"Aldur Vadisi", Batının Muhafızları, s. 19-37
Baharın son günleriydi. Yağmurlar gelip geçmiş, don yerden kalkmıştı. Güneşin yumuşak temasıyla ısınan kahverengi nemli tarlalar gökyüzünün altına uzanıyor, kış uykusundan yeni uyanan ilk narin filizlerin hafif yeşiliyle örtülüyorlardı. Güzel bir bahar sabahı erkenden, hava hâlâ serinken Emanet isimli oğlan ailesiyle birlikte, Sendarya krallığının güney kıyısında telaşlı bir liman kenti olan Camaar'ın sakin bir köşesindeki handan ayrıldı. Emanet'in daha önce bir ailesi olmamıştı; ait olma hissi onun için yeni bir histi. Etrafındaki her şey, onun, birbirlerine aşkla sıkı sıkı bağlanmış küçük bir insan topluluğuna dahil olduğu gerçeği ile renkleniyor, neredeyse üzerlerine bir gölge gibi düşüyordu. O bahar sabahı başladıkları yolculuğun amacı basit ve son derece derindi. Eve gidiyorlardı. Nasıl daha önce bir ailesi olmamışsa, Emanet'in daha önce bir yuvası da olmamıştı; gidecekleri yer olan Aldur Vadisi'ndeki kulübeyi hiç görmemiş olmasına rağmen yine de sanki doğduğu günden beri her taş, her ağaç, her çalı hafızasına nakşolmuş gibi orayı görmek için yanıp tutuşuyordu.
Gece yarısına doğru Rüzgârlar Denizi'nden kısa bir sağanak sürüklenip gelmiş, geldiği hızla da geçip gitmiş, Camaar'ın kaldırım taşlı gri caddelerini, kiremitli damları olan yüksek binalarını, sabah güneşini karşılamaları için güzelce yıkayıp temizlemişti. Demirci Durnik'in iki gün önce dikkatli bir incelemenin ardından almış olduğu sağlam arabanın içinde yavaşça caddelerden geçerken, arabayı dolduran yemek ve alet torbalarının arasına gömülmüş bir halde yolculuk eden Emanet, limanın hafif tuz kokusunu alabiliyor, geçtikleri binaların kırmızı çatılarının gölgelerinden doğan mavimtırak sabahı görebiliyordu. Tabii ki arabayı Durnik kullanıyor, güçlü, esmer elleri dizginleri, her zamanki becerikli üslubuyla tutuyor, her nasılsa o deri kayışlardan arabayı çeken atlara denetimin tamamen kendisinde olduğunun ve ne yapmak istediğini kesinlikle bildiğinin o iç rahatlatan bilgisini aktarıyordu.
Fakat belli ki Büyücü Belgarath'ın bindiği iri, uysal kısrak, araba atlarının hissettiği o iç rahatlatan güvenlik duygusunu paylaşmıyordu. Belgarath, bazen yaptığı gibi bir gece önce hanın meyhanesinde biraz fazla kalmış, bu sabah da eyeri üzerine çökmüş, gittiği yere pek öyle önem vermiyordu. Araba gibi yeni alınan kısrak, henüz sahibinin tuhaflıklarına alışacak zaman bulamamış, adamın neredeyse saldırgan boyutlara varan aldırmazlığı hayvanı sinirlendirmeye başlamıştı. Sırtına çıkmış olan bu sabit yığın onun arabayla birlikte gitmesini istiyor mu, istemiyor mu anlamak istercesine kaşlarını kaldırıp duruyordu.
Belgarath'ın bütün dünya tarafından Büyücü Polgara olarak tanınan kızı, diyeceklerini sonraya saklayarak, babasının Camaar sokaklarından yarı baygın ilerleyişini dikkatli bir gözle izledi. Birkaç haftalık kocasının yanında oturan Polgara, kukuletalı bir pelerin ile sade, gri yünlü bir elbise giymişti. Riva'dayken giymeyi âdet edindiği mavi kadife elbisesini, mücevherlerini ve zengin, kürk biyeli pelerinini kaldırmış ve neredeyse derin bir nefes alarak, bu daha sade elbise modeline dönmüştü. Polgara yeri geldiğinde güzel şeyler giymeye karşı değildi; giyindiği zaman da dünyadaki bütün kraliçelerden daha soylu görünürdü. Öte yandan mükemmel bir yerindelik şuuruna sahipti; üstelik bu sade giysileri de büyük bir zevkle giyiyordu, çünkü bu kıyafetler onun sayısız yüzyıldır yaptığı şey için biçilmiş kaftandı.
