı için önünde gün ışığını gördüğü vakit bile en ufak bir sevinç duyamadı. Dışarı çıktığı zaman güneş ışınları gözlerine sivri bıçaklar gibi battı. Oracığa yığılıp yeniden gözyaşlarına boğulan küçük oğlanı, birkaç saat sonra sürülerini otlatmaya getiren çobanlar buldu.
Ama ne Alme'den, ne Harkul'dan, ne de şanlı şövalye Jargol' dan hiçbir iz bulunamadı.
Canavar
Leofold uyandığında ter içinde kalmıştı. Tünelin karanlıkları içinde değil de aydınlık bir çimenlikte yattığını fark edince rahatladı. Hızla doğrulup oturdu, dirseklerini dizlerine dayayıp başını ellerinin arasına aldı. "Yirmi yıl geçti," diye inlercesine söylendi. "Bu rüyayı kim bilir kaç defa gördüm. Ama hâlâ sekiz yaşındaymışım gibi korkuyorum." Yıllarca o tünelin yakınlarına gitmemişti, ama bu sefer uzak durma şansı yoktu. Onun acıları yüzünden bir savaşın yerini değiştirecek değillerdi.
Toparlanıp kısrağının yanına gitti. Çimenlerin arasında nasılsa açmış rengârenk bir tanrı çiçeğinin üstünden atladı. Üzerine uzandığı işlemeli örtüyü rulo yapıp atın eyerine sıkıştırdı. "Ne dersin Dranos," diye mırıldanırken beyaz yelesini sevgiyle okşadı. "Sence bu savaşa katılmak iyi bir fikir mi?"
Günlerdir düşünüyordu, ama bu soruya tatmin edici bir yanıt bulamamıştı. Aslında bu savaş onun çok dışındaydı. İki lordun hangisi kazanırsa kazansın umurunda değildi. O kendini beğenmiş, sömürgen lordların ikisini de hiçbir zaman sevmemişti. Asuber'e karşı Kozan'ın saflarında yer alması ise sadece dostu Mirtayek'i kollamak içindi. Kısa bir süre durup sevgiyle dostunu hayal etti. Şimdi büyük bir heyecanla ordusunu cesaretlendirmeye çalışıyor olmalıydı. Zaten her zaman heyecanlı, yerinde duramayan bir adamdı. "Adam..." diye düşündü. Yüzünü kocaman bir gülümseme süsledi. Mirtayek on yaşındayken bile kendisine "adam" gibi görünürdü. Hep büyük şeylerden söz eder, büyük işler yapmaya kalkışırdı. Ailesinin ölümünden sonra kendisini himayesine alan ve tecrübeleri dışında tek öğretmeni olan Şövalye Gurman'ın öz oğluydu. Gurman onları birbirlerinden hiç ayırmamıştı. Beraber büyütmüş, beraber eğitmiş, yaralı döndüğü bir savaştan sonra son soluğunu verirken de onları yine birbirlerine emanet etmişti. Onun katıldığı bir savaştan uzak durması neredeyse imkânsızdı.
Mirtayek bu savaşı çok ciddiye alıyordu. Yönetim Asuber'in eline geçerse, halkın çok eziyet çekeceğine inanıyordu. Leofold ise Kozan'ın daha iyi bir hükümdar olacağına inanmak için tek bir mantıklı sebep göremiyordu. Lord Kozan, sert bakışlı, kaba bir adamdı. Yabancı biri, soylu olduğunu asla anlayamazdı. Sinsi ve ukala bir havası olan Asuber'e göre belki bu yüzden tercih edilebilirdi. Fakat uğruna hayatını koymaya değecek bir lider olmadığı da kesindi. Keşke yaşlı kurt Hanton ölmemiş olsaydı. O zaman bunları düşünmek zorunda kalmayacaklardı. O hayattayken kimse yönetime talip olmaya cüret etmemişti. Mirtayek, Hanton'un ölmeden önce yerine Kozan'ı tayin ettiğini iddia ediyordu. Ama bunu kimse kanıtlayamamıştı. Ortadaki tek gerçek halkın önemli bir bölümünün Kozan'ın yanında olduğu, Asuber'i ise daha çok tecrübeli savaşçıların tuttuğuydu. Mirtayek ve Leofold gibi birkaç istisna dışında, adı duyulmuş bütün şövalyeler Asuber'in saflarında olacaktı. Bu ise hiç adil değildi; çünkü sayıca üstünlüklerinden başka güvenecek bir şeyleri yoktu.
Sıkıntılı bir ifadeyle Dranos'un sırtına atladı. Eyere tutuşturulmuş bir demet çiçeği alıp uzun uzun kokladı. Birkaç gün önce köyünün, Sertuk'un en güzel kızı ile nişanlanmıştı. Aslında pek çok kişiye göre o Kadi'deki en değerli hazineydi. Acı ile gülümsedi. Şu an nişan hediyesi olan bu çiçekler yerine sevdiğinin kuğu boynunu kokluyor olabilirdi. Bu savaşta sırf Ermira kendilerine kalsın diye onu öldürmek isteyecek pek çok şövalyeyle karşı karşıya gelecekti. Kendisini böyle bir belaya bulaştırdığı için Mirtayek'e bir kez daha lanet okuyarak atını mahmuzladı.
