Ömer F. Oyal, “Niçin önüme geleni öldüremem?”, Duvar, Sayı 8, Mayıs-Haziran 2013
Türümüze dair umudu diri tutmaya çalışırız. Görmemeye çalışırız. Bazılarıysa doğrudan insana dair umutların kökenine yönelip, “düşünceden önce gelenler”i dolaşıma sokarlar. Yani kendimize yakıştıramadıklarımızı, yani korktuklarımızı, yani reddettiklerimizi yani hayatın hakiki yüzünü. Kendi kendimize bile fısıldamaktan çekindiklerimizi, kazara fısıldadıysak da utandıklarımızı karşımızda buluverdiğimizde içimizde tatsız bir duygu uyanıverir. Artık “dolaysız hakikat”ler dünyasındayızdır. Nahoş hakikatlere tercüman olan kitaplar rahatsız edicidirler. Akla hemen Schopenhauer’in, Cioran’ın ya da Céline’nin kitapları geliyor. Céline’in gerçekliği kan ve çamur banyosunda vücut bulur, oysa eğitimli İngilizler ve İspanyolların söz konusu olduğu Javier Marías’ın Yarınki Yüzün’ünün üstünün başının tertemiz, ayakkabılarının da pırıl pırıl olduğunu söyleyebiliriz. Öfkeden uzak ve soğukkanlı bir rahatsızlık duygusuna kapılırız. Céline başka bir çağın insanıydı, şiddetle karşılaşmanın çıplak ve dolaysız gerçekleştiği bir çağın. Oysa şimdi şiddet de tıpkı hakikat gibi epey dolaylı yollardan gerçekleşiyor. Bu türden kitaplarla karşılaşmaktan doğan ürküntü geçicidir. İnsan, kendini ikna edebilme yetisine sahip olduğu gibi hangi gerçeklerle bir arada yaşayacağına da karar verebilir çünkü.
Uygarlığın dışında. – “Dolaysız hakikat” dolayımlanmamış, düşüncelerle, tercihlerle perdelenmemiş gerçekliktir. Çiğ gerçeklik. Yorumsuz olagelen yani. Ama olagelenin yorumsuz ele alınması hiç de kolay değil. Yorumsuz yaşamayı sürdürebilir miyiz? Yani insanlığı insanlık yapan tüm mutlakların, düşüncelerin, ahlakların gerisindeki buz çölünde varolabilir miyiz? Bu yüzden korkarız. “Bu yüzden de yalnızca düşünülen fikirden değil, düşünceden önce gelen, ondan daha eski olan şeyden de korkmayı öğrendim” deriz.
Kimi dobra düşünürlerden alıntılar bulmak mümkün biz Clément Rosset’in düşüncelerine başvuralım ((Zalimlik İlkesi, çev: Kübra Gürkan, Pinhan, Aralık 2012). “Hakikate saygı duymak ya da devamlı bir şekilde hakikati tersinden algılamak koşuluyla olağan biçimde yaşayabiliriz ancak; diğerleri arasında, eski Sisyphos efsanesince resmedilmiş yorucu görev. Felsefi girişimlerin başlıca amacı, insana hakikati ifşa etmek değil, tam tersine hakikati unutturmaktır.” Yani hakikatin zalimliğini. “Çünkü muzdarip olduğumuz her tür kötülüğün nihai nedeni olan şey gerçeğin ta kendisidir.” Ve böylece “...hoşa gitmeyecek bir hal aldığı andan itibaren hakikatin ne olduğunu birine tanıtmak, ahlakdışı ve şok edicidir, hakikat ancak ve ancak, ötesinde bir yasaklamayla karşı karşıya kaldığı belli bir zalimlik derecesine rekabeten kabul edilebilirdir.” Böylelikle bu tür çıplak gerçeklik anlayışının tüm değerlerin dışında bir yerde durduğu açıklık kazanır. Yani bu durumda hakikat ahlakdışı bir hal alıverir. Yarınki Yüzün’de de Marías açıkçası bu karanlık alanda geziniyor ve burada burjuva ahlakı eleştirisinden çok daha köktenci ya da “insanlıkdışı” bir uyarı söz konusu.
