Hasan Turgut, ''Javier Marias’ın Yarınki Yüzün’ü: yıkıntılardan artakalan'', Mesele Dergisi, Mayıs 2012
İnsanın şimdiki zamanında birdenbire beliren geçmiş, ağır bir şok kaynağıdır. İradi ya da gayri-iradi hatırlanan şey kişiye yeni bir yol açar, hiç ummadığı, aklından geçirmediği dehlizlere dalmasına sebp olurken, çalmadığı kapılara, gözden kaçırdığı mekânlara, unuttuğu bazı vasıflarına tekrar ilgi duymaya başlamasını da sağlayabilir. Ama çoğunlukla, geçmiş, bir felaket gibi çöker üstümüze.
Modernliğin gündelik hayat bilgisi hafızanın tahribatı pahasına yaşanırken, öngörülebilir bir durumdur bu aslında. Düşüncenin giderek kısır bir alıştırma sürecine indirgenmesinin mimari olan bu bilgi mevcut iken şüphesiz dünya da aynı kalamaz.
Walter Benjamin, “Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Kur yaptığımız kadınların tanımadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böyleyse eğer, bizimle geçmiş kuşaklar arasında gizli bir antlaşma var demektir. Bu dünyada bekleniyorduk biz,” derken,1 sadece mesiyanizme atıf yapmıyordu.
Bizden önce yaşayanların bizim üstümüzdeki haklarından, hayatın sarsılmaz bir zincirin toplamı olduğundan, hayat denen diziler toplamının ölüler ve ölü olmayanların müşterek birlikteliğinden kurulduğundan, bilmediğimiz, görmediğimiz, duymadığımız kişilerle aramızdaki gizli bağdan da bahsediliyordu burada.
Benjamin kendi özgül tarihsel koşullarının sonucunda kurguladığı tarihsellik zincirinde geçmişte olmuş bitmiş vakaları, çoktan içi boşalmış nesneleri, artık kimsenin dönüp bakmadığı kişileri bugünün ışığında canlı kanlı hale getirir, onları zamandışılıklarından çıkartarak yeniden bütünün parçası kılar. Geriye dönülüp bakıldığında, geçmişe gösterilen bu özenin, hafızayı kendi başına bir amaca dönüştüren bu bakışın negatiflerine de rastlanır:
Bu tarafın hanesine “tamamen modern olunmalı” diyen ve şiirsel mesaisini eskiye ait tüm alışkanlıkların yıkımına harcayan Rimbaud’dan, iyinin karşısına kötüyü, güzelin karşısına da çirkini koyup, hayatı süresince mahkemelerden ve alacaklılardan yakasını koparamamış Baudelaire’e, dünyanın tarihsel birikiminin depolandığı alanlar olan kütüphanelerin yakılmasını savunan Dadacılardan, klasik biçim anlayışını adeta iğdiş eden Artaud’ya kadar birçok isim kaydedilebilir.
Ancak tam bu noktada bütün bu isimleri birleştirecek, onları da etkilediği su götürmez olan bir isimde, Nietzsche’den bahsetmek gerekir. Şöyle yazar Nietzsche: [İnsan] unutmayı bir türlü [öğrenemeyip] hep geçmişe bağlı kalma eğiliminde olduğu için şaşar durur kendine: Ne kadar uzağa ve ne kadar hızlı koşarsa koşsun, zinciri de onunla birlikte koşar. (...) Eylemde bulunan kişi, Goethe’ye göre vicdansız olmak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda bilgisiz de olmalıdır; bir şeyler yapabilmek için her şeyi unutur; arkasında bıraktıklarına karşı adaletsiz ve yalnızca tek bir doğru bilir –kendi eyleminin sonucu olarak şimdi varlık kazanan şeyin doğruluğu. 2 Benjamin’deki naif geçmişe yaslanma duygusu burada yerini tamamen zeminsizliğe bırakmıştır. İnsanın yürümesi, yol alması ve zaferler kazanması ancak geçmişten radikal bir kopuşla gerçekleşecektir. Nietzsche’nin sertliği, aman tanımayan tavrı eylem adamını anıştırır.