İki saati aşkın yol aldıktan sonra Gurç Dağı'nın eteklerinde uzanan Kısman Vadisi'ne ulaşabilmişti. Gördüğü kalabalık içini biraz olsun rahatlattı. Savaşmayı bildikleri kuşkuluydu, ama tepeden tırnağa silahlanmışlardı. Kılıçların, mızrakların, sadaklara dizili okların uçları ışıl ışıldı. Bu kadar insanın toplanmasında Mirtayek'in büyük bir rol oynadığından kuşkusu yoktu. Anlaşılan iğrenç promlar ve şövalyeler dışında Asuber için çarpışacak pek kimse kalmamıştı. Promlarla dövüşme fikri onu birden keyiflendirdi. Bu goril benzeri, kıt akıllı yaratıklar uzun zamandır sinirine dokunuyordu. Hanton'un ölümüyle şımarmışlar, insanlara tepeden bakar olmuşlardı. Asuber onlara büyük vaatlerde bulunmuş olmalıydı. Galiba savaşmak için gerçekten doğru taraftaydı.
Ordunun içine girdiğinde uyandırdığı ilgi birden kalbini gururla doldurdu. Onu tanıyanlar yanlarında olmasının verdiği güveni bakışlarında yansıtıyorlar, diğerleri ise bu inanılmaz güzellikteki yüzün sahibine hayranlık ve merak dolu gözlerle bakıyorlardı. Birden kalabalık dalgalandı ve karşısına devasa bir aygırın üzerine kurulmuş Mirtayek çıktı.
"Aziz dostum!" diye kükredi genç şövalye. "Sensiz başlamak üzereydik! Beni gerçekten meraklandırdın... Sözünün eri olduğunu biliyorum; bu kadar gecikince başına bir iş gelmiş olmasından korktum."
Leofold ona uzanan elleri sevgiyle yakaladı. Gülümseyerek, "Beni hoş gör," dedi. "Bu savaşa katılma iznini alana dek neler çektiğimi bir ben bir Tanrı bilir. İnan ki Ermira'yı razı etmek savaşın en zor kısmıydı!"
Mirtayek ellerini çekerken yüzünü sıkıntıyla buruşturdu. Yeni nişanlanmış dostunu bir savaşın içine sürüklemek zorunda kaldığı için kendini kötü hissediyordu. Ama her ne yapıyorsa Kadi'nin geleceği içindi. Ne promlar gibi halkın toprağına konmanın ne de Asuber'in yanında yer alan diğer şövalyeler gibi birtakım imtiyazlar kazanmanın peşindeydi. Kozan'ı sırf bu tür haksızlıklara izin vermeyeceğine inandığı için savunuyordu. Dostuna bir kez daha uzun uzun baktı. Tanrılar sanki onun yüzünde kendi güzelliklerini sergilemek istemişlerdi. Girdiği onca savaşa rağmen bu yüzde en ufak bir çiziğin bulunmaması ise Leofold'un yeteneklerinin en büyük göstergesiydi.
"İleriye bak," diye haykırdı Mirtayek. "İşte alçaklar güruhu geliyor!"
Leofold, Mirtayek'in işaret ettiği yöne merakla baktı. Gerçekten de vadinin diğer yakasında bir hareketlenme vardı. Birkaç saniye sonra ilk prom birliği savaş alanındaki yerini almıştı. Onun ardından diğerleri geldi. Leofold hiç bu kadar çok promu bir arada gördüğünü hatırlamıyordu. Geleneksel silahları olan baltalar ve ucu zehirli oklar atan borularla donanmışlardı. Asuber'in hazinesinin epey hafiflemesine neden olan zırhları göz alıcıydı. Yine de kendi kalabalıkları yanında çok sönük kalıyorlardı. Her birine en az iki köylü düştüğü söylenebilirdi. Tüm promlar mevzilendikten sonra şövalyeler görünmeye başladı. Bu kadar uzaktan yüzlerini seçemiyordu, ama çoğunu tanıdığını biliyordu. Pek çoğuyla omuz omuza çarpışmıştı. Her birinden saygıyla söz ederdi. Ama hiçbirinden korktuğu söylenemezdi. Şövalyeler vadiye girdikten sonra promlardan mümkün olduğunca uzakta durdular. Onlarla aynı safta olmaktan hoşlanmadıkları ilk bakışta anlaşılıyordu.
Mirtayek, "Brusin de orada," diye mırıldandı. "Şu kırmızı tüylü tolgayı ondan başkası giymez."
Leofold başını evet anlamında salladı. "Brusin'i severim. İçlerinde en iyisidir. Ama bugün karşıma çıkarsa kafasını uçurmakta tereddüt etmeyeceğim."
Onu Yedeç eşkıyalarını Perg'den temizlemek için kurulan ordudan tanıyordu. Birbirlerinin hayatını birer kereden fazla kurtarmışlardı. Genç, gururlu, cesur bir savaşçıydı. Yanlış tarafta olması gerçekten acıydı.