Fragmanlar. – İnsanlık hakikatten bir şeyler umanlar ve ummayanlar diye ikiye ayrılabilir mi? Eğer bu mümkünse Yarınki Yüzün’ün tartısında ummayanların bakış açısı ağır basıyor diyebiliriz. Bir anlamda insana dair kötücül ve dolaysız gerçekliklerin beyancılarıyla (belki bunlara hakikatperestler diyebiliriz), iyimser olmaya, insandan vazgeçmemeye çalışanlar arasındaki üç ciltlik bir diyalog bu kitap. Bir tartışma kitabı, bir fragmanlar kitabı. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse hakikatperestlerin sesi çok daha fazla çıkıyor. İki taraf var; emekli istihbaratçı Wheeler ve muvazzaf istihbaratçı Tupra’nın tarafı, onun karşısında da anlatıcı Deza ve babasının tarafı. İki emekli ve iki muvazzaf. Roman, eşinin ayrılma isteği üzerine Madrid’deki evinden ve çocuklarından uzaklaşıp Londra’da yaşayan, üniversitede öğretim üyeliği yapan bir İspanyol’un İngiliz İstihbarat servisine bağlı bir alt birimde çalışmasını hikâye ediyor. İnsanların konuşma ve tavırlarından yarın neler yapabileceklerini kestirmeye çalışan bir birim bu. Söz konusu bildiğimiz anlamıyla casusluk değil insan sarraflığı. Mesleğin gediklileri elbette hakikatperest konumu savunmaktalar. Wheeler’in ifadesiyle, “İnsanlar ihtimallerini damarlarında taşırlar; bu ihtimalleri gerçekleştirmeleri sadece zaman, dürtü ve koşullara bağlıdır.” Anlatıcının babasıyla diyaloglarından da İspanyol Devrimi ve Franko terörü dönemlerine kadar gidiyoruz. Anlatının odağında da insanın ihtimallerine ilişkin aynı atıfta bulunuluyor: “Senin yarınki yüzünü, göstermediğin yüzünün ya da taktığın maskenin ardında var olan ya da biçimlenen ve ancak benim beklemediğim anda göstereceğin yüzünü bugün nasıl tanımam?” Ama her halukârda söz konusu olan insanın ve gerçeğin doğası. Muhafazakârlık iyiliğin geleneksel değerlerle mümkün oluşunda diretir. Sanki geçmiş duru bir suymuşçasına ve bozulmayla malul değilmişçesine. Halbuki bir hakikatperest için geçmiş de bugünün aynısıdır. Ne geçmişte yüceltilecek bir yan var, ne de bugünde.