Paul de Man’a göre, onun amansız unutuşu, kendisini geçmişteki bütün eylemden azade kılan körlüğü, sahici modern tavırdır.3 Körlük önemli bir kavramdır; bakmak ve görmek eylemlerini de aşan, sadece dilin imkânlarıyla açıklanamayacak bir nüfuza sahiptir.
Benjamin’in serpilmesi adına yapıtının bütün imkânlarını seferber ettiği geçmişle -bugünü bağrında bir tohum gibi saklayan geçmiş- Nietzsche’nin bir an önce kurtulmayı dilediği geçmiş arasında salınan birçok edebiyat metnine şahitlik ettik.
Herhalde bunların en tanınanı Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’siydi. Benjamin’in sıkı bir Proust okuru olduğunu bilmeyen yoktur; hemen hemen aynı zamanlarda yaşamış Proust ve Nietzsche’nin de hiç değilse birbirlerinden haberdar olduklarını tahmin edebiliriz.
Ancak ben bu yazıda, biçimsel hacmi ve yatağına kattığı geçmiş anlatısıyla Kayıp Zamanın İzinde’yle kıyaslanan ve hem Benjamin’i, hem de Proust ve Nietzsche’yi okuduğunu varsayabileceğimiz Javier Marías’in Yarınki Yüzün4 adlı yapıtından bahsetmek istiyorum.
Paul de Man yukarıda da andığım yazısında şöyle der: “Tarihçinin aksine, yazar eylemle o kadar içli dışlı olarak kalır ki kendisiyle eylemi arasındaki her şeyi, özellikle de kendisini önceki bir geçmişe bağımlı kılan zamansal uzaklığı yok etme arzusundan kendisini bir türlü kurtaramaz. Modernliğin albenisi tüm edebiyata musallat olmuştur.”5 Yarınki Yüzün’de Marías’in sürekli didiştiği bir durumdur bu. Hatta bu sorunsal, zaman ve uzamda yaptığı hemen her yolculuğun vardığı menzil olarak kabul edilebilir.
BBC’de çevirmenlik yaparak geçinen Deza, Oxford’daki dostlarının tavsiyesiyle İngiliz istihbaratına girer, inanılmaz becerisi yüzünden girmek zorunda bırakılır. İşin içindeyken bile tam olarak ne yaptığından habersizdir; her şey gizlidir ve herkes kod ismiyle çalışmaktadır. Deza’nın İspanya’daki eşi ve çocuklarından ayrılarak yerleştiği İngiltere’deki serüveni ‘hayat yorumcusu’ sıfatıyla devam etmektedir.
İstihbarat servisine tavsiye edilmesini sağlayan şeyse, insanları yorumlarkenki dikkati ve ayrıntılara inmedeki başarısıdır. İstihbarat servisi odaklı bir polisiye sayılamaz Yarınki Yüzün; yapıt bunlardan ibaret değildir elbette. Anlık sıçramalar ve hatırlama seanslarıyla geçmişe gidilir, orada konaklanır, taslaklar çıkarılır.
Bu sıralarda yapıtın haznesi giderek genişler; İspanya İç Savaşı’na, Deza’nın kendi kişisel tarihine ve romanın diğer önemli kahramanları Rylands, Wheeler ve Tupra’nın hayatları boyunca edindikleri suretlere tanıklık ederiz.
Deza’nın bu üç adamın gölgesinde sürdürdüğü Londra hayatı, arada bir hikâyeye dalan İspanyol ataşe De la Garza, servisten arkadaşı Pérez Nuix ve karısı Luisa’nın dahliyle daha da karmaşıklaşır. Deza, servisin gizli kapaklı işleri için yaptığı çeviriler -çoğunlukla Güney Amerika ülkeleri için- sırasında kendi hayatının da çevirisine girişir.