Dranos'u küçük adımlarla ordunun önüne sürdü. Mirtayek'in yanına gelmesini bekledi. Adlarını bilmediği, Mirtayek'in getirdiği birkaç tecrübeli savaşçı daha onlara katıldı. Mirtayek'in kılıcını aydınlık göğe kaldırıp dehşet verici bir çığlık atmasıyla savaş başladı.
Leofold, atını doğrudan şövalyelerin üzerine sürdü. Ok menzilinin dışında kalmaya dikkat ediyordu. Dranos'un onca yolu aştıktan sonra hiç dinlenmeden böylesine canlı koşabilmesi çok hoşuna gitmişti. Doğrusu bu kısrak kendisine yakışıyordu. Mirtayek hemen yanındaydı. Diğer savaşçılar ve ata binmiş küçük bir grup köylü de peşlerinden geliyordu. Şövalyeler kalabalık sayılmazdı, ama yine de kendisine çok iş düşeceği açıktı. Kulağını dolduran ıslık benzeri seslerden ok sağanağının başladığını anladı. Çevresindekilerden kimsenin düşmemesi iyiye işaretti. Demek tahmin ettiği gibi promlar kendilerine yakın olan yayan köylüleri hedef alıyorlardı. Köylülerin de ok atmakta bu yaratıklar kadar becerikli olduğu düşünülürse, sayıca fazla olmaları zaferi çabuklaştırabilirdi.
Birkaç dakika sonra ilk rakibiyle karşı karşıya geldi. Kocaman, gri renkte bir ata kurulmuş, iri yapılı bir zenciydi. Üzerindeki sırmalı kıyafet ve pelerinle göz alıyordu. Elindeki baltayı tüm gücüyle Leofold'un başına savurdu. Bu hamleyi kolayca savuşturan genç adam, kılıcını yarısına kadar düşmanının göğsüne soktu. Alnına sıçrayan kanı elinin tersiyle temizlerken suratını ekşitti. Hemen sonra çarpışan kılıçların, darbeleri karşılayan kalkanların sesini işitti. Bunlar onun en iyi tanıdığı seslerdi.
İki düşmanı daha saf dışı bıraktıktan sonra etrafına bakındı. Durum lehlerine görünüyordu. Mirtayek'in bulduğu savaşçılar iyi kumaştandı. Atlı köylüler de şaşırtıcı bir yırtıcılıkla savaşıyorlardı. O sırada gözü kırmızı tolgalı Brusin'e ilişti. Birkaç saniye içinde iki atlı köylüyü biçtiğini görünce onu durdurması gerektiğini anladı. Yanına varana kadar yeni bir kurbanını daha atından düşürmüştü. Leofold'u karşısında görünce birden irkildi. Yüzü kırmızı sakalı ile aynı renk olmuştu. Sonra içten bir haykırışla kılıcını savurdu. Leofold kalkanı ile darbeyi karşılarken rakibinin bacağına saldırdı. Kızıl sakal, etinde demirin soğukluğunu ve acıyı bir saniye arayla hissetti. Sonraki birkaç saniyelik şaşkınlığı ise Leofold'un ölümcül darbeyi indirmesine yetmişti. Genç adam, Brusin atından kayıp toprağa yuvarlanırken hemen dikkatini yakınlarda olabilecek yeni bir düşmana çevirdi. Mirtayek'in ona bakan sevgi ve hayranlık dolu gözleriyle karşılaşınca birden keyiflendi.
"Rüzgâr senin hızını kıskanır dostum!" diye bağırdı Mirtayek. "Ben daha iki kişiyi halletmişken sen dördüncünün kanına girdin. Üstelik hepsi de büyük lokmalardı!"
Leofold cevap vermek yerine kılıcını bir bıçak gibi fırlatarak dostunun sırtına gürzünü indirmek üzere olan bir şövalyeyi atından düşürdü. Hızla geriye dönen Mirtayek, ayağa kalkmaya çalışan yaralı düşmanını baltasıyla ikiye böldü.
"Çene çalmak için yanlış zaman!" diye bağırdı Leofold. Yedek kılıcını çekip havada birkaç kez çevirdi. Kendisine minnettarlıkla bakan dostunu selamlayıp yeni bir zafer için atını sürdü.
Yarım saat dolmadan savaşın sonucu belli olmuştu. Şövalyelerin tümü ya öldürülmüş ya da savaşamaz hale getirilmişti. Köylüler epey kayıp vermelerine karşın promlara baskın çıkmayı başarmışlardı. Başları boşalan atlı müttefikleri yardıma gelince geri kalanları vadinin sonuna kadar kovalamaları çok kolay oldu.
Toprak kana doymuş, ama Kozan'ın zaferi de kesinleşmişti. Leofold Dranos'u durdurup biraz soluklandı. Etrafında yatan ölü ve yaralılara sıkıntılı gözlerle baktı. Köylüler için ucuz bir zafer olmamıştı. Çarpışan kılıçların sesini severdi, ama yaralıların inleyişlerine bir türlü alışamamıştı. Gözüne takılan genç bir adam iyice bunalmasına neden oldu. Dizlerinin üzerine çökmüş, kan kusuyordu. Ölümcül bir yarası yok gibiydi, ama yüzü aldığı darbelerle şeklini kaybetmişti. Leofold, yüzünü bu kadar çirkinleştirecek yaralar almaktansa kalbinden vurulmayı tercih ederdi.
