Oliver Sacks'ın Önsözü, s. 13-17
Beyin ve İç Dünya, Mark Solms’un asıl yazar olduğu dördüncü kitap. Oliver Turnbull'la birlikte yazılan Beyin ve İç Dünya, Solms'un daha önceki kitaplarının tamamlayıcısı. Burada diğerlerinde –özellikle Neuropsychology of Dreams (Düşlerin Nöropsikolojisi) ve Clinical Studies in Neuro-Psychoanalysis'te (Nöropsikanalizde Klinik Çalışmalar)– ortaya atılan düşünceler genişletilip netleştiriliyor. Dr. Solms en az on beş yıldır bu kitaptaki başlıca fikirler üzerinde çalışıyor, çünkü bana ilk kez yazdığında 1987 başlarıydı; eklediği çok ilginç bir makalede "psikanaliz ile nöropsikoloji arasındaki ilişkiyi inceleme ... [ve] psikanalizin sağlam nörolojik ilkelere dayandığını gösterme" niyetinden söz ediyordu – ancak gıpta edebileceğim büyük idealler.
Solms çalışmalarının tümünde, Freud'un psikanalize yönelik nörolojik açıklamaları terk etmiş gibi göründüğü, 1890'lardaki o çoğu kez yanlış anlaşılan "geçiş ânı"nı açıklığa kavuşturdu (Solms'un Michael Saling'le birlikte yayımladığı ilk kitabının adı A Moment of Transition [Bir Geçiş Ânı] idi). Ona göre bunun nedeni, o sıralarda nörolojik (ve fizyolojik) anlayışın çok yetersiz olmasıydı, yoksa ilkece nörolojik açıklamalara karşı durmak gibi bir amaç yoktu. Freud (her ne kadar kendisi hayatı boyunca yayımlanmadan kalmış olan 1895 tarihli "Tasarı"sında bu yönde son bir girişimde bulunduysa da) psikanaliz ile nörolojiyi bir araya getirme çabası için henüz erken olduğunu biliyordu.
Nörolojinin kendisinin de frenolojinin bir tür ardılı olan ve değişmez "işlevler" ve "merkezler" açısından düşünen mekanik bir bilim olmaktan çıkıp, çok daha incelikli klinik yaklaşımlar ve daha derin anlayışlar aracılığıyla, nörolojik sorunları genellikle beynin her yanına dağılmış ve sürekli birbirleriyle etkileşim halinde olan işlevsel sistemler açısından ve daha dinamik bir şekilde çözümlemeye doğru evrilmesi gerekti. Sovyetler Birliği'nden A. R. Luria, böyle bir yaklaşımın öncülüğünü yapmıştı. Fakat –ileride verilen adıyla– nöropsikoloji, ancak İkinci Dünya Savaşı sırasında gelişmeye başladı, bu yüzden ne yazık ki Freud bunu asla göremedi ve Luria'nın klinik nörolojiyi nasıl tamamen yeni bir düzeye, belki de psikanalizinkini tamamlayacak olan bir düzeye çıkardığını bilemedi.
Aslında, Solms'un işaret ettiği gibi, Luria da gençken psikanalizle yoğun bir şekilde ilgilenmiş ve onu çok derinlemesine incelemişti. Fakat o zamanlar 1930'ların giderek derinleşen hoşgörüsüzlüğüyle birlikte Sovyetler Birliği'nde Freud'un adı bile lanetlenmişti ve Luria'nın bu konuda devam etmesi akılsızca, hatta intihar gibi bir şey olurdu. Ve Luria'nın 1947'de yayımlanan ilk büyük kitabı "Travmatik Afazi", Freud'un elli yıldan uzun bir süre önce yazılmış Zur Auffassung der Aphasien (Afazileri Kavramsallaştırmak) adlı kitabına –kabul edilmese de– çok şey borçluydu.
Hem sinirbilim hem de psikanaliz eğitimi görmüş olan Solms gibi birinin, ikisinden de daha zengin bir bilime (Solms'un kimi zaman "nöropsikanaliz" kimi zaman "derinlik nöropsikolojisi" adını verdiği bir bilime) ulaşmak için Freud ile Luria'yı bir araya getirmeyi, nöropsikoloji ile psikanalizin içgörülerini ve yaklaşımlarını birleştirmeyi hayal edebilmesi için onlarca yıl geçmesi kaçınılmazdı belki de.
Çünkü klasik nöropsikoloji, nesnel ve test-yönelimli yaklaşımından ötürü bir anlamda sadece zihnin yüzeyiyle –algı, bellek, öğrenme, dil, düşünce, duygu, bilinç, kişilik, kimliğin yüzeydeki niteliği gibi meselelerle– ilgilenir. Nöropsikolojik sorunları olan hastalarda da en az diğer insanlardaki kadar etkin olan daha derin belirleyicilerin değerlendirilmesi, doktor ile hasta arasında içten bir ilişki kurulmasını, aktarımı, dirençlerin incelenmesini, söylenmiş ve söylenmemiş, gösterilmiş ya da gizlenmiş olan her şeye sabırlı bir dikkati, zihnin en üst düzeyde kendiliğindenliğine izin veren serbest çağrışımın kullanılmasını gerektirir.