Olağanüstü hal. – İnsanın kendisine dair bilgisi neleri içerebilir? Ya da nereye kadardır? “Çayı tek şekerli içerim, renklerden kahverengiyi, tatlılardan baklavayı, müziklerden sanat müziğini severim” değil elbet. Kişinin kendine dair bilgisi kriz anlarının bilgisidir ve böyle bir bilgi de muhtemelen oldukça belirsizdir. “Düşünceden önce gelen, ondan daha eski olan şey”e dair bilgimiz yoktur ve bundan korkarız. En bıçak sırtı anda peydahlanacak olan yaşama güdüsünden, ne pahasına olursa olsun hayatta kalabilme çabasından, değerlerin anlamsızlaştığı anlardan. Kendimize dair inançlarımız, kişiliğimize dair yargılarımız ve hatta ilkelerimiz böyle bir zeminde fırtınaya, savrulmaya açıktır. Meğer ki bir fırsat çıksın. Ama aslında tüm bunlar görülebilir. Başkalarında görebiliriz en azından. Ama görmemeyi tercih ederiz, gözümüzü yumarız ve gördüklerimizin yerine dileklerimiz geçer. Göstergeleri ısrarla yok sayarız, kendimize ve başkalarına dair göstergeleri. Kişi ısrarla “göstergeleri yok sayar, onca işareti yorumlamayı reddeder”, en gözle görülür şeyler bile reddedilebilir, inkâr edilebilir, bizi bekleyeni de görmek istemeyiz. Hatta belki ilkelerimizin hangi aşamada aşınmaya uğrayacağını, nerede onları görmezden gelip “esneteceğimizi” de biliriz. İlk canalıcı soru da buna dair zaten: “Sorabilir miyim, siz hangi ölçüde prensipleri bir yana bırakabilirsiniz? Demek istediğim, genelde hangi ölçüde bir yana bırakırsınız? Hangi ölçüde vazgeçersiniz, teoriden yani? Bunu zaman zaman hepimiz yaparız, aksi takdirde yaşayamazdık; işimize geldiği için olabilir, korkudan olabilir, ya da mecburiyetten. Fedakârlık gereği, cömertlikten. Aşktan, nefretten. Siz genelde hangi ölçüde bir yana bırakırsınız?” Romanın kahramanının cevabı “duruma bağlı”dır. Ama zaten hemen hepimiz için duruma bağlıdır. Ve bu yüzden de duruma ve koşula bağlı olmaksızın ilkelerini savunanlar iyice esrarengiz hatta anlaşılmaz varlıklar haline gelirler. Hatta ilkelerin diğer savunucuları tarafından bile. Tupra’nın dediği gibi bunlar zaten yaşayamazlar ve acı son ilke muhafızlarını önünde sonunda beklemektedir. Diğerleri, “duruma bağlı” düşünenlerse yaşayacaklardır.
Cangıl. – Böylece her şeyin çok çok öncesine döneriz. Canlının sadece kendisi için var olduğu kökensel duruma. Yaşayamama durumuna. “Başkalarını düşünmekten vazgeçmeyi öğütleyen bu deyimin [kaçan kurtulur] bir anda tekrar geçerlilik kazandırmaya çalıştığı orman kanununu hepimiz doğal olarak benimseriz, hayatımızın yarıdan fazlasını onu askıya alarak ya da bastırarak yaşadığımız halde, bir saniye bile tereddüt etmeden ona döneriz. Aslında orman kanununa her an, her koşulda uymamak ve boyun eğmemek için sürekli nefsimizi köreltir, çile çekeriz; buna rağmen kabullendiğimizden daha çok uygularız onu, ama belli etmemeye çalışır, uygarlık görüntüsünün ardına gizler ya da başka saygılı yasalarla kurallar kisvesi altında, daha yavaş daha dolambaçlı, dolaylı yoldan uygularız; her şey zahmetli olur, ama özünde bizi yöneten, bize emir veren bu kanundur.” Tabii ki burada artık dayanışmanın, yardımlaşmanın yeri yoktur ve aslında insanların bizden talepleri de bir yükten ibarettir. Bu çerçevede terbiyeli olmak da kibarlık da kişiyi mahvedecektir. “Kibarlık yüzünden hayatım elden gitti.” Hassasiyet de kişiyi öldürür. O da bir tür zehirdir. İnsanlara ve olaylara karşı hassasiyet. Belki bu da terbiyenin komşusu olan bir kavramdır. Tıpkı acı bağımlısı kılınmak gibi hassasiyet bağımlısı da kılınırız ve bu bizi çürütür, savunmasız kılar. Halbuki ihtimam göstermekte hassasiyetten başka bir şeyler var. Mesafe var bir kere. İhtimam gösteririz ama olayın içinde erimeyiz. Anlatıcı-Deza elbette orman kanunundan yana değil. O daha ziyade hakikatperestliğe ikna olmama çabasında. Belki yazar için de aynı şey söylenebilir. İnsana öyle geliyor ki, Marías kitap boyunca tartıştığı “dolaysız hakikat” argümanlarını öylece cevapsız bırakarak belirsiz konumda kalmayı tercih ediyor. Zira belki de yazar gerçekte insani yaklaşımın tüm bu iddalara karşılık verebilecek gücü olmadığını düşünüyordur. En azından argüman bazında gücü olmadığını. Zaten sonuç karşı düşüncelerle değil basit bir tavır alışla gelir her zaman.