Kızının aksine Belgarath sadece rahat etmek için giyinirdi. Gerçekten de onun iki teki farklı çizmeler giymesi ne fakirlikten, ne de dalgınlıktandı. Bir çiftin sol teki sol ayağında daha rahatken, ötekisi sağ ayağının parmaklarını sıktığından; başka bir çiftin sol teki topuğuna sürtüp yara yaparken sağ teki son derece rahat olduğundan yaptığı, şuurlu bir seçimden kaynaklanıyordu. Giydiklerinin geri kalanı da aşağı yukarı böyleydi. Pantolonunun dizlerindeki yamalar onu rahatsız etmez, dünyada kemer yerine uçkur kullanan nadir kişilerden biri olmak umurunda olmaz, üstelik normal titizlikte insanların toz bezi olarak bile kullanmayı düşüneyecekleri kadar kırışık ve yağ lekeli bir tünik giymekten de gayet hoşnut olurdu.
Camaar'ın koca meşe kapıları açık duruyordu; çünkü yüzlerce fersah doğuda, Mishrak ac Thull ovalarını kasıp kavuran savaş bitmişti. Bu savaşta çarpışmaları için Prenses Ce'Nedra tarafından toplanan koca ordunun askerleri yuvalarına geri dönmüş ve Batı Krallıklarına bir kez daha barış egemen olmuştu. Riva Kralı Batının Hükümdarı Belgarion, Aldur Taşı'nı bir kez daha tahtının üzerindeki yerine yerleştirdikten sonra Riva Kralının salonundaki tahtına çıkmıştı. Angarakların sakat Tanrısı ölmüş, Batı üzerinde sittin senedir hüküm süren tehdidi de ebediyen kalkmıştı.
Şehir kapılarındaki muhafızlar Emanet'in ailesi geçerken pek önem vermediler; böylece onlar da Camaar'dan ayrılarak Muros'a ve Sendarya'yı Algarya'nın at kabilelerinin topraklarından ayıran kar kaplı dağlara doğru uzanan geniş, düz imparatorluk yoluna koyuldular.
Araba atları ile sabırlı kısrak Camaar dışındaki tepelerden yavaşça ilerlerken kuş sürüleri parlak gökyüzünde halkalar çiziyor, ok gibi dalıyorlardı. Kuşlar sanki birilerini selamlar gibi titrek seslerle şakıyor, arabanın tepesinde çırpınarak garip bir şekilde havada asılı kalıyorlardı. Polgara kusursuz yüzünü berrak, parlak ışığa doğru çevirip dinledi.
"Ne diyorlar?" diye sordu Durnik.
Güzel büyücü kibarca gülümsedi. "Gevezelik edip duruyorlar," diye cevapladı dolgun sesiyle. "Kuşlar bunu çok yapar. Genelde, sabah olduğu için, güneş parladığı için, yuvalarını yapmış oldukları için gayet mutlular. Çoğu yumurtaları hakkında konuşmak istiyor. Kuşlar hep yumurtaları hakkında konuşmak ister."
"Eh, seni gördüklerine de memnun olmuşlardır herhalde, değil mi?"
"Sanırım memnun olmuşlar."
"Günün birinde, bana onların ne dediklerini öğretebilir misin acaba?"
Polgara gülümsedi. "Eğer istersen. Gerçi bu o kadar işe yarayan bir şey değil."
"İşe yaramayan bir-iki şey öğrenmek bir zarar vermez herhalde," diye cevapladı demirci ifadeden azade bir yüzle.
"Ah Durnikciğim," dedi zarif büyücü elini sevgiyle adamınkinin üzerine koyarak. "Sen nihayetsiz bir neşe kaynağısın, biliyor musun?"
Tam arkalarında, Durnik'in Camaar'da büyük bir titizlikle seçtiği aletler, kutular ve torbalar arasında yolculuk etmekte olan Emanet, aralarındaki bu derin, sıcak sevgiye kendisinin de dahil olduğunu hissederek gülümsedi. Emanet sevgiye alışık değildi.