Hikâyesini bir yanda babasının İspanya’daki savaştan kalan anılarından devşirdikleri diğer yandan da ‘kaybedilen’ dayısı Alfonso’dan artakalanlar üstüne bina eder. Deza’nın metinler boyunca yaptığı gezintiler Marias’ın da siyaset, edebiyat ve genel planda hayat hakkındaki görüşlerini ortaya sermesine vasıta olur. Metinlerin parlama anları ekseriyetle ‘konuşma/susma’ ve ‘geçmiş’ üstüne edilen sözlere gelinirken yaşanır.
Yukarıda geçmişe yönelik iki tür bakış açısından söz ettim. Adı geçen isimlerin geçmiş hakkında tefekkürleri bitimliydi, donmuştu artık. Geçmiş ya bütünlüklü biçimde bir reddiyeye maruz bırakılıyor, tamamen yok sayılıp unutuşa mahkûm ediliyordu ya da rüzgârından faydalanılması gereken bir aralıktı, hiçbir koşulda unutulmayacak çocukluktu.
Gerilimsiz, mutlak, konturları iyice belirlenmiş bir tasavvurla karşı karşıyaydık. Bu ikili karşıtlığa bir üçüncüsünü ekleyense Paul de Man olmuştu.
Ona göre yazarın veya edebiyatçının geçmişle ilişkisi daha belalıdır; geçmişle yazar arasındaki uzaklığın aşılması meselesi edebiyatta yerleşik hale gelmiştir. Ne geçmişten büsbütün vazgeçilip yola devam edilebiliyor, yapıt radikal bir odak kılınabiliyordur ne de geçmişe kayıtsız şartsız bir teslimiyet görülüyor, yapıt onun karşısında mağlup pozisyonuna düşüyordur.
Modernist edebiyat bu iki gerilimli hattın yan yana gelmesiyle oluşmuştur. Gerilimin açığa çıktığı yerler kavramsal bir mücadelenin alanıdır. Wheeler Deza’yla yaptığı sohbetlerden birinde şöyle söyler: Geçmişe tahammül edilemiyor; onu düzeltememeye tahammül edemiyoruz, yönlendirememiş, yönetememiş, ondan kaçınamamış olmaya tahammül edemiyoruz. Bu yüzden de mümkünse geçmişi çarpıtıyor, tahrif ediyor, bozuyoruz; değiştiriyor ya da ayin, tören, simge ve sonunda gösteri haline getiriyoruz veya her şeye rağmen sanki müdahale ediyormuşuz izlenimi uyandırmak için deşip duruyoruz, onun değişmez olduğunu görmezden geliyoruz” (Ateş ve Mızrak, 212).
Wheeler’ın sözleri hemen her yerde yaşanan bir duruma işaret ediyor. İktidarın kurulma ve yaygınlaştırılma süreciyle yakından ilişkili bir retorikten söz edilmektedir. Devletler ya da insanlar geçmişe sahip olmak isterler; ondan cevaz almak, yararlanmak ama diğer yandan da bastırmak, unutmak isterler.
Geçmişi boş bir kütleye dönüştürünceye, ehlileştirinceye kadar gündemlerine almazlar. Gündeme getirilme çabalarınıysa provoke eder, hakkından gelirler. Sonra içi iyice boşaltılmamışsa eğer gündemlerine alır, yine kendi denetimlerinde, kendi hazırladıkları işaretler ve dilin dolayımında oluşturdukları bir süreçle onu da rafa kaldırırlar. 6 Marias modern toplumların tarih anlayışını eleştirirken çok da söz konusu edilmeyen bir teklif yapar. Atalarımız hakkındadır teklif; buna göre atalarımızın bizim üzerimizde herhangi bir etkisi kabul edilemez. İnsanın tekilliğine, dünyadaki nevi şahsına münhasır mevcudiyetine duyulan inanç dışavurulmuştur.
Marías özür bahsini açar. Atalarımızın geçmişte gerçekleştirdiği katliamların, cinayetlerin ya da zafer anlarının bizimle olan ilişkisizliği vurgulanmıştır.
