Asuman Kafaoğlu-Büke, "Algınızın ayarlarıyla oynamayınız!", Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2011
Geçenlerde mutfakta yemek hazırlarken bir yandan da bilincinde olmadan girdiğim bir düşünce zinciri aklıma ‘Kral Oedipus’ trajedisini getirdi. Nasıl bir düşünce zinciriydi, oraya nasıl geldim bilmiyorum ama özellikle oyundaki bir sahne canlandı gözlerimin önünde. Aradan daha birkaç saat bile geçmemişken sohbet ettiğim bir arkadaşım, Sofokles’ten ve ‘Kral Oedipus’tan söz açtı. Ve sanmayın ki günlerim antik tragedyalar üzerine sohbetlerle geçiyor; yıllar önce sadece bir kez seyrettiğim oyunun aklıma gelmesi için hiç bir neden yoktu. Beni şaşırtan bu kadar bağımsız yollardan birkaç saat içinde alakasız biçimde bu oyunun karşıma çıkmasıydı.
Böylesi açıklayamadığımız deneyimler hepimizin başına gelir. Belki biraz şaşırtır ama sonunda kaderin cilveli rastlantıları olduğunu düşünerek rahatlarız. Fakat tabii rahatlamayanlar da çıkar. En başta İsviçreli psikiyatr ve düşünür Carl Gustav Jung, bu türden rastlantısal deneyimlerin aslında çok anlamlı olduğunu, insan varlığının özüne götüren önemli kapılardan birini açtığını düşünüyordu. Yakın dostu kuramsal fizikçi Wolfgang Pauli ile birlikte ortaya attığı ‘senkronite’ kavramı, Jung’un yaşadığı basit bir olaydan kaynaklanıyordu.
Jung’un kuşu
Jung bir keresinde rüyasında bir yalıçapkını (bir tür kuş) gördüğünü ve ardından yürüyüşe gittiğinde ölü bir yalıçapkını bulduğunu anlatarak örneklemişti bu deneyimi. Jung’un tezine göre, gelecekteki keşif geçmişteki rüyaya neden olmuştu. Aslında belki Jung rüyasında bir serçe görseydi, tezi bu denli inandırıcı olmayacaktı. Çok ender bulunan bir kuş türünün aynı gün içinde iki kez karşısına çıkmış olması, mistik hayaller kurmaya sürüklüyordu düşünürü. Jung’un bu kuramı bir yandan şarlatan kahinleri, medyumları, falcıları bilim adına aklar görünür. Öte yandan gerçekçi bir insan için sıradan rastlantıdan başka bir açıklaması olmayan bir deneyimi ontolojik bir düzeyde tartışmaya açar. Gerçeklik deneyimi üzerine öne sürülmüş en kışkırtıcı kuramların başında gelir her zaman.
Andrew Crumey’nin romanı Mobius Dick, Jung’un bu kuramını kurgu haline getiren çok ilginç bir eser. Aslında roman yanıltıcı derecede basit bir kurguyla başlar. Ringer adında bir fizik profesörünün cep telefonuna anlam veremediği bir mesaj gelir. Mesajda sadece “Beni ara: H” yazılıdır. İzini kaybettiği eski sevgilisi Helen’den gelebileceği olasılığı, yüreğini hoplatır fakat üst üste gelen mesajların kimden yollandığını çok gelişmiş K-fon’unda bir türlü çözemez. Bu arada profesör eski bir öğrencisi tarafından seminer vermek üzere İskoçya’ya davet edilir. İskoçya’daki gizemli araştırma merkezi, bir akıl hastanesinin yakınında kurulmuştur; profesörün karşısına bir de eski sevgilisi Helen’e çok benzeyen gazeteci bir kadın çıkar. Birlikte hem akıl hastanesinin, hem araştırma merkezinin hem de çözemediği telefon mesajlarının izini sürmeye başlarlar.
Mamafih olaylar bu basit başlangıçtan beklenmeyen şekilde karmaşıklaşır. İlk başta, Ringer’in gerçeklik algılarının bozulduğunu anlarız; sonra başka dönemlere ait, başka metinler araya girmeye başlar. Bunlar hafıza yitimine uğrayan bir karışık bir zihnin bilinç akışlarıdır. Mantıksal ya da anlamlı bir zincirle birbirlerine bağlanmazlar, aksine yanlış anladığı ya da anlayamadığı bir düşünce üzerinden bağlanırlar, yine de bazen aynı kapıya çıktıkları olur.
Bilimkurgu ve kurgulanmış bilim
Mobius Dick’in yazarı Andrew Crumey’nin, aynı zamanda matematik ve teorik fizik eğitimi görmüş bir bilimadamı olduğunu öğrenmek insanı şaşırtmıyor. Dinamik sistemler ve soyut boyutlu cebir üzerine doktora yapmış yazar, bu bilgilerini romana en güzel şekilde yansıtmış. Bir yandan Gottfried Leibniz’in ‘olası dünyalar’ kuramı, diğer yandan Jung’un senkronite kuramı ve bunlara ek olarak zamanda kaymalar, hafıza kayıpları, insan beyninin yapısı gibi konulara dalıyor. Ayrıca bunca kuramı, müzik ve edebiyat tarihini, akıcı bir roman içinde vermeyi başarıyor. Kitapta kullandığı metinlerin hepsi kurgusal fakat bunların arasına akıllıca bir biçimde gerçek yazarları ve eserlerini yerleştirmiş; romandaki örgü dokumalarının verdiği his, klasik metinleri ayna oyunlarıyla göz yanıltıcı bir şekilde deforme edilmiş olduğu. Gerçek tarihi karakterler uyduruk olayların içinde; bazen halüsinasyonların yarattığı karakterler çok gerçek olaylar yaşıyorlar.
İnce bir ironi
Crumey’nin romanı gerçekten çok ilginç –başka bir sözcük bulamıyorum. Çok renkli bir dokuda yazılmış. Edebi bir yapıt sayılabilir mi diye biraz tereddüt ediyorum fakat kesinlikle başarılı bir bilimkurgu. Hafıza kayıpları, gerçeklik kaymaları ve aynı karakterin farklı kişilikler ve isimlerle ortaya çıkması, bir miktar konu dağılmasına neden oluyor fakat bütün bu parçalanmaları romanın son iki bölümü müthiş bir hızda toparlayıp anlamlı kılıyor. Bir romanın içindeki bir romanın içinde yer alan bir roman okuduğunu ve tüm gerçeklik kriterlerinin bu romanın bile dışında bir yerlerde yazıldığını anladığında, bu romanın başka türlü yazılamayacağından görüyoruz. Ayrıca dikkatli okurun seveceği türden ince ironi sadece son bölümdeki bağlamada değil, roman boyunca da okuru eğlendiriyor. Örneğin yeni nesil cep telefonlarına K-fon adını verilmesi ya da metinlerin dipnotlarında basılan yer olarak ‘Britanya Demokratik Cumhuriyeti’ denmesi ya da kimsenin İskoçya başbakanın adını hatırlayamaması gibi tekrar eden espriler var. Özellikle bilimkurgu ve bilim ile ontolojinin örtüştüğü konuları seven okurların çok hoşlanacağı bir roman.