Onu, dış görünüş olarak Belgarath'a çok benzeyen Dönek Zedar yetiştirmişti, eğer buna yetiştirmek denebilirse. Zedar, unutulmuş bir şehirde, dar bir arka sokakta küçük oğlana rastlamış ve onu belli bir amaç için yanına almıştı. Oğlanın karnı doyurulmuş, üzeri giydirilmişti o kadar; suratsız muhafızının ona söylediği yegâne sözler de, "Sana verecek bir emanetim var çocuk," idi. Duyduğu sözler sadece bunlar olduğu için, diğerleri tarafından bulunduğunda çocuğun söylediği tek söz "Emanet," olmuştu. Küçük oğlana başka ne diyebileceklerini bilemediklerinden de, bu söz onun ismi olmuştu.
Uzun tepenin başına vardıklarında, araba atlarını soluklandırmak için birkaç dakika mola verdiler. Emanet arabadaki rahat tüneğinden sabah güneşinin uzun, eğik ışınları altında soluk bir yeşille uzanan güzel duvarlarla çevrilmiş tarlaların engin sahasına baktı. Sonra dönerek kırmızı çatılı, yarım düzine krallıktan gelme gemilerle dolu mavi-yeşil pırıltılı limanıyla Camaar'a baktı.
"Üşümüyorsun, değil mi?" diye sordu Polgara çocuğa.
Emanet başını sallayarak, "Hayır," dedi, "teşekkür ederim." Hâlâ nadiren konuşmasına rağmen kelimeler artık ağzına daha rahat geliyordu.
Belgarath tembelce eyerinde yayılarak, dalgın dalgın kısa, beyaz sakalını sıvazladı. Gözlerinde hafif bir mahmurluk vardı; sanki sabah güneşi gözlerini acıtıyormuş gibi gözlerini kısıyordu. "Yolculuğa gün ışığında çıkmak oldukça hoşuma gider," dedi. "Sanki yolculuğun geri kalanının iyi olacağı hissini verir." Sonra yüzünü ekşitti. "Gerçi bu kadar ışıltılı olması şart mı bilemiyorum."
"Bu sabah kendimizi biraz hassas mı hissediyoruz baba?" diye sordu Polgara cilveli bir edayla.
Asık bir yüzle kızına bakmak için döndü yaşlı büyücü. "Niye ağzındaki baklayı çıkarmıyorsun Pol? Eminim söylemeden huzura eremiyeceksin."
"Niye babacığım," dedi zarif büyücü; muhteşem gözleri yalancıktan bir masumiyetle açılmıştı. "Bir şey söyleyeceğimi de nereden çıkardın?"
İhtiyar homurdandı.
"Eminim şimdiye kadar kimsenin yardımı olmadan da dün gece biraz fazla bira içtiğini fark etmişsindir," diye devam etti Polgara. "Bunu ayrıca benim de söylemem gerekmiyor, değil mi?"
"Cidden bunu kaldıracak halde değilim Polgara," dedi ihtiyar kısaca.
"Ah zavallı ihtiyarcık," dedi güzel kadın, mahsuscuktan derdine ortak olurcasına. "Kendini iyi hissetmen için sana bir şeyler hazırlamamı ister misin?"
"Sağol ama hayır," diye cevapladı ihtiyar. "Senin karışımlarının acısı günlerce ağzımdan çıkmıyor. Başağrısını tercih ederim."
"Eğer bir ilacın tadı kötü olmazsa, bir işe yaramıyor demektir," diye beyan etti Pol. Üzerindeki pelerinin kukuletasını geri itti. Saçları uzun ve çok koyu renkti; sadece alnının sol yanından başlayan pamuk gibi tek bir tutam beyaz saçı vardı. "Seni uyarmıştım baba," dedi Leydi Polgara amansızca.
"Polgara," dedi büyücü, gözlerini kısarak, "acaba şu 'dememiş miydim' kısmını geçebilir miyiz?"
"Onu uyardığımı sen de duydun değil mi Durnik?" diye sordu Polgara kocasına.
Belli ki Durnik gülmemek için kendisini zor tutuyordu.
Yaşlı adam içini çektikten sonra tüniğinin iç cebinden küçük bir şişe çıkardı. Şişenin mantarını dişleriyle açtıktan sonra uzun bir yudum aldı.
"Aman baba," dedi Polgara tiksinerek, "dün gece yeterince içmedin mi?"
"Eğer bu konuşma, özellikle bu konu üzerinde sürüp gidecekse, hayır." Şişeyi kızının kocasına uzattı. "Durnik?"
"Sağolasın Belgarath," diye cevapladı Durnik, "ama benim için biraz erken."