“Neden başkalarının yaptığı kötülükler yüzünden özür dileyelim ki,” der esasta Marias; bunu hem geçmişin kendisine, yani bizim dışımızda var olmuş, bitmiş ve kapanmış bir dilimin hatırasına saygısızlık olarak kabul eder, hem de bunun üzerimizde oluşturacağı ağır sorumluluğu, hayatlarımızda yaratacağı büyük açmazları ya da kolaylıkları tanımak istemez.
Özür, özür dileyenler için, onlara başkalarının adına konuşma yükümlülüğü verirken basit bir kurtuluş da sağlar. Geçmişten, geçmişin devasa yükünden arınılır böylece.
Başka bir tarih yazımına geçilmiştir; yeni bir geçmiş adına söz alınmış, zararlı olan bölümler pürüzsüzleştirilerek başka içeriklerle doldurulmuştur. Sonuç olarak ölülerin, geçmişteki eylemlerin failleri olanların söz söyleme hakkının, dünyayı olduğu gibi bırakma arzusunun önüne geçilir.
Tarihte ne olup bittiği bir yandan bilinmek istenmezken, diğer yandan pervasız bir merakla her tarafı kurcalanır, teşhir edilir, deformasyona uğratılır. Geçmişteki yüzümüz bugünkü yüzümüzün baskısı altında sırf yarınki yüzümüzün selameti için masaya yatırılır ve sakıncalı manzaralardan feragat edilir.
Bu süreçte dolaşıma yeni dizgenin haberciliğini yapan simgeler sokulur.
O güne kadar başka grupların sultasında olan ve varlığıyla bu gruplara bir direniş imkânı veren geçmişin iktidar eliyle restorasyonu, sözü geçen grupların kültürel ve siyasal açıdan gerilemesine sebep olur. Bir mücadele sahası, bir mevzi olarak geçmiş, iktidarın yahut iktidar odaklarının saldırıları karşısında çaresiz kalmıştır, çırılçıplaktır artık.
Marias’in retorikleri Paul de Man’ın tespitini doğrularcasına geçmişle modernlik arasındaki uzaklığı kapatmaya çalışır. Ancak yine modernliğin doğasından kaynaklanan sebepler bu uzaklığı devamlı arttırır. Geçmişe gidildikçe ondan geliniyordur. Ne tam bir unutuştan ne de mutlak bir hatırlama ilişkisinden söz edilebilir; sadece gerilim, sadece didinme, sadece yılgınlık.
Paul de Man ‘musallat’ kelimesini kullanırken haklıdır; modernlik tüm dertleriyle yazarın karın ağrısı haline gelmiştir. Deza’nın metinler boyunca yaptığı atılımlar, unutuş ve inatçı hatırlama yerleri bu ağrıdan doğmuştur. Bu ağrıyı zararsızlaştırmak için ateşlere düşmüş, kendisini mızraklara siper etmiş, bu yarayı iyileştirmek için dansa kalkışmış, rüyalara dalmıştır.
Deza birçok kere istihbarat servisindeki yoğun ve kirli iş temposundan sonra eve döndüğünde karşıdaki apartmanda dans eden insanlara rastlamıştır. Onların hareketlerini, poz ve jestlerini taklit ederken aralarında gizli ve bir o kadar da açık bir bağ kurulmuştur. Sonsuz düşünmenin başladığı, hayatına üşüşen ıstırapların gardını düşürdüğü anlardır bunlar. Dans korkunun, biteviye sürüp giden maskeler edinme oyununun boşluğa düştüğü yerlerde görünür.
Metinlerde dansın belirmesi Deza’nın çok sevdiği Mancini’nin ezgileri eşliğinde rahata erdiğinin işaretidir. Dans anları Londra’daki gizli kapaklı hayatın açıklığa kavuştuğu anlardır ayrıca. Alain Badiou şöyle yazar: “Dans masumiyettir, çünkü bedenden önceki bir bedendir. Unutuştur, çünkü kısıtlılığını, ağırlığını unutan bedendir. (...) Elbette oyundur, çünkü bedeni her türlü toplumsal mimikten, her türlü ciddiyetten, her türlü görgüden uzaklaştırır.” 7 Metinlerdeki dans anlatıları Deza’nın çözülme zamanlarına denk gelir: Kurallar, maskeler ve somurtmalarla belirginleştirilmiş bir hayatın dışına taşma, hiçbir sorguya, suale cevap vermeyen, sadece başının dikine giden, çocuksulaşma, yoğunlaşma zamanlarına.