Buradan bir an evvel ayrılmalıyım, diye düşündü. Veda etmek için gözleriyle dostunu aradı. Mirtayek atını hızlandırıp köylülerin önüne geçmiş, onlara savaşın bittiğini haykırıyor, kaçan düşmanı takip etmemelerini emrediyordu. Kazanmak için savaşılırdı, kazandıktan sonra ne tek bir kişiyi öldürmenin ne de canını tehlikeye atmanın manası vardı. Leofold, arkadaşının kalabalığı nasıl kontrol altına aldığını takdir duygularıyla seyretti. Göğüs göğüse çarpışırlarken ondan bin kat iyiydi, ama liderliğe gelince eline su bile dökemezdi. Lordlardan kurtulup onun yönetiminde bir Kadi'nin kurulması ne kadar da iyi olurdu.
Bu düşünceler içindeyken birden hiç beklemediği bir şey gördü. Ordunun önüne geçmiş Mirtayek'in hemen ilerisinde yaklaşan bir toz bulutu vardı. Birkaç saniye sonra bunun küçük bir grup atlıdan başka bir şey olmadığını fark etti. Mirtayek de nal seslerini duyup başını o tarafa çevirmişti. Gelenler tepeden tırnağa kapkara örtüler içindeydiler. Tüm atları da siyah olduğundan yaklaşan kara bir bulut gibiydiler. Ne zırhları ne de kalkanları, sadece uzun ve ışıldayan birer kılıçları vardı. Uzaktan yüzleri seçilmese de, tenlerinin rengiyle prom ya da burfenden çok insana benziyorlardı.
"Bu ne biçim şey," diye mırıldandı. "Canlarına mı susamış bunlar?"
Asuber son umut olarak uzak diyarlardan savaşçılar kiralamış olmalıydı. Belki biraz önce savaşa katılsalardı bir işe yarardı. Fakat tek başlarına ne yapacaklarını zannediyorlardı! Atlıları fark eden köylüler zafer kutlamalarına ara verip yaylarına oklarını yerleştirmişlerdi. Leofold, "Biri bile Mirtayek'in yanına yaklaşamayacak," diye kendiyle bahse girdi. Mirtayek de aynı düşüncede olsa gerekti ki geriye çekilme ihtiyacı bile duymamıştı. Aynı anda yüzlerce ok havalandı. Mirtayek'in başının üstünden aşıp havayı yararak yükseldi. Sonra geniş bir yay çizerek yabancıların üstüne yağdı. Acaba ayakta kalan olacak mı diye merakla bakan Leofold, hayretler içinde birinin bile atından düşmediğini gördü. Kiminin göğsüne dört ok saplanmıştı, ama hâlâ aynı hızla yaklaşmayı sürdürüyorlardı.
"Tanrım, kim bunlar!" diye mırıldandı Leofold. "O kara örtülerin altında nasıl bir zırh taşıyorlar!"
Sonra asıl dehşet verici gerçekle yüzleşip kendini kaybetmiş bir halde, düşmanla karşı karşıya kalmış olan dostunun yardımına koştu. Aralarındaki köylüleri ezmemeye çalışarak ilerlerken bir yandan da geri çekilmesi için çaresizlik içinde haykırıyordu. Mirtayek onu duymuyor gibiydi. Büyülenmiş gibi olduğu yere çakılmış, yaklaşan atlıları seyrediyordu. Leofold, atlılardan biri yanına sokulduğu zaman dostunun kılıcını bile kaldırmadığını acı ve şaşkınlık içinde gördü. Yabancının kılıcı Mirtayek'i omzundan beline kadar kestiğinde, kesilen kendi vücuduymuş gibi derin bir acıyla haykırdı.
Savaş birden seyrini değiştirmişti. Asuber'in atlıları, aralarına daldıkları köylüleri hallaç pamuğu gibi atmışlardı. Olağanüstü bir hızla kılıçlarını savuruyor, hiçbir zaman da ıskalamıyorlardı. Leofold, atından düşmüş olan dostunun yanına gitti ve birkaç saniye hiçbir şey düşünmeden kanlar içindeki yüzünü seyretti. En sevgili dostunu, Gurman'ın emanetini koruyamamıştı. İçinde kabaran öfke, üzüntüsünü bastırdı. Bu ölümün hesabını sormak üzere en yakın düşmanı aç gözlerle aradı. Etrafından kaçışan köylüleri kovalamakla meşgul birinin oldukça yakınında olduğunu görünce, burnundan soluyarak atını üzerine sürdü. Artık hali kalmamış olan kısrak son bir gayretle dört nala kalktı. Kılıcını besleyecek kimse kalmayınca kara atlı da çevresine bakınmış, yaklaşan Leofold'u fark edince kurtların kanını donduracak şekilde ulumaya başlamıştı. Birden havada uçan bir mızrak yabancının karnına saplandı. Leofold mızrağın ucunun diğer taraftan çıktığını görünce oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu. Fakat bir saniye sonra onu olduğu yerde donduran bir şey oldu. Yabancı düşecekmiş gibi bir süre atının üzerinde sallandıktan sonra toparlanmış, sapından yakaladığı mızrağı bir çekişte vücudundan çıkarıp atmıştı. Kara örtüsünün üzerinde ise tek damla kan izi görünmüyordu. Leofold, işte ancak o zaman nasıl bir yaratıkla karşı karşıya olduğunu anladı ve yıllardan beri, belki de o tünelde geçirdiği o unutulmaz günden beri, ilk defa korkuyu tam yüreğinde hissetti.