"Pol?" dedi bunun üzerine Belgarath, içkiyi kızına ikram ederek.
"Komik olma."
"Nasıl istersen." Belgarath omuzlarını silkip, mantarı yeniden şişeye yerleştirdikten sonra yine tüniğine sakladı. "O zaman yola devam edelim mi?" diye önerdi sonra. "Aldur Vadisi'ne daha çok yol var." Ve atını dürtükleyerek yürütmeye başladı.
Araba tepenin diğer tarafından inmeye başlamadan önce Emanet Camaar'a doğru bakınca, bir müfreze atlının kapıdan çıktığını gördü. Güneş ışığında yansıyan parıltılar ve çakan şimşekler adamların en azından bir kısmının giydiği giysilerin parlak çelikten olduğunu açıkça belli ediyordu. Emanet bu husustan söz etmeyi şöyle bir düşündü fakat sonra söylememeye karar verdi. Yeniden yerine yerleşerek, yumuşak beyaz bulutlarla beneklemiş derin mavi gökyüzüne baktı. Sabahları günler, vaadlerle dolu oluyordu. Hayal kırıklıkları genellikle zaman biraz daha ilerleyinceye kadar başlamazdı.
Atlarını Camaar'dan sürüp gelen askerler, daha bir mil gitmeden onlara yetişmişlerdi. Müfrezenin komutanı tek kollu, ciddi yüzlü Sendaryalı bir subaydı. Askerleri arabanın arkasına varınca o, atını arabanın yanına sürdü. "Asaletmeap," diye, oturduğu eyerden hafif ve sertçe eğilerek selamladı Polgara'yı resmi bir dille.
"General Brendig," diye cevap verdi Leydi Polgara, başıyla yaptığı kısa bir teşekkür hareketiyle. "Erken kalkmışsınız."
"Askerler hemen hemen her zaman erken kalkar Asaletmeap."
"Brendig," dedi Belgarath biraz huzursuzca, "bu bir nevi tesadüf mü, yoksa bizi bile bile mi takip ediyorsunuz?"
"Sendarya son derece düzenli bir krallıktır Kadim Kişi," diye cevapladı Brendig ağırbaşlılıkla. "İşlerin tesadüfe kalmaması için her şeyi inceden inceye ayarlamaya çalışıyoruz."
"Ben de öyle düşünmüştüm," dedi Belgarath terslikle. "Fulrach'ın aklından neler geçiyor?"
"Haşmetmeapları, size bir muhafız alayının refakat etmesinin yerinde olacağını düşündü."
"Ben yolu biliyorum Brendig. Bu yolculuğu birkaç defa yapmıştım sonuç olarak."
"Bundan hiç şüphem yok Kadim Belgarath," diye aynı fikri paylaştığını belirtti Brendig kibarca. "Bu muhafız alayı tamamen dostluk ve saygıdan."
"Yani bundan ısrar edeceğin anlamını mı çıkartayım?"
"Emir emirdir Kadim Kişi."
"Şu 'Kadim' kısmını es geçemez miyiz?" diye sordu Belgarath yakınarak.
"Babam bu sabah yaşadığı yılları tüm ağırlığıyla hissediyor da General." Polgara gülümsedi, "Yedi binini birden."
Brendig neredeyse gülümseyecekti. "Tabii Asaletmeap."
"Acaba neden bu sabah bu kadar resmiyiz sorabilir miyim Lordum Brendig?" diye sordu güzel büyücü. "Bence bütün bu saçmalıkları boşverebilecek kadar iyi tanıyoruz birbirimizi."
Brendig Leydi Polgara'ya aklı karışarak baktı. "İlk karşılaştığımız zamanı hatırlıyor musunuz?" diye sordu sonra.
"Hatırladığım kadarıyla ilk kez siz bizi tutuklarken tanışmıştık, değil mi?" diye sordu Durnik hafif bir sırıtışla.
"Şey..." Brendig huzursuzca öksürdü, "...tam olarak değil Durnik Efendi. Ben aslında Haşmetmeaplarının kendisini sarayda ziyaret etmeniz için yaptığı daveti size iletiyordum. Her neyse, kıymetli eşiniz Leydi Polgara da Erat Düşesi rolü yapıyordu, hatırlayabileceğiniz gibi."
Durnik başıyla onayladı. "Sanırım öyle yapıyordu, doğru."