İstihbarat servisinde herkes başkasıdır; bütün personel birileri ağırlanırken ya da onlar başka yerlerde ağırlanırken daima kod isimler kullanmak zorundadır; herkes birbirine yabancıdır. Deza’nın çevirileri yabancılığın tercümesi değildir; aradaki mesafenin daha da artmasına yol açmıştır.
İnsanları tanıma ve yorumlama hareketi korku, paranoya ve çıkarlar tarafından örülmüştür. Mesafe bir türlü aşılamıyor, sınırlar kalın çizgilerle bir kez daha vurgulanıyordur sadece. Deza’nın ve gizli servisin işleri devletin vatandaşlarına yönelik tutumundan farklı değildir.
Devletin bakışı da korku, fesat ve kısa süreli gafilliklerce çerçevelenmiştir. Sürekli dakik olunmayı, her durumda uyanık davranmayı, hiçbir koşulda boşluklar bırakmamayı gerektirir. Tıpkı servisteki işler gibi: Deza’nın burada işe alınması devlete atfettiğim özellikler sayesindedir; onun insanları izlerkenki dikkat, hüner ve sürekliliği çevirmenlik yapmasında en önemli etkenlerdir.
Wheeler’ın ve özellikle ikinci ciltte Tupra’nın denetiminde yaptığı işler bu özelliklerini giderek belirginleştirirken, onda kimi huzursuzluklara da yol açar. De la Garza’nın başına gelenler bu memnuniyetsizliğin iyice ortaya çıkmasına sebep olur.
De la Garza’nın portresi iki metin süresince genellikle boşboğazlık ve şehvet durumlarıyla çizilmiştir.
Ne var ki Tupra’nın kimin yararına olduğu bile bilinmeyen bir iş yüzünden ona uyguladığı şiddet Deza’yı çileden çıkarmaya yetmiştir. De la Garza’ya zerre duymadığı merhamet, uygulanan şiddeti gördüğü anda birdenbire açığa çıkmaya başlar. Tupra bir kılıçla De la Garza’nın tepesindedir; neredeyse başını gövdesinden ayıracaktır. De la Garza yenilmiş, yerde iki büklüm yatmaktadır, Deza ise korkulu gözlerle hemen yanlarında, olan biteni seyretmektedir.
Öyle uzun bir fotoğraftır ki bu, Deza’nın kafasında sayısız varsayım üretmesini, hatırlama sürecini çalıştırmasını, şiddet üzerine düşünmeye başlamasını barındırır içinde. Hatırlama bu yönüyle oldukça işlevseldir; çünkü tarihteki dehlizlerin, karanlık ormanların ışımasına yol açmıştır.
Benjamin, Proust hakkında yazdığı ünlü denemede şöyle yazar: “Yaşanmış olay sınırlıdır, hiç değilse tek bir yaşantı bölgesiyle sınırlıdır; hatırlanan olaysa sınırsızdır, çünkü kendinden önce ve kendinden sonra olup biten her şey için bir anahtardır.”8 Deza’nın Wheeler, Tupra ve babası aracılığıyla yaptığı hatırlamalar sonsuzdur: Bunlardan biri de yukarıdaki şiddet bahsiyle yakından bağlantılı olan İspanya İç Savaşı’dır.
Deza’nın buradaki anlatısı esasta POUM liderlerinden Andrés Nin üzerinden kurgulanır. Troçkist lider Andrés Nin Sovyetler’deki Stalinist yönetimin İspanya’daki Cumhuriyetçilerle yaptığı kirli anlaşma sonucunda kaybedilir.