Sadece bir anlık duraksamadan sonra ne yapacağına karar vermişti. Atının burnunu dağa çevirip olanca hızıyla sürmeye başladı. Dranos çatlamak üzereydi, ama sahibine sadakatle boyun eğiyordu. Leofold arkasına baktığında düşmanının peşinden geldiğini gördü. Neyse ki atı kendisi kadar olağanüstü bir yaratık değildi. Aralarındaki mesafeyi koruyabiliyordu. Artık savaşı, Kozan'ı, hatta Mirtayek'i aklından silip atmış, sadece Ermira'ya bir kez daha sarılabilme arzusuyla canını kurtarmaya çalışıyordu. Bir başka yaratığın dağla arasına girdiğini fark edince alt dudağını kanatırcasına ısırdı. Yanına geldiğinde boynuna savrulan kılıcı ustaca karşılayıp yumruğuyla atlıyı itti. O dengesini korumaya çalışırken de yanından geçip gitti. Kılıcını kullanmak aklının ucundan bile geçmemişti, çünkü bir işe yaramayacağını anlamış bulunuyordu. Bu arada Mirtayek'in neden onlar yaklaştığında kendini savunamayacak kadar şaşırdığını da anlamıştı. Bir insanın yüz çizgilerine sahip olsalar da, lanet olası yaratıkların göz yuvaları boştu.
Şimdi arkasında iki avcı vardı. Fakat dağın tam istediği noktasına ulaşmıştı. Aşağıya atladığı gibi Dranos'u serbest bıraktı. Tek şansı olduğunu her nasılsa sezerek, hiçbir zaman aklından çıkmamış olan tünelin yeşilliklerle örtülü ağzından içeri daldı. İçinden bir ses onu takip etmeyeceklerini söylüyordu. Kimden duyduğunu hatırlamadığı bir "yazılmamış kanun"a göre, karanlık yaratıklar karanlıktan hoşlanmazdı. Hayatının bir söylentiye bağlı olmasından hoşnut olmasa da, daha iyi bir yol bulamadığından denemek zorundaydı. Ellerini duvarlara sürterek olabildiğince hızlı yürümeye başladı. Dağın arkası güvenliydi; dağın arkasına ulaşmalıydı. Birden durup arkasından gelen olup olmadığını kontrol etti. Keskin kulakları ayak sesleri duymayınca derin bir nefes aldı. Galiba oynadığı kumarı kazanmıştı. Biraz sakinleşip daha dikkatli adımlarla yürümeye karar verdi. Bir zamanlar burada ayağına batan dikeni hatırlayıvermişti. Ailesinin başına gelenlerden sonra bu toprağa basan ilk ölümlü olmalıydı. Lanet söylentisi Kadi'nin dört yanına yayılmıştı. Bazı gezginlerden uzak diyarlarda bile burası hakkında konuşanlar olduğunu, lordlar izin verse pek çok büyücünün güçlerini denemek için buraya akın edeceğini duymuştu. Kendini güvende hissetmeye başlayınca çıldırtıcı düşünceler yeniden aklına üşüştü. Olup bitenlere inanamıyordu. Kılıcın, okun, mızrağın öldüremediği bu yaratıklar neyin nesiydi? Asuber nasıl bir oyun oynuyordu? Bu canavarlardan en yakın dostunun intikamını alabilecek miydi?
"Ahh, Mirtayek..." diye üzüntüyle mırıldandı. "Boyunu aşan bir işe kalkıştın aslanım. Neyine gerekti kahramanlık taslamak..."
On dakika kadar yürüdükten sonra ilerideki ışığı gördü. Dostunu kaybetmenin hüznüne rağmen bir kez daha başardığını, bir beladan daha kurtulduğunu düşünerek hafifçe gülümsedi. Ermira'nın yüzünü anımsatan kurtarıcı aydınlığa doğru birkaç adım attı. Tam ilerideki ağaçların yeşilini ayırt etmeye başladığı anda ise ayağının altındaki toprağın bin parçaya bölünmesiyle metrelerce aşağıya yuvarlandı. Başını bir taşa çarparak kendinden geçti.