Dehşet. – Hakikatperest tüm insanlığı körlükle itham eder. Görmeme çabasıyla suçlar. Hatta görme cesaretsizliğiyle. Bilmek istememeyle. Halbuki her türden sonun işaretleri daha başından göz önündedir, işin nereye varacağı başından bellidir. Üstelik “...genelde olayların nasıl sonuçlandığını, nasıl geliştiğini, bizi neyin beklediğini, nereye doğru yöneldiğini, sonunun ne olacağını biliriz; her şey karşımızdadır, aslında dürüst anlatılarda olduğu kadar ilişkilerde de her şeyi daha en başından görmek mümkündür, bakmaya cesaret etmek yeter; tek bir an, gelecek yılların, neredeyse bütün hikâyemizin tohumunu içinde barındırır, yüklü ya da vahim tek bir an; istediğimiz takdirde onu görür, genel hatlarıyla izleyebiliriz...” Böylesine bir açıklıkla olacakları görmek dehşet uyandırıcıdır. O yüzden kimse görmek istemez. Hüküm vermek hatta önyargılı davranmak bile kamusal suç addedilir bu yüzden. Eğer “vahim tek bir an”da ihtimaller önümüzde açılıyorsa önyargı bile o denli suç sayılmaz. Aslında belki onu sezgi olarak bile görebiliriz. Ama tabii bu dillendirilmez, yargılar dillendirilmez ama bilinir. Kimse böyle şeyleri üstüne almaz zaten. Dillendirmez de. Çünkü dillendirmek kamusalın dışına itilme tehlikesini taşır. Hatta kendi kendimize dillendirdiğimizde bile. O zaman da içimizdeki “kamusal” devreye girer ve korkarız. Dışarıda kalmanın dehşetiyle susarız. Kendimize susarız.
Sanrı. – Rosset’e göre “gerçeklik yoğun biçimde acı verici olarak hissedilmeye başlandığı andan itibaren işin rengi değişir; gerçeklik etkilediği kişinin hoşgörüsüzlüğü ile karşı karşıya bırakılır, halbuki gerçeklik, gerçekliğin kendisini anlamaktan aciz kişide basit ve geçici bir şaşkınlık halinden başka bir şey değildir.” Yani hakikat yalnızca korkunç değildir aynı zamanda gerçekliktir de. Ama neyse ki sanrılarımız var. Yalnız olmaktan korkarız ve hep kollanıp gözlendiğimiz duygusuyla yaşamak isteriz. Her anımız, her düşüncemiz neredeyse doğaüstü güçlerce izlenmektedir ve bu avuntu insana iyi gelir. Evren, tanrı, kader ya da hatta üstben. İnsan tüm düşüncelerinin bir yerlerde kaydedildiği ve sonsuza kadar saklanacağına bile inanabilir. Ama zaten insan her şeye inanabilir. Zaten o nedenle “her şeye inanılan bir zaman” vardır. Tersine olan şeylerin olmadığına, gerçekleşmediğine de inanabiliriz. “Böyle bir şey olmuyor”, “olmadı” diyebiliriz. Yani gerçekleşenlerin bile güvencesi yoktur. Böylece olanlar olmuyordur veya olanlar sürekli birilerinin refakatinde gerçekleşiyordur. Hem seyredilmeden, yargılanmadan, ilgilenilmeden yaşamayı kabullenmek kolay değildir. İhmal edilmek, hiçe sayılmak dayanılmazdır. Yargılanmak, hüküm giymek bile bundan iyidir. Vicdanın rahatlatılması da avuntular alanına aittir ve “kendi vicdanına kendini bağışlatmak çoğunlukla zor değildir.” Olmuş olanın olmadığına kendimizi ikna etmek de kolaydır ve herkes kendi hayat hikâyesini usturuplu biçimde yeniden ve yeniden düzenleyebilir. Böylece kimsenin vicdanı güvenilir bir merci değildir. Geçmişin tahrifatı sonsuz imkânlar içerir ve bu arenada gerçekten de olanlarda ısrar yani dürüst kalma çabası kişiyi yok eder. Gerçi böylesi dürüstlükler de başlı başına esrarengiz tutumlar olarak algılanmalılar. Hatta geçmişte acı çekenlerden dilenen özür bile gerçekte yalandır. Artık vicdanın düpedüz güvenilmezliği aşamasına ulaşırız. Ne başkalarınınkine, ne de kendimizinkine.
