| ISBN13 978-975-342-879-8 | 13x19,5 cm, 512 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Oylum Yılmaz, ''Anlatmak armağandır, zehirli bir armağan...'', Sabitfikir, Mart 2011 Javier Marías, kimilerine göre yaşayan en büyük edebiyatçılardan biri… Peki ama neden? Günün eğilimlerinin aksine edebi bir dile sahip olması, bu edebi dille siyasetten tarihe geçmişle, bugünle ve gelecekle hesaplaşması ve sanırım en mühimi de bütün bunlar ekseninde beklenmedik bir şekilde yüreğimize dokunmayı başarması... Biz Türk okurları onu Beyaz Kalp, Yarın Savaşta Beni Düşün, Ufkun Öte Yanı, Duygusal Adam romanları ve Yazınsal Yaşamlar adlı deneme kitabı ile tanıyoruz. Şimdi yazarı alması beklenen Nobel Ödülü’ne bir adım daha yaklaştıran Yarınki Yüzün üçlemesinin ilk kitabı Ateş ve Mızrak elimizde. Roza Hakmen tarafından Türkçeleştirilen roman, yazarı Nobel’e ne kadar yaklaştırır bilinmez ama bizi Marías’a çok yaklaştıracağı ortada, diyebilirim. Ateş ve Mızrak’ın kahraman-anlatıcısı Jaime Deza; karısından boşanmak üzere olan, Londra’da yaşayan, İspanyol çevirmen Deza. Boşanmanın ağırlığını üzerinden atamaması, takıntılı bir bağlılıkla karısını, çocuklarını ve evini özlemesi dışında herhangi bir dikkat çekici özelliği yok gibi görünüyor anlatıcımızın. Ancak daha en baştan anladığımız, insanların iç yüzlerini görme konusundaki olağanüstü yeteneği, onu BBC’deki işinden edip İngiliz Gizli Servisi’ne alınmasını sağlayınca, hikaye ilginçleşiyor tabii. Bu yeteneği, Deza’nın üzerine düşen bir gölge, hatta karanlık… Tıpkı İngiliz Gizli Servisi’nin, derin devletin üzerindeki o gölge, o karanlık gibi. Aslında başlangıçta ne yaptığının pek üzerinde durmuyor Deza, bu iş sadece ailesine göndereceği daha çok para anlamına geliyor. Sözde çevirmenliğini yaptığı, sonra da izlenimlerini aktardığı Venezuelalılar, Meksikalılar ve diğer üçüncü dünya ülkesi insanları üzerinde pek düşünmüyor. Ama hizmet ettiği insanların neyin peşinde oldukları sorusu, kendisinin neye hizmet ettiği şüphesi, bir tür insan tercümanına dönüştürüldüğü düşüncesi kısa sürede içini sarıyor anlatıcımızın. Anlatıcımız elbette bir Avrupalı. Ama, Franco dönemiyle, iç savaşla ve devamında otuz yıl süren baskı dönemiyle zedelenmiş bir İspanyol ne de olsa. Javier Marías, özellikle babasının faşist rejimde yaşadığı baskıları anlatıcının ağzından aktarmayı tercih etmiş zaten. Dolayısıyla İngiltere’nin dünyaya hükmetme çabasındaki üst Avrupalı bakışa ortak olamıyor kahramanımız. Önüne çıkarılan insanları gözlemleyip yargıladığı gibi, derin devleti de ondan yara almış bir birey olarak gözlemleyip yargılıyor. Okurunu kimi zaman yorabilecek, uzun upuzun cümleleri, derin analizleri var yazarın. Kişisel hikayelerden toplumsal çıkarımlar yapabiliyor, tarihi-toplumsal hareketlerin bireylerin kimlik edinme çabalarına nasıl yansıdığı üzerine uzun uzun düşünebiliyor. “İnsan asla hiçbir şey anlatamamalı, bilgi de vermemeli, hikâye de aktarmamalı (...) Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan bir güven ise nadirdir.” Romanın anlatma derdi üzerine başlaması ve Deza’nın siyasete bulaşan babasının faşist rejimle başının belaya girmesi, hikayenin iki ana ekseninin oluşturuyor kanımca ve kahramanımızın başına gelmesi muhtemel felaketlerin de ilk ipuçlarını veriyor. Olabilecek kişisel felaketi, hikâye boyunca geçmişle bugün arasında gidip gelirken geleceğe dair yapılan kötümser kehanetlerden de çıkarabiliyoruz. Deza’nın babasının, geçmişiyle istemeden de olsa girdiği hesaplaşmada günün eğilimlerine dair sözleri, hem kahramanımızın hem de yazarımızın bu bağlamda bakış açısını yansıyor kanımca. “Günümüzde herkes bir seri katilin ya da toplu cinayet işleyen bir katilin art arda ya da toplu cinayet işlemesinin, tecavüz koleksiyoncusunun koleksiyonunu çoğaltmasının, bir teröristin ilkel bir dava adına herkesin hayatını hiçe saymasının ve mümkün olduğunca fazla hayata son vermesinin, bir zorbanın sınır tanımadan zorbalık etmesinin, bir işkencecinin ister bürokrasi ister sadizm adına olsun sınır tanımadan işkence yapmasının sebeplerini merak ediyor. Nefret uyandıran şeyi anlama saplantısı var, aslında nefret uyandıran şeye marazi bir hayranlık besleniyor ve böylece nefret uyandıran kişilere de müthiş bir lütufta bulunuluyor.” Bugünden, böyle bir günden yarını, bugünün yüzlerinden yarınki yüzleri görmek çok da zor değil ne yazık ki… Javier Marías, aklını fesata, kötülüğe, kötülüğün doğasına takmış, hareket etmekten düşünmeye fırsat bulamayan, konsantrasyon bozukluğu derdinden mustarip günümüz insanından bir parça sağduyu ve derin konsantrasyon istiyor sanırım, vermeye değer... |