Uyandığında ilkin kendini evinde zannetti. Sanki bütün bu yaşadıkları kötü bir rüyadan ibaretti. Şimdi doğrulup perdeleri açacak ve onu saran zifiri karanlık gün ışığı ile boğulacaktı. Ama başındaki ağrı onu gerçeğe döndürüverdi. Şişmiş mi diye kontrol etme niyetiyle elini alnına götürmek istedi. Ama olmuyordu! Koluna sarılmış bir şey kıpırdatmasına izin vermiyordu. Şaşkınlık içinde diğer kolunun da aynı durumda olduğunu fark etti. Telaşla doğrulmaya çalıştığında bütün vücudunun aynı şekilde sıkıca bağlandığını anladı. Karanlığın içinde çaresizlikle yardım çağırdı. Fakat ona cevap veren tek ses umut vermek yerine kanını dondurdu:
"Seen beniimsiin..."
Önce bir hayalle karşı karşıya olduğunu sandı. Duyduğu ses ne bir insana ne de bildiği başka bir canlıya ait olabilirdi. Tüyler ürpertici bir hainlik, mide bulandırıcı bir tutku taşıyordu. "Kimsin sen! Derhal çöz beni!" diye bağırdı göremediği gardiyanına. Kısa bir sessizliğin ardından koluna kalın bir iğnenin saplandığını hissetti. Acı içinde yüzünü buruşturdu, dudaklarını ısırdı. İğneden vücuduna yoğun bir sıvı akıyordu. Damarları bu garip sıvıyla dolunca birden gözlerinin kavrulduğunu zannetti. Acıdan bayılmadan önce o dayanılmaz sesin yeniden fısıldadığını duydu:
"Seen beniimsiin..."
Aynı şey o kadar çok tekrarlandı ki artık sayısını takip edemiyordu. Bir süre uyuduktan sonra kendine geliyor, ilk inleyişi ya da kıpırdayışının ardından içine akan sıvının verdiği ıstırapla tekrar bilincini kaybediyordu. Bir süre sonra işkencenin sadece birkaç saniyelik aralarla devam ettiğini düşünmeye başladı. Daha sonra ise hiç kesilmediğine inandı. Gardiyanı, o iki kelime dışında hiçbir şey söylemiyordu. Kendisine bunu niye yaptığını ağlayarak sorduğu birkaç sefer dışında, Leofold'un da mantıklı şeyler söyleyebildiği olmuyordu. Genç adam, zaman kavramını yitirmişti, ama aslında bu durum günlerce sürmüştü. Ve bir gün başladığı gibi ansızın bitiverdi.
Leofold çok uzun bir aradan sonra uyuduğunun bilincinde olarak kendine geldi. Uslu bir çocuk gibi iğnenin batmasını beklerken şaşkınlıkla kollarını kıpırdatabildiğini fark etti. Günlerdir bağlı kalmış olmalarına karşın uyuşmamış olmaları, hatta eskisinden daha diri olmaları ayrıca bir şaşkınlık kaynağıydı. Kapalı durmaya alışmış gözlerini ağır ağır açtığında birden tavanı, duvarları ve duvarlarda bitmiş garip bitkileri görüp irkildi. Işığın nereden geldiğini anlamaya çalışırken yeni bir şok yaşadı. Etrafta tek bir meşale olmadığına ve her yanın kapalı olduğuna bakılırsa karanlığın içinde görebiliyordu. Hemen sonra gördüğü şey ise dehşet dolu bir çığlık atmasına sebep oldu. Eskiden kollarının olduğu yerde şimdi iki kalın, kütük benzeri şey sallanıyordu. Uçlarında ise ellerinin iki katı büyüklüğünde, parlak pençeler vardı. Delirdiğini düşündü. İçine akıtılan zehir böyle saçma şeyler görmesine neden oluyor olmalıydı. Ayağa fırladığında hatırladığından çok daha uzun olduğunu fark etti. Göğsü bir ayıyı kıskandıracak irilikteydi ve daha önce hiç görmediği türden bir kabukla kaplıydı. Bacakları da böyle bir vücudu taşıyacak kalınlığa ulaşmıştı. Bir süre olduğu yerde hiçbir şey düşünemeden titreyerek bekledi. Sonra biraz ilerisindeki su dolu tası fark edip telaşla o tarafa yürüdü. Tası pençeleriyle beceriksizce tutarak yüzüne yaklaştırdı. İçine baktıktan hemen sonra ise acı ve çaresizlik yüklü bir haykırışla tası iki parçaya ayırdı.
Birden arkasında o iğrenç ses duyuldu: "Sonunda uyandın demek, Asherta'nın sevgili bekçisi!"
Nefret içinde döndüğü zaman hayatında gördüğü, o tastaki yansımanın gösterdiği yüz haricinde, en çirkin yüzle karşı karşıya gelmişti. Büyük bir fareye benzeyen vücuduyla bu yüzün sahibi, ona gülümseyerek bakıyordu. Havada bir yılan gibi kıvrılan kuyruğunun ucunda boyutlarına göre oldukça gösterişli bir iğne sallanıyordu. Birden kendini kaybederek ona günler boyu dayanılmaz işkenceler çektirmiş olan bu yaratığın üzerine atlamak istedi. Fakat görülmez bir duvara çarpmış gibi bir adım olsun yaklaşmayı başaramadı.