"Kısa bir süre önce hanedan armalarıyla ilgili bazı eski kitaplara bakma imkânına erişmiştim ve son derece ilginç bir şey buldum. Acaba eşinizin gerçekten de Erat Düşesi olduğunun farkında mıydınız Durnik Efendi?"
Durnik gözlerini kırpıştırıp, "Pol?" dedi kulaklarına inanamayarak.
Polgara omuzlarını silkti. "Neredeyse unutmuşum," dedi. "Çok çok önceydi."
"Ama yine de unvanınız hâlâ geçerli Asaletmeap," diye temin etti onu Brendig. "Erat Bölgesi'ndeki bütün toprak sahipleri her yıl, Sendar'da sizin için muhafaza edilen hesaba minik bir aşar vergisi yatırmaktalar."
"Ne yorucu," dedi Pol.
"Bir dakika Pol," dedi Belgarath sertçe; aniden dikkat kesilmişti. "Brendig, kızımın hesabı ne büyüklükte – yani yuvarlak olarak?"
"Tahmin edebildiğim kadarıyla, birkaç milyon," diye cevapladı Brendig.
"Bak sen," dedi Belgarath, gözleri faltaşı gibi açılarak. "Güzel, güzel, güzel."
Polgara ihtiyara dik dik baktı. "Aklından neler geçiyor baba?" diye sordu manalı bir tavırla.
"Senin adına sevindim o kadar Pol," dedi büyücü coşkuyla. "Her baba evladının iyi işler başarmış olmasından mutlu olur." Yeniden Brendig'e döndü. "Söyle General, kızımın servetine kim gözkulak oluyor?"
"Servet, taht tarafından idare ediliyor Belgarath," diye cevapladı Brendig.
"Bu zavallı Fulrach'ın omuzlarına yüklenmiş korkunç bir yük," dedi Belgarath düşünceli bir edayla, "diğer sorumluluklarını da düşününce. Belki de ben..."
"Hiç kafanı yorma İhtiyar Kurt," dedi Polgara sertçe.
"Hani düşünmüştüm de..."
"Evet baba. Ne düşündüğünü biliyorum. Paranın durduğu yer gayet iyi."
Belgarath içini çekerek, "Hayatımda hiç zengin olmamıştım," dedi özlemle.
"Demek ki yokluğunu hissetmeyeceksin, değil mi?"
"Çok kalpsiz bir kadınsın Polgara – babanı böyle mahrumiyet içinde bırakabiliyorsun."
"Binlerce yıldır malsız, mülksüz, parasız yaşadın baba. Nedense, hayatta kalabileceğin konusunda içim son derece rahat."
"Nasıl oldu da Erat Düşesi oldun?" diye sordu Durnik karısına.
"Vo Wacune Düküne bir iyilikte bulunmuştum," diye cevapladı Pol. "Bu, başka kimsenin yapamayacağı bir şeydi. Çok minnettar kaldı."
Durnik afallamış görünüyordu. "Ama Vo Wacune binlerce yıl önce yok oldu," diye karşı çıktı.
"Evet. Biliyorum."
"Galiba bütün bunlara biraz zor alışacağım."
"Benim başka kadınlara benzemediğimi biliyordun," dedi Pol.
"Evet, ama..."
"Senin için kaç yaşında olduğum önemli mi? Bir şeyi değiştiriyor mu?"
"Hayır," dedi demirci hemen, "hem de hiçbir şeyi."
"O halde bu konuda endişelenme."
Güney Sendarya boyunca, devriye gezerek imparatorluk yolunu kollayan ve bakımını yapan Tolnedralı lejyonerlerin işlettikleri güvenilir, rahat hanlarda her gece durarak yaptıkları günlük rahat yolculuklardan sonra, Camaar'dan ayrıldıklarının üçüncü günü akşamüstü Muros'a vardılar. Algarya'dan gelen kalabalık sığır sürüleri şehrin doğusuna düşen dönüm dönüm ahırları daha şimdiden doldurmaya başlamış, yeri dövüp duran toynaklarından çıkan toz bulutları gökyüzünü kaplamıştı. Muros, sığırların geçtikleri dönemde pek de rahat bir şehir sayılmazdı. Sıcak, pis ve gürültülü olurdu. Belgarath şehri geçip gitmelerini ve gece, havanın daha az toza batmış, komşularının daha az gürültülü olduğu dağlarda konaklamalarını önerdi.
