A. Ömer Türkeş, ''Fantazyalar politiktir'', Birgün Kitap Eki, 2 Mart- 15 Mart 2013
Fantastik edebiyat çok uzun yıllar boyunca Türkiyeli yazar ve okuyucular için çekici olmadı. Sadece fantastik anlatıların değil korku, bilim-kurgu edebiyatının, ütopya ve kara ütopyaların, yani insanın hayal gücünü özgürleştirecek anlatıların zayıflığından söz etmek gerekir.
Türün ustalarından Ursula K. L. Guin'in ifadesiyle “hayal gücünü özgürleştirecek anlatılar”ın, özellikle de masallardan, efsanelerden, hurafelerden çıkıp gelmiş cin, melek, şeytan, peri, ejderha gibi olağanüstü varlıkların Türk romanında neden işlenmediği sorusunu yanıtlamak başlı başına bir yazı konusu. Özetle söyleyelim; bunun nedeni romana yüklenen rol ya da biçilen değerle ilgili. Biraz daha açalım; Osmanlıya “Osmanlı nasıl kurtulur?” meselesinin bir parçası olarak ithal edilen roman sanatına toplumu eğitici/öğretici bir rol yüklenmişti. İlk romanların yazarları, roman ile ilgili yazılarında Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi edebiyatlarını ve özellikle -Leyla ile Mecnun gibi- folklorik anlatıları geriliğin bir işareti saydılar; Namık Kemal, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami gibi yazarlara göre eski hikâye türünden romana geçiş, hayalcilikten akılcılığa, çocukluktan olgunluğa, kısacası ilkellikten uygarlığa geçiş manasını taşımıştır. Batı'dan uygar bir edebi form olarak ithal edilen roman türü, aynı zamanda Osmanlıyı uygarlığa götürecek eğitici, ilerletici bir araç olarak kullanılacaktır.
Hayal ve hakikat
Cumhuriyet döneminde bu rol daha abartılır. Cumhuriyet’in ilanından sonra, edebiyatı da kapsayacak biçimde, her alanda yürütülen yeniden inşa seferberliği, belki de aydınlanmaya yapılan şiddetli vurgu, en çok mistik, folklorik, kısacası irrasyonel kaynaklardan beslenen fantastik anlatıları iyice cılızlaştırdı. Roman sanatının edebiyat dışı görevlerle donatılması sonraki dönemlerde de sürmüş, uzun yıllar romanlar siyasi düşüncelerin ve sosyal teorinin taşıyıcısı olmuştur. İşte böyle bir konjonktür içinde, romanı büyük meselelere açılan bir kapı olarak gören Türkiyeli yazar ve okuyucular için fantastik hikayeler elbette çekici olmayacaktır.
Oysa geçtiğimiz haftalarda yine bu dergi sayfalarında üzerinde durduğum gibi, Türk romanı gerçeklikle yüzleşmek bahsinde hiç de başarılı olmamış, gerçek gibi görünen ama aslında gerçeklikten kaçan, fantastik denebilecek kadar hayali bir kurmaca evren yaratmıştı.
Gerçeklikle gerçeklikten kaçış arasındaki diyalektik ilişki, fantastik edebiyata adım atmak açısından iyi bir açılım noktası. Çünkü insan türü resim ve yazıyla ilk tanışıklık anlarında başlamışlardı dünyayı fantastik biçimde yorumlamaya. Aslında buradaki fantastik ögeler o zamanın insanı için bir gerçeklik algısıydı. İnsanoğlunun kolektif ve somut çaresizlikleri, korku ve endişeleriydi önce söze, ardından duvar resimlerine ve yazıya dökülenler. En büyük korku nedeni ise hiç kuşkusuz “ölüm”dü...
Fantastik anlatıların başlangıçta iki yüzü vardı; hem en ürkütücü nesne, olay ve düşüncelerin açığa çıkmasını sağlıyor, hem de hikâye boyunca bu karanlık dünya ile savaşan kahramanı aracılığı ile dinleyiciye/okuyucuya bu korkularla yüzleşme ve böylelikle bir arınma fırsatı veriyordu.
Sonrasında efsane, mitoloji ve masallar, hatta kutsal kitaplar yüzlerce yıldır bir kültürden ötekine, bir coğrafyadan diğerine taşınırken, evrensel diyebileceğimiz bir genişlikte ortak bir bellek yarattı. Dünyanın hemen her köşesinden fışkırdığına göre insanoğlunun zihniyet dünyasının o karmaşık yapısının sırlarını çözmemiz için sağlam ipuçları barındıran bu fantastik anlatılar modern romanlar için de ilham vericiydi. Nitekim dünya edebiyatının pek çok büyük yazarı bu ilhamla yazdılar romanlarını; Swift’in “Gulliver”i, Mary Shelley’in “Frenkeinstein”ı, E.A.Poe'nun hikâyeleri sonraki kuşaklar için çığır açıcıydı.