Yaratık büyük bir keyifle kıkırdadı: "Kendini yorma Asherta' nın Bekçisi... Asherta'ya zarar veremezsin... Damarlarında onun kanı dolaşıyor." Ses o eski hainliğine büründü: "Sen ona aitsin!"
Leofold yarı ağlamaklı, dizlerinin üzerine çöktü. Neler olduğunu anlayamıyordu. Neye dönüştüğüne inanamıyordu. O güzelim yüzü artık canavarları korkutacak kadar çirkindi. Ermira'sını şefkatle okşayan yumuşak elleri ölümcül birer pençeye dönüşmüştü.
"Neyim ben!" diye inledi. "Neyim ben Tanrılar aşkına!"
Asherta, duyduğu kelimeden rahatsız bir halde: "Onların adını anma yanımda!" diye tısladı. "Sen seçilmiş olansın! Sen Asherta' nın Bekçisi'sin!"
İki arka ayağı üzerinde doğrulup küçük ön ayaklarıyla boşluğu tırmaladı: "Seen beniimsiin!"
Günler birbirini kovaladı. Leofold, pençesine düştüğü Asherta' nın her emrine engel olamadığı bir sadakatle boyun eğiyordu. Karşı koymaya çalıştığı zaman damarlarında dolaşan kan sanki birden yüz derece sıcaklığa ulaşıyor, genç adam dayanılmaz bir acıyla iki büklüm oluyordu. Asherta için bazen güpegündüz, ama çoğu kez gece yarısı tünelden çıkıyor, avlanıyor, pençesine geçirdiği birkaç kuzu, birkaç geyikle, içi kan ağlayarak da olsa her seferinde geri dönüyordu. Bazen uzandığı yerde tiksinerek efendisinin yemek yiyişini seyrediyordu. Asherta getirdiklerinden geriye tek bir kemik parçası bile bırakmasa da sanki hiçbir zaman tam manasıyla doymuyordu. Bazen de uzun uzun artık alıştığı pençelerini, oduna benzer kollarını, kabuk kaplı vücudunu inceliyordu. Eski güzelliğini ve kendisini bu halde görmesine asla izin veremeyeceği için sonsuza dek kaybettiğini düşündüğü sevgili Ermira'sını hayal ediyordu. Böyle anlarda çirkin yüzü sonsuz bir kederle kaplanıyor, gözlerinden birkaç damla yaş süzülüyordu.
Bir gün Asherta, her zamankinden daha keyifli ve gözleri daha tutkulu, yanına geldi: "Ayağa kalk Asherta'nın Bekçisi, yeni bir görevin var."
Leofold, sıkıntılı bir yüz ifadesiyle doğruldu.
"Uzun zamandır tadına hasret kaldığım bir yemek yeme fırsatı doğdu. Tünelin ağzında oynaşan taze etlerin kokusunu alıyorum."
Yüzünü tavana çevirerek havayı kokladı. Bakışlarında müthiş bir arzu vardı. "Benim için onları avlamanı istiyorum. Acele et, uzaklaşmasınlar."
Leofold boynunu büktü. Asherta'nın halatı gevşetmesiyle tavanda açılan kapağın altına gitti ve bir sıçrayışta üç metrelik mesafeyi aşarak yukarı çıktı. Ardından kapağın kapandığını duydu. Tünelin çıkışına doğru yürürken bu yemeğin ne olabileceğini düşünüyordu. Efendisine ormanın hemen her türlü etinden tattırmıştı. Bir keresinde canı çektiği için koca bir Geyfor Ayısı bile avlamıştı. Normal insanlardan bir düzinesini tek pençesiyle alt edebilecek bu dev ayının hakkından kolayca gelebilmek bir miktar gururlanmasına bile sebep olmuştu. Fakat hemen ardından nasıl bir canavara dönüşmüş olduğunu anlayıp yeniden acılara boğulmuştu. Tünelin ağzına ulaştığında birden dondu kaldı. Biraz uzakta oynaşan taze etleri görmüştü. Birbirlerini kovalıyor, itişiyor, kahkahalar atıyorlardı. Bunlar birbirinden sevimli üç oğlan çocuğundan başka bir şey değildi! Damarlarındaki kan birden alevlendi. Asherta'nın tutkusu onu avlanmaya zorluyordu. Fakat bunu yapamazdı. Tanrılar aşkına, bu masum çocukların kanına giremezdi. İçinde sanki yanardağlar patlıyordu. Dizlerinin üzerine çöküp pençelerini toprağa sapladı. Kendini kaybedip yavrucakların üzerine atlamaktan korkuyordu. Gerekirse bu acı onu öldürecek, ama çocuklara zarar vermeyecekti. Vücudu iki parçaya bölünmüş gibiydi. Ayakları onu ileriye itiyor, toprağa saplı pençeleri yerinde tutmaya çalışıyordu.
Birden ulumaya başladı. Bu dehşetli sesi duyan minikler korku içinde o tarafa baktılar. Gördükleri inanılmaz çirkinlikteki canavarın içlerine saldığı panikle çığlığı basıp koşarak uzaklaştılar. Onlar gözden kaybolunca ve Asherta'nın burnunun kokularını alamayacağı bir mesafeye ulaşınca, acı birdenbire dindi. Leofold bitkin bir halde yana yıkıldı. Birkaç dakika orada öylece kaskatı yattı. Ardından yine alevlenmeye başlayan kanının emretmesiyle yarı emekleyerek, yarı sürünerek geri döndü. Üzerinde durduğu kapağın açılmasıyla bir külçe gibi aşağıya düştü.