"Vadiye kadar bize refakat etmeyi düşünüyor musun?" diye sordu ihtiyar, General Brendig'e, sığır ahırlarını geçip de Büyük Kuzey Yolu'ndan dağlara doğru ilerlemeye başladıklarında.
"Şey... aslında hayır Belgarath," diye cevapladı Brendig, yoldan yaklaşmakta olan bir grup Algar atlısına bakarken. "Aslında, artık geri dönmem gerekiyor."
Algar atlılarının lideri uzun boylu, atmaca suratlı, deri giysili, tepesindeki bir tutam kuzguni siyah saçı sırtına dökülen bir adamdı. Arabaya vardığında atını dizginledi. "General Brendig," dedi sakin bir sesle, Sendarya subayını başıyla selamlayarak.
"Hettar Beyim," diye cevap verdi Brendig memnuniyetle.
"Burada ne işin var Hettar?" diye sordu Belgarath.
Hettar'ın gözleri açıldı. "Dağlardan bir sığır sürüsü getirmiştim o kadar, Belgarath," dedi masumca. "Şimdi de geri dönüyorum, belki eşlik etmemiz hoşunuza gider diye düşünmüştüm."
"Tam bu sırada, burada olman ne büyük tesadüf, değil mi?"
"Değil mi ya?" Hettar Brendig'e bakarak göz kırptı.
"Oyun mu oynuyoruz?" diye sordu Belgarath ikisine birden. "Birinin nezaretine ihtiyacım yok; gittiğim her yerde de muhafıza ihtiyacım olmadığı kesin. Kendi başımın çaresine bakacak haldeyim."
"Bunu hepimiz biliyoruz Belgarath" dedi Hettar teskin edercesine. "Sizi tekrar görmek çok hoş Leydi Polgara," dedi neşeyle. Sonra da Durnik'e manalı manalı bakarak, "Evlilik sana yaramış dostum," diye ekledi. "Galiba biraz kilo almışsın."
"Bence senin eşin de tabağına birkaç fazla kaşık ekliyor sanki." Durnik arkadaşına sırıttı.
"Belli olmaya başladı mı?" diye sordu Hettar.
Durnik ciddiyetle başını sallayarak, "Sadece birazcık," dedi.
Hettar esefli bir ifade takındıktan sonra Emanet'e göz kırptı. Emanet ile Hettar hep pek iyi anlaşmışlardı; belki bunun nedeni her ikisinin de sessizliği rasgele sohbetle doldurmak gibi bir ihtiyaç hissetmemeleriydi.
"Artık sizden ayrılıyorum," dedi Brendig. "Çok hoş bir yolculuktu." Polgara'yı eğilerek, Hettar'ı da başıyla selamladı. Sonra peşinde şıngırdayan bir müfreze askerle birlikte Muros'a doğru yola koyuldu.
"Bu konuda Fulrach ile konuşacağım," dedi Belgarath ümitsizce Hettar'a, "senin babanla da tabii ki."
"Ölümsüz olmanın bedellerinden biri de bu Belgarath," dedi Hettar uysallıkla. "İnsanlar ister istemez sana saygı duymaya başlıyor – sen tam tersini istesen de. Gidelim mi?"
Doğu Sendarya dağları, yolculuğu tatsızlaştıracak kadar yüksek değildi. Arabanın hem önünde, hem de arkasında at süren kızgın görünüşlü Algar kabilelerinden atlılarla birlikte Büyük Kuzey Yolu'ndan, derin yeşil ormanlardan, çağlayarak akan dağ ırmaklarının yanından ağır ağır ilerlemişlerdi. Bir noktada atlarını dinlendirmek için durduklarında, Durnik arabadan aşağı inerek minik, çağıltılı bir şelalenin dibinde birikmiş derin suya bakmak için yolun kenarına kadar yürüdü.
"Çok acelemiz var mı?" diye sordu Belgarath'a.
"Pek yok. Neden sordun?"
"Buranın öğle yemeği için çok hoş bir konak yeri olacağını düşünmüştüm," dedi demirci içtenlikle.
Belgarath etrafına bakındı. "Eğer istiyorsan benim için sakıncası yok."
"Âlâ." Durnik yüzünde aynı hafif dalgın ifadeyle arabaya giderek torbalarından balmumlu ince ipten bir kangal aldı. İpin bir ucuna, parlak renkli yünlerle süslenmiş bir kancayı dikkatle bağladıktan sonra ince bir bahar dalı bulmak için etrafına bakındı. Beş dakika sonra su birikintisine doğru çıkıntı yapan devrik bir kayanın üzerine çıkmış, tam şelalenin dibindeki çalkantılı sulara oltasını savurup duruyordu.