Marias, George Orwell’ın Katalonya’ya Selam’ından aktardığı bilgilerle onun derisinin yüzüldüğünü, hakkında kara propaganda yapıldığını, gözden düşürüldüğünü söyler. İki komünist uç arasındaki hesaplaşmaya kurban giden Nin’in yaşadığı şiddet, Deza’nın babasının okuldan arkadaşı Marés’in ve dayı Alfonso’nun yaşadıklarıyla birleşerek metnin ana güzergâhlarından biri haline gelir.
Şiddetin sıradanlaşarak gündelik bir rutine dönüşmesi; üstelik Deza’nın şefleri sayılabilecek Wheeler ve Tupra’nın da bizzat şiddet eylemlerinde aktif rol üstlenmiş olmaları anlatısal bir trajedi yaratır.
Deza hem çevirdiği insanları uzun uzadıya tartıyor hem de tam olarak kime ve neye hizmet ettiğini bilemediği istihbarat servisindeki şeflerinin geçmişini, demek kendisinin ve ailesinin geçmişini de araştırıyordur. Bu araştırma her zaman refaha erdirmez ama onu. “Geçmişin geri dönüşü her zaman kurtarıcı bir hatırlama ânı değildir.” 9 Bazen felaketlerin, uzakta soluk birer resme dönüşmüş yaşantıların, tarih kitaplarına düşülmüş acımasız notların da mekânıdır geçmiş. Tıpkı Nietzsche’de olduğu gibi derhal unutulması, talepkâr biçimde kendini dayatırken bile bellekten kovulması gereken olaylar kümesidir. Deza’nın hatırlaması kanal açıcı işlevler edinir edinmesine; ancak hatırlamadan taşan, kolay kolay kabul edilemeyecek, bir çırpıda hafızaya yazılamayacak gerçeklere de kapı aralar.
Yine de bütün dehşetine ve korkunçluğuna rağmen şiddetin anlatılması insanları birbirine yaklaştırır; aynı acılara maruz kalmış olma dayanışma duygusunu fark ettirir. Onu yaşayanlar artık ölmüş olsalar bile bir nebze huzurlu olabilirler.
Nitekim hâlâ yaşıyor olanların değil de; sadece ölülerin bu huzurdan nasiplendiğini söylüyor gibidir Marías: Ölülerin birbirleriyle konuştuğundan, ortak bir dil icat ettiklerinden. Ölülerden özür dilemektense, maruz bırakıldıkları şiddeti sürekli gündemleştirmek, toplumun ikiyüzlülüğü teşhir etmek gerekir.
Felaketlerin faillerinin bir zamanlar aceleci bir uyumla yanında saf tuttukları şiddet mefhumuyla yüzleşmesi ama ondan kurtulamaması, bunun lekesini, yükünü daima yüzlerinde taşımaları sağlanmalıdır. Hem geçmiş, hem bugün, hem de yarınki yüzlerinde bu utanç nişanesiyle yaşamalıdırlar.
Özür dilemek, geçmişi tahrif etmek, kurbanlara ya da yakınlarına göstermelik tazminatlar ödemek failleri aklamaz, tam tersine suçluluklarını, yaşanan trajedilerdeki sorumluluklarını daha da arttırır.
Şiddetin havaya bıraktığı sözler dönüp dönüp toplumlarımızı vuracaktır. Şiddeti bir umut olarak gören bir toplumun kurtulma şansı yoktur. Kurtuluş ancak parçalanmasıyla mümkün olabilecektir; unutma ve hatırlamanın makaralara dengeli dağılımının sonucunda gerçekleşecek parçalanma ve ardından yaşanacak yeniden inşa süreciyle.
İktidarın şiddetle ilişkisi üstüne metinler boyunca kurulan cümlelere bazı afişler de eşlik eder. Afiş kullanımının ön planda olduğu bölümler iktidarın fiziksel şiddetinden ziyade sözel şiddetinin boyutlarını gözler önüne serer. Çoğunluğu İkinci Dünya Savaşı İngiltere’sinde Nazi casuslara karşılık alınan önlemler hakkında olan afişler konuşma/susma ikilemine dairdir.