Hazırlık. – Çağ bozulmuşsa acıya hazırlık manasında da bozulmuştur. Sertliğe ve şiddete hazırlık anlamında da. Korku ve şiddet uzakta ve belirsizdir. Özellikle de Batı’da. Hakikatpereste göre Batı dışındaki dünya dolaysız gerçekliğe daha yatkın yaşamakta, korku ve şiddetle hakiki manada yüzleşmek durumunda kalmaktadır ve galiba bu da “sağlıklı” bir şeydir. Batı ise hazırlıksızdır ve insanlar korkuya karşı çıplak kılınmaktadır. Çocuklar daha da hazırlıksızdır. Eskiden “her çocuğun bir gün gelip yetişkin olacağı hiç unutulmazdı. Şimdi daha ziyade yetişkinler yaşlanıncaya kadar çocukmuş gibi yapılıyor, üstelik de ahmak ve ödlek birer çocukmuş gibi.” Öte yandan acıya, korkuya, şiddete hazırlıksızlık acıyı, kişilikte demlenen bir zehirmişçesine akışkanlaştırır. Acı gereksiz biçimde yayılır ve insanı felç eder. Hatta “...eğitim her geri zekâlıya her salaklığı trajediye dönüştürsün diye” verilir ve “İnsanlar gerçek bir neden olmadan acı çeksin diye eğitilir... Ruhlar sürekli pamuklarla sarmalanır.” Böylece ruhlara gösterilen hastalıklı ihtimam dünyayı travma cennetine dönüştürür. Tupra’nın, Wheeler’in karşısındaki safta yer alan Deza’nın babası bile eğitimin korku eğitimi olduğunu düşünür: “...çocukları sersemletici bir mutluluk ve sahte bir huzur balonu içine hapsetme eğilimi var; onları endişe verebilecek şeylerden bile uzak tutmaya, korkuyla tanışmalarını, hatta korkunun varlığından haberdar olmalarını engellemeye çalışıyor anna babalar (...) Çocukları koruyan şey, başkasının korkusunu algılamak, onu kendi temeldeki güvenli konumundan sükunetle kavramaktır; korkuyu başkaları özellikle de kurgu kişileri aracılığıya, dolaylı olarak yaşamaktır (...) bir şeyi hayal etmek ona direnmeye başlamak anlamına gelir.” Bu yolda kamusal acıya ortak olmak bile çağın işareti, çağın zayıflığı oluverir. Her türden toplumsal duyarlık, duygudaşlık konu dışıdır: “Sen çağının adamısın Jack, çağına fazlasıyla aitsin, bu da insanın olabileceği en kötü şeydir, çünkü herkesin ıstırabı senin için de ıstırapsa işin zordur (...) Fikir birliğine açıklık yoktur, nefes alınamaz, havasızdır, en çok paylaşılan ortak alanda bile.”