Türün büyük ustası; Ursula K. L. Guin
Fantastik edebiyat genel başlığı altında sıralayabileceğimiz pek çok alt tür bulunuyor. Fantastik kurgu da bunlardan biri ve belki de en yenisi. Sinema, roman, çizgi kitap ve bilgisayar oyunlarıyla 20.yüzyılın sonlarında yükselişe geçen fantastik kurguların ilk ayırt edici özelliği zaman ve mekândan kopuştur. Bambaşka bir evrenin başlangıç koordinatları bilinmeyen bir zamanına gönderilir okuyucu. Yazar verili dünyadan olabildiğince uzaklaşır; gerçek dünyaya fantastik öğeler katmak yerine, tamamen hayal gücüne dayanan bir dünyaya göç eder. Aklınıza gelebilecek her şeyiyle; mitolojisi, coğrafyası, tarihi, ırkları ile her detayıyla yazara ait yeni bir dünyadır bu. İçinde yaşadığımız gerçeklikle kurulan yegâne bağ dil aracılığıyladır. Ancak türün ustaları burada bile kendi terminolojilerini, kendi kelimelerini, dillerini kurmaya, dilin taşıdığı önsel anlamlardan, hatıralardan, ideolojik yüklemelerden olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Yeni bir dünya tasarlarken içinde yaşadığımız dünyadan büsbütün kopmak elbette mümkün olmaz. Bu dünyanın değerleri başka dünyalarda yeniden tesis edilirken murad edilen insanlık adına genel doğruları bulup çıkartmaktır. Mesela türün nerdeyse “gerek ve yeter şartı” kabul edilen özelliklerinden kahramanlık, dostluk, fedakârlık, iyi-kötü çatışması gibi temalar, duygu ve düşünce sahibi evrensel bir canlı tasarımının yansıması olarak düşünülmeli.
Türün kaliteli örneklerine bakarak yaptığımız bu değerlendirme fantastik kurgu içinde mütalaa edilebilecek bütün romanları kapsamıyor. Çok renkli kapaklarında ellerinde kılıç, kalkan ve mızraklarıyla şövalyeler, tanımlanması güç yaratıklar, devler, cüceler, kaleler, savaş tasvirleri çizilmiş, birbirinden ayırt edilemeyen pek çok fantastik kurgu edebiyatı ürünü satılıyor kitapçılarda. Ama fantastik öğeler barındıran her roman fantastik kurgu sayılamayacağı gibi, fantastik kurgu türündeki her romanda aynı tadı ve derinliği vermez. Derinliğin çıtasını çeken yazarsa hiç kuşkusuz Ursula K. L. Guin’dir.
Guin gibi yazarları türlerle, kategorilerle değerlendirmek doğru olmaz. İyi yazar kendi türünü, kendi kurmaca dünyasıyla birlikte yaratandır. Tür dediğimiz o yazarın kalıpları taklit edildikçe son halini alır. Guin’se fantastik türe bağlanmışlıkla yazmıyor. Başka dünyalara, başka varlıklara, başka yaşam formlarına dair hikâyeler üretiyorsa eğer, bu başka bir dünyanın mümkün olabileceği inancından. İster karanlık olsun tasarımları (distopyalar), ister iyimser (ütopyalar), Ursula K. L. Guin'in derdi şimdiki zamanla, verili olan dünyayla, bu dünyanın gidişatıyla. Yarattığı yepyeni dünyalarla yaş, cinsiyet, dil, din, ırk engellerini kolaylıkla aşmakla kalmıyor romanlarında, ortaya koyduğu anarşist ütopyalar aracılığıyla kapitalizmin cehennem çevirdiği bu dünyanın saçmalığını da koyuyor ortaya.
Son olarak bu türün Türkçe edebiyata yansımasına değinmek istiyorum. Türkiye’deki tanınırlığına biraz da ''Yüzüklerin Efendisi'' sayesinde kavuşan, belli bir kuşağın roman kültürüne neredeyse hiç sızmamış fantastik edebiyat örnekleri yakın zamana kadar yalnızca çeviri ürünlerle katılmışlardı zihin dünyamıza. Son birkaç yıldır bu akımdan etkilenen, belki de çocukluğunu Conan dergileri ile geçirmiş genç bir kuşağın gelişimini izliyoruz. Ve son yıllarda Türkçe yazılan roman sayısındaki artış ve roman türlerindeki çeşitlenme, özellikle de romanımızda çok az rastlanılan korku, bilim kurgu ve fantastik türlere de yansıyor. Ancak -yazar, yayımcı ve çevirmenleriyle- gençlerin hayat verdikleri bu türlerde bir gelişme kaydedilmişse bile Murathan Mungan’ın "Şairin Romanı" dışında ses getiren bir roman örneği sayamıyoruz. Fantastik ya da gerçekçi, Türkçe edebiyatın hakikatle bağı bir türlü kurulamıyor.