İngiliz hükümetinin hazırlattığı ve ana fikri “careless talk costs lives/pervasız konuşma can alır” olan afişler halka uluorta konuşmamayı, Alman casuslara karşı dikkatli davranmayı salık verirken savaşın bir toplumsal seferberlik fikriyle birlikte düşünüldüğünü gösterir. Şu cümleler afişlerden birinde yazar: “Bir önceki savaşta pervasızca konuşmalar yüzünden çok can kaybı oldu. Tetikte olun! Gemilerin ve birliklerin hareketlerinden söz etmeyin.”
Herkesi hükümetle ortak savaşa çağıran, kritik bir dönemde suskunluğa gömülmelerini buyuran, şüphe ve keskin dikkate davet eden afişler devletin paranoyasının halkla buluştuğu ânı simgeler. Vatandaşlar işbirliğine çağrılırken ayan beyan konuşmanın çok can yakacağı söylenir.
Konuşma eylemi ancak devletin çıkarları için elzem bir durum söz konusu olduğunda gerçekleştirilmelidir. Bütün afişlerin ana fikri devletine sadık vatandaşların onun direktiflerini harfiyen yerine getirmesi üstüne tesis edilmiştir. Akıllı, uyanık ve kuşkucu bireylerden mükellef bir toplumda afişlerin sözel şiddeti nihayet her tarafın paranoya ve korku tarafından kuşatılmasıyla sonuçlanır.
Devlet dışarıda düşmana uyguladığı fiziksel şiddete ek olarak içeride de vatandaşlarına ödevler yükler; onları milliyetçilik naralarıyla ideolojisine malzeme yapar. En çok da ulus-devletlerin böyle amblem ve işaretler kullandığı görülür. Kötü anlamıyla ideoloji başka gerçeklik tasarıları yaratarak asıl gerçekliğin sümen altı edilmesine yol açar.
Simgesel anlatılar hem dolaysızlıkları hem de hafızaya hemen kaydolma özellikleriyle kitlelerin manipülasyonunda etkin rol oynarlar. Deza ile Wheeler’ın sohbetleri İspanya’dan, Gelibolu’ya, İngiltere’ye doğru savrulurken metinler de başka metinlerle konuşuyordur, diller arasında geçişler yaşanıyor, konuşmadan susmaya, susmadan konuşmaya, geçmişten bugüne, bugünden geleceğe gidiliyordur.
Yarınki Yüzün’de aralıksız sürdürülen konuşmaların da tükendiği, ölülerin bile susturulduğu, her şeyi nafile kılacak bir öneri vardır. Marias ‘nihai susuş’tan bahsetmektedir: Her dalıp gitmeyi eşitleyen, bütün zamanların suskunluklarını aynı seviyeye getiren, birbirine benzeten, aktaran, karıştıran, düzenleyen nihayet öngörülemez bir bağ yaratan nihai susuş. Deza’nın akıbetinin neyle sonuçlanacağını bilmiyoruz daha gerçi, ama şimdiden sonsuz susuşa, vedaya doğru gittiğini tahmin edebiliriz.
Bazı yapıtlar hiçbir yardım olmadan da kendi enerjileri sayesinde uzun mesafeler kat ederler. Bu tür anlatılara nadiren rastlasak da beklenen zamanın, harcanan emeğin, meşgul olunan işlerin bütün yükünü kaldırıp atmaya yarayacak hünerleri bize kaybettiğimiz bütün anları vermeye yetiyor.
Konuşmanın nafileliğinden, sonuçta dönüştüğü susuşa, hayatın geçersizliğinden, giderek dönüştüğü ölüme, ateşin kudretinden, gönülden dönüştüğü ıstıraba, geçmişin ağırlığından, bir çırpıda dönüştüğü unutuşa; Yarınki Yüzün çok az yapıtın adının geçtiği bir tarihe yazılıyor.