Sükut. – İnsanlığın boşboğazlığına çokça değinilmiştir. Konuşmak ve anlatmak ardımızda silinmeyen izler bırakmak demektir ve insan durmaksızın konuşur. Kendini, duygularını ifade etmekten, yaşamını aktarmaya çabalamakan geri duramaz. Anlatmasak bile bu bir tutum olarak kendi kendine bir şeyler anlatır. Bundan kurtulamayız. “Hiçbir şey söylememek bir şey söylemek demektir ve söylenene inanılacak bir zaman mutlaka vardır.” Yani anlatıp durduklarımızın, hatta sustuklarımızın istikbali üzerinde hiçbir denetimimiz yoktur. Yalanlar bile anlatılan kimi doğrular kullanılarak imal edilirler. Muhtemelen bu yüzden korkuya karşı, şiddete karşı hazırlıklı olmak gerektiği gibi aynı zamanda da çenemizi tutmamız gerekir. Sükut kişinin kendini korumasının bileşenlerinden birisidir bu anlamda ve aşağıdaki tavsiye kitap boyunca bizi bıkıp usanmadan izler: “Sus, sus, hiçbir şey söyleme, kendini kurtarmak için de olsa. (...) Sus ki, kurtulasın.” Dolaysız gerçeklik, insanın tabiatından o derece emindir ki ağızdan çıkan her sözcüğün bir sakız gibi üzerimize yapışıp bizi izleyeceğini durmaksızın tekrarlar. Kendine dair bir şey anlatmamak hakikatperestin amentüsüdür yani. Öyle ki, ütopya bile açıklama gerektirmeyişiyle ütopyadır: “bir gün gelecek pürüzler giderilmiş olacak ve o zaman hayat gerçekten anlatılamaz olacak...” Ne anlatma, ne dinlemek zorunda kalma; biteviye bir sükunet.
Şiddet. – Orman kanununun geleceği yer önünde sonunda şiddettin geçerliliğidir. Şiddetin güncelliği zaman içinde belirsizleşmiştir. Burada bile bir tür nostalji sezer gibi oluruz. Geçmişte şiddet kaçınılmazdı buna karşın günümüzde savaşlar zihinden ve hayattan uzaklaştırılıp sanallaştırılmaktadır. Yine en azından Batıda. Oysa orman bir yaşam savaşımı olarak şiddetin meşrulaşması anlamına gelir. Hakikatperest de bu meşruluk üzerinden konuşur zaten. Hatta suç kavramı bile giderek esnemeye başlar. Hakikatperest açısından suçun giderek genişlemesi ve durmaksızın yeni suçlar üretilmesi, “icad edilmesi” bile saflıktan uzaklaşmaktır. Devletin temeli “kimsenin asla temiz olmamasına” dayanmaktadır. Üstelik şiddet kurbanlarıyla şiddeti uygulayanlar arasındaki farklılık da zaman içinde belirsizleşir. Bu durumda kitap boyunca bizi izleyen tiradı hatırlayıveririz: “Onca şüphe, onca işkence, onca acı niyeydi?” Şiddetin olağanlaştırılması, daha doğrusu doğallaştırılması sonucunda onun yarattığı korkuyla birlikte yaşama da gündeme gelecektir. Yukarıda korku eğitiminden söz ettik zaten ama hakikatpereste bu yetmez. Korkudan yararlanmak ve ona güzelleme yapmak da gerekir: “Korku dünyanın en büyük kuvvetidir, yeter ki insan ona uyum sağlasın, onun içine yerleşsin, onunla barışık yaşasın, enerjisini onu kovma mücadelesine harcamasın.” Romanın kahramanı Deza korku uyandırdığını fark ettiğinde, bunun “nahoş ve kabullenilemez bir duygu” olduğunu söyler ama öte yandan bundan hoşlanır gibi olduğunu da itiraf etmekten geri