Emanet seyretmek için derenin kenarına gitti. Durnik oltasını tam ana akıntının göbeğine atıyordu, ki hızla hareket eden yeşil sular yemini birikintinin dibine götürsün.
Yarım saat kadar sonra Polgara onlara seslendi. "Emanet, Durnik, öğle yemeği hazır."
"Tamam canım," diye cevapladı Durnik dalgın dalgın. "Hemen geliyorum."
Emanet gözleri hızla akan suya özlemle takılmış bir halde, söz dinleyerek hemen arabaya döndü. Polgara ona anlayışla kısa bir bakış attıktan sonra onun için kesmiş olduğu et ve peyniri bir parça ekmeğin arasına koydu ki, oğlan öğle yemeğini dere kenarına götürebilsin.
"Teşekkür ederim," dedi sessiz oğlan sadece.
Durnik balık avlamaya devam etti, yüzü hâlâ dikkatliydi. Polgara su kıyısına geldi. "Durnik," diye seslendi. "Öğle yemeği."
"Tamam," diye cevap verdi kocası, gözlerini sudan ayırmadan. "Geliyorum." Başka bir atış yaptı.
Polgara içini çekti. "Aman, tamam," dedi. "Her adamın herhalde en az bir kötü alışkanlığı oluyor."
Yarım saat kadar sonra Durnik'in kafası karışmış gibi görünüyordu. Durduğu kayanın üzerinden dere kıyısına atladı, başını kaşıyıp dönmekte olan suya hayretle baktı.
"Orada olduklarını biliyorum," dedi Emanet'e. "Neredeyse onları hissediyorum."
"Burada," diye işaret etti Emanet, dere kıyısına yakın bir yerdeki derin, yavaşça hareket eden girdabı göstererek.
"Bence daha uzaktadırlar Emanet," diye cevap verdi Durnik kuşkuyla.
"Burada," diye tekrarladı Emanet, yine işaret ederek.
Durnik omuzlarını silkti. "Öyle diyorsan, öyledir," dedi kuşkuyla, oltasını girdabın içine atarak. "Gerçi bana sorarsan ben hâlâ ana akıntıdadırlar derim."
Derken kamışı gergin, titrek bir hareketle eğildi. Arka arkaya dört alabalık yakaladı; gümüşsü renkli, benekli yanları, iğne gibi dişleriyle eğri çeneleri olan kalın, ağır alabalıklar.
"Yerini bulmak neden bu kadar fazla vaktini aldı?" diye sordu Belgarath o akşamüstü yeniden yola koyulduklarında.
"Bu türlü su birikintilerinde sistemli çalışmak zorundasın Belgarath," diye açıkladı Durnik. "Bir kenardan başlayıp, oltanı ata ata ilerlemen gerekir."
"Anlıyorum."
"Ancak böylelikle her yeri taradığından emin olabilirsin."
"Tabii."
"Gerçi ben nerede olduklarından emindim."
"Doğal olarak."
"Sadece işi yolu yordamıyla yapmak istedim. Eminim anlıyorsundur."
"Kesinlikle," dedi Belgarath ciddiyetle.
Dağları geçtikten sonra güneye dönerek, sığırların ve atların sürekli esen doğu meltemi altında dalgalanan ve salınan devasa yeşil ot denizinde otladıkları Algarya düzlüklerinin engin otlaklarından sürmeye başladılar atlarını. Hettar, Algar kabilelerinin kalesinde durmaları için ısrar etse de Polgara kabul etmedi. "Ço-Hag ile Silar'a, onları daha sonra ziyarete gelebileceğimizi söyle," dedi, "ama bir an önce Vadiye ulaşmalıyız. Annemin evini yeniden oturulur hale getirinceye kadar muhtemelen bütün bir yaz geçecek."
Hettar başıyla ağırbaşlı bir onaydan sonra, adamlarıyla Algarya Kabile Reislerinin Başı olan babası Ço-Hag'ın dağ gibi kalesine doğru uzanan otluktan atını sürerken eliyle kısa bir selam verdi.