Asherta onu bekliyordu. Pençelerinin boş olduğunu görünce öfke içinde bağırdı: "Seni aşağılık köpek! Yemeğim nerede? Nasıl eli boş dönersin!"
Leofold uzandığı yerde çaresizlikle inledi: "Onlar sadece birkaç çocuktu. Onları öldüremezdim."
Asherta daha önce hiç duymadığı türden çığlıklar atarak minik elleriyle yüzünü tokatlamaya başladı. Tek darbesiyle ikiye ayırabileceği bu yaratığa dokunamıyor olmak Leofold'u perişan ediyordu.
"Seni aptal! Seni hain! Efendine nasıl karşı çıkarsın! Sen bana aitsin! Sen bana aitsin!"
Asherta birden durdu. Burnundan soluyarak, "Hata bende..." diye mırıldandı. "Kendime köpek olarak zavallı bir insan seçmemeliydim. Bir prom seçmeliydim. Bu da önceki gibi zayıf... Bir daha aynı hatayı tekrarlamayacağım!"
Leofold duyduklarına şaşırmıştı. Gücünü toplamaya çalışıp merakla sordu: "Önceki mi? Benden önce başka biri daha mı vardı?"
Asherta gevrek bir kahkaha attı: "Biri mi! Sen beni ne sandın zavallı çocuk. Onlarcası vardı. Ben tam dört yüz otuz yaşındayım!"
Leofold'un hayret dolu bakışlarından hoşlanmıştı. Gülerek devam etti: "Senden önceki delinin tekiydi. Ama hiç olmazsa daha sadıktı. Bu tüneli mesken tuttuktan hemen sonra onu seçmiştim. Benim için üç insan avlamayı başarmıştı. Küçük bir çocuğu elinden kaçırmıştı, ama olsun. Senden çok daha iyi bir bekçiydi o!"
Leofold birden her şeyi anladı. Başına gelenlerden dolayı bulanıklaşan zihni sonunda gerçeği görebildi. Kendisinden önceki bekçi, can dostu Grisol'den başkası değildi. Bu yüzden o gün sağ kurtulmuştu. Sevgili annesi, babası ve dayısı ise bu iğrenç yaratığın yemeği oldukları için kimse onlardan geriye bir iz bulamamıştı.
Asherta, Leofold'un yüzündeki ifadeyi ve yavaş yavaş doğrulduğunu fark etmedi. Kendinden hoşnut bir halde gülerek konuşmaya devam ediyordu: "Maalesef o avdan sonra iyice delirdi. Başını duvarlara vura vura kendini öldürdü. Eğer hayatta olsaydı senin gibi bir zavallıya tahammül etmek zorunda kalmayacaktım. Yine de hiç yoktan iyidir. Yalnız kaldığım yıllarda farelerden başka bir şey yiyememiştim..."
Birden Leofold'un önünde dimdik durduğunu gördü ve irkildi. Neler olduğunu anlayamamıştı, ama kölesinin bakışlarından hiç hoşlanmamıştı: "Sen! Bana öyle bakmaya nasıl cüret edersin! Geri çekil! Aşağılık köpek..."
Leofold bu emre aldırmadı. Aslında içinde cehennemi yaşıyordu. Damarları patlayacak gibiydi. Fakat bu iğrenç yaratığın ailesini yemesini hayal ediyor, bu hayalin kalbine saldığı öfke her türlü acıya dayanabilme gücü veriyordu. Asherta başına gelecekleri anlamış, korkmuş, bir kedi yavrusu gibi olduğu yerde küçülmüştü. "Seen beniimsiin..." diye ölgün bir sesle mırıldandı. Leofold'un sivri pençesini karnında hissetmesiyle birlikte havalandı, uçtu, duvara hızla çarpıp kanlar içinde yere düştü. Acılar içinde kıvranarak can çekişirken nefret dolu gözlerini Leofold'dan ayırmıyordu:
"İhanet ettin..." diye inledi. Sesi her kelimede biraz daha zayıflıyordu. "Ama sen de öleceksin... Damarlarındaki kanım intikamımı alacak... Günbegün seni zehirleyecek... Gün gelecek bir şeytana dönüşeceksin... Çevrendeki herkese ölüm kustuktan sonra kendi kendini de yok edeceksin..."
Leofold, Asherta son nefesini verene kadar yerinden kıpırdamadı. Sahip olduğu her şeyi elinden alan canavarın ölümünden alabileceği her hazzı aldı. Sonra kapağı açarak bir sıçrayışta yukarı çıktı. Uzun zaman esir kaldığı tüneli terk ederken bir kez olsun geriye dönüp bakmadı. Korkutup kaçırdığı çocuklardan geriye kalmış geniş piknik örtüsüne bürünerek ormana daldı.
Asherta'nın bekçisi artık özgürdü.