kalmaz. Bu herhalde “düşünceden bile önce gelen” alana ait bir duygudur. Bunun üzerine yazar Deza’ya bir de şiddeti bizzat uygulayabilme imkânı sunar. İnsanın, en tereddütlü, şiddetten en midesi bulanan kişinin bile, kendini o konumda görmeyen birinin bile şiddet uygulayabileceği, bunun bilgisine doğal biçimde sahip olduğu vurgulanmaktadır. Yani kimsenin kendisinden emin olmaması mı gerekmektedir? Zaten “alışık olmasak da [şiddet uygulamayı] hepimiz daima biliriz” denir. Ama hakikatperestin ikinci can alıcı sorusu da zaten bu konudadır: “Niçin önüme geleni tartaklayamam, önüme geleni öldüremem?” Artık tüm cevapların naif ve çocukça kaçacağı duygusuyla irkiliriz. Deza da irkilir. Ahlak, insanlık, din, “komşunu sev”, yasa, hukuk, bunların hiçbirinin geçerli bir cevap oluşturmayacağını düşünür. Açıkçası okuyucu da Deza’dan farklı durumda değildir. Nihayet üçüncü ciltte Deza bir cevap verebilir. Olayların akışı Deza’nın cevabının ikna edici bulunup bulunmadığını okumamıza el vermez ama yazarın tercihi olan bu belirsizlik aynı zamanda bizzat kendisinin de içinde bulunduğu gölgeli alana ait muhtemelen. Yazar cevabın ikna edici olup olmadığını okuyucunun kendisinin tartışmasını istiyor. Aslında Marías kitapta tartıştığı hemen her şeyi okuyucunun kucağında bırakıyor. Hakikat tamamlanmaz, tartışma sonuçlanıp kapanmaz.
Dolaylı hakikat. – Deza kitap biterken hakikatperestlerin dünyasından, insanların dünyasına döner. Olağan akışa. Seçimi bizi rahatlatır. İlkeler, ahlak, insanlık ve vicdan dünyası bildiğimiz bir dünyadır ne olsa. Ama açıkçası zehir kalır. Zehir hakikat dünyasına ait yaralardır. Tortu olarak işler ve insanı rahatsız eder. İnsanın yaşamak için, insani bir yaşam için gerçekten de aldanışlara ve örtülere ihtiyaç duyduğunu duyumsarız belki. O hakikatlerle yaşayamayız. Ya da onlarla yaşamak başka türlü bir yaşamaktır. Tüm tersine işaretlere rağmen umudun kanıtlara ihtiyacı yoktur diye düşünürüz. Belki yazar da böyle düşünmektedir. Belki yazar da babası gibi düşünmekte, vicdanıyla güreşen insanların, kendiyle cebelleşenlerin çağdışı kaldığını düşünmektedir. Buna rağmen bir seçim yapar. Hepsi bu. Kanıtsız ve belli belirsiz. Kötülüğün sanıldığı kadar derin olmadığını, nefret uyandırana duyulan marazi hayranlığa değmediğini ve hatta kötülük denilenin sanılandan basit olduğunu düşünürüz. Asıl esrarengiz olan böylesi bir dünyadaki iyiniyettir. Hakikatperestin budalaca bulduğu ve belki de haklı olarak imha olmaya mahkum gördüğü iyiniyet. Marías bizi bu noktada bırakıyor. Zehir ve iyiniyet ikileminde bırakıyor. Muhtemelen kendisinin de karar vermeye yanaşmadığı ikilemde. Zamanın bir sis gibi tüm seçimleri örteceğine, anlamsız kılacağına dair tatsız hakikatin eşiğinde durup düşünüyoruz: “İzin ver hiçliğe dönüşsün, bırak olmuş olan olmamış olsun. Buna dönüşeceğim, olmamış olmama izin verilecek. Yani zaman olacağım, asla görülmemiş olan ve kimsenin asla göremeyeceği zaman.”