Polgara'nın annesine ait olan kulübe, Aldur Vadisi'nin kuzey kenarını oluşturan, yüksele alçala uzanan tepeler arasındaki bir vadideydi. Korunaklı çukurun içinden bir dere akıyor ve vadi zemini boyunca huş ağacıyla karışık sedir ağaçlarından bir orman bulunuyordu. Kulübe, muntazam yerleştirilmiş gri, kırmızımsı kahverengi ve toprak rengi yontma taşlardan inşa edilmişti. Geniş, alçak, "kulübe" kelimesinin ima ettiğinden oldukça büyük bir binaydı. Üç bin yıldan fazla bir zamandır içinde oturan olmamış, dam örtüsü, kapıları ve pencere pervazları çoktan kötü hava şartlarına teslim olmuş, evin kabuğunu içi çalı çırpı dolu ve damsız, göğe açılır bir halde bırakmıştı. Yine de evde garip bir beklenti hissi vardı, sanki orada yaşamış olan Poledra, bir gün kızının döneceği bilgisiyle doldurmuş gibi.
Altın rengi bir akşamüstü, menzillerine vardılar; Emanet gıcırdayan tekerleklerin ninnisiyle uykuya dalmıştı. Araba durduğunda Polgara onu kibarca sarsarak uyandırdı. "Emanet," dedi, "geldik." Oğlan gözlerini açarak, sonsuza kadar yuvam diyeceği yere ilk kez baktı. Uzun yeşil otların içine yerleşmiş olan kulübenin yıpranmış kabuğunu gördü. Koyu yeşil sedir ağaçları arasında duran huş ağaçlarının beyaz gövdeleriyle kulübenin ardındaki ormanı ve dereyi gördü. Bu yerin inanılmaz imkânları vardı. Bunu hemen fark etti. Dere, tabiidir ki, oyuncak kayık yüzdürmek, taş kaydırmak ve ilhamı kalmayınca da içine düşüvermek için mükemmeldi. Ağaçların birkaçı özellikle tırmanmak için tasarlanmıştı ve derenin üzerine eğilen devasa, yaşlı ve beyaz bir huş ağacı, aynı anda hem ağaca tırmanma, hem de suya düşmenin keyifli bir karışımını vadediyordu.
Arabalarının durduğu arazi, kulübeye doğru hafif bir meyille
inen uzun bir tepeydi. Gökyüzünün esintiyle koşuşturan tüy gibi beyaz bulutlarla beneklenmiş koyu mavilere büründüğü bir gün, bir oğlanın yokuş aşağıya koşmak isteyeceği cinsten bir tepeydi. Diz boyundaki otlar güneş altında bol, çimen ise insanın ayağının altında nemli ve sert olurdu; üstelik o uzun yamaçtan aşağıya koşan insanın yüzüne çarpan tatlı kokulu hava ise insanı sarhoş ederdi.
Derken oldukça şiddetle derin bir hüzün, asırlar boyunca değişmeden kalmış bir hüzün hissedince Belgarath'ın yıpranmış yüzüne bakmak için döndü ve ihtiyar adamın kırışık yanağından aşağıya tek bir damla gözyaşının süzülüp, sık beyaz sakalı içinde yok olduğunu gördü.
Belgarath'ın kaybetmiş olduğu eşi yüzünden duyduğu hüzne rağmen, Emanet derin ve ebedi bir gönül rahatlığıyla ağaçlarıyla, deresiyle, bereketli çayırlarıyla bu küçük yeşil vadiye baktı. Gülümseyerek "Yuva," dedi, kelimeyi deneyip, sesini severek.
Polgara ciddiyetle çocuğun yüzüne baktı. Gözleri irileşmiş ve yaşla dolmuştu; gözlerinin rengi de haleti ruhiyesiyle birlikte neredeyse gri denecek kadar açık bir maviden derin bir lavanta rengine kadar değişiyordu. "Evet, Emanet," diye cevapladı dolgun sesiyle. "Yuva." Sonra oğlana hafifçe sarılmak için elini attı; bu nazik kucaklamada, babasıyla birlikte uğraş verdikleri o nihayetsiz işleri süresince geçen yorgunlukla dolu asırlar boyunca içini dolduran, bu yere karşı hissettiği özlem vardı.
Demirci Durnik sıcak güneşin altında uzanan bu kuytu yere düşünceli düşünceli bakarak planlar yaptı, aklından onu oraya, bunu buraya yerleştirdi, yeniden yerleştirdi. "Her şeyi istediğimiz hale sokmak biraz zaman alacak Pol," dedi eşine.
"Dünyadaki bütün zaman bizim Durnik," diye cevap verdi Polgara nazik bir