O halde, Solms'un ikili bir yaklaşımı vardır: beyin hasarı olan hastaların en ayrıntılı nöropsikolojik muayenesini yapmak ve sonra onları bir model psikanalize teslim etmek; böylelikle –umulan o ki– hem nöropsikolojiyi derinleştirmek hem de psikanalizin temellerini sağlamlaştırmak; beynin mekanizmaları ile hastanın iç dünyasını bir araya getirmek.
Klinik temellere dayanan bu yaklaşımların yanı sıra, geçen yirmi yılda olağanüstü beyin görüntüleme biçimleri geliştirildi ve bunlar da beynin işlevsel anatomisinin ve metabolizmasının ayrıntılı bir şekilde incelenmesini; duygu, dikkat, biliş ve bilincin mekanizmalarına deney merkezli sinirbilimsel yaklaşımları mümkün kıldı. Dolayısıyla bir sentezin ortaya çıkma zamanı giderek yaklaşıyor.
Bilimin tüm alanlarında, belki özellikle de organizmanın bireyselliği ile hayatın kendine özgülüklerinin çok önemli olduğu biyolojide iki tür kitabımız olması gerekir: birincisi nöro ya da psikoanalizin gidebilecekleri yere kadar gittikleri klinik çalışmalar ya da vaka çalışmaları; ikincisi kavram ve temaya göre düzenlenmiş kitaplar. Bu yüzden Freud'un vaka geçmişleri ve "Giriş Dersleri" vardır; Luria'nın da vaka geçmişleri ve açıklayıcı kitapları vardır: örneğin son derece teknik bir kitap olan "İnsanda Üst Düzey Kortikal İşlevler" ve nöropsikolojiyle ciddi bir şekilde ilgilenen herkes için anlaşılır olması tasarlanmış "İşleyen Beyin". Solms'un kitaplarında da benzer bir durum söz konusudur: yenilerde (Karen Kaplan-Solms'la birlikte yazılmış olan) o harikulade Clinical Studies in Neuro-Psychoanalysis, şimdi de Oliver Turnbull ile yazılmış ve –önsözde söyledikleri gibi– uzman olmayan okuru amaçlayan bu yeni, tematik, sistemli kitap, Beyin ve İç Dünya.
Psikanalitik ya da metapsikolojik kavramlara kolayca uyar gibi görünen bazı nörolojik ya da nöropsikolojik sendromlar vardır – bir sıkıştırma demirinin beynini delip geçmesiyle Phineas Gage'in yaşadığına benzer büyük alın lobu zedelenmeleri, kimi zaman psikopati ya da sözde-psikopati denen dürtüsel, düşüncesiz, vicdansız bir duruma neden olabilir ve bu tür hastalarda sanki üstben işlevleri –ve diğer bazı işlevler– ortadan kalkmış gibidir. Bazı hipotalamik ve periventriküler zedelenmelerde görülen coşkulu, şiddetli iştah halleri (ya da bu bölgelerde yaygın harabiyet varsa, temel dürtülerin yokluğu), id'in temellerinin büyük bölümünün de merkezi gri maddenin bu ilkel kısımlarında bulunduğunu düşündürür. Beynin sağ yarıküresinde meydana gelen yaygın zedelenmelere eşlik eden neredeyse inanılmaz durumlar vardır; bedenin yarısı ihmal edilebilir, yadsınabilir ya da mantıksızca başka birine atfedilebilir – bu sendromlar da (gerek V. S. Ramachandran gerekse Solms gibi sinirbilimcilere göre) sadece sinirsel bir bağlantı kopukluğu değil, bir tür bastırmayla ilgili olabilir.
Burada "bastırma"nın uygun bir terim olduğuna ikna olmuş değilim, çünkü beden-ben'in (body-ego) katastrofik bir şekilde çözülmesine karşı son derece fantastik ya da sanrısal savunmalar görebiliyoruz. Tourette sendromlu bazı kişiler çağrışım kurma bakımından müthiş bir hız ve beceri sergilerler. Böyle "fantazmagorik" bir Tourette sendromu olan bir hastayı gördüğümde, Freud'un Düşlerin Yorumu'nu ve Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri'ni, en az Luria'nın "Bir Bellekbilimcinin Zihni"* kadar vazgeçilmez bulmuştum.
Nöropsikoloji ile psikanaliz arasındaki bağıntının ne kadar uzağa gidebileceği açık olmamakla birlikte, Solms kısmen benzetmeler ve kuramlar yoluyla, fakat daha da ikna edicisi, çok güzel incelenmiş klinik örnekler aracılığıyla bu sürece parlak ve ilginç bir giriş yapmış gibi görünüyor. Freud'dan bu yana birçok kişi düşlerin yorumunu, psikanalitik yaklaşımı araştırdı, fakat Solms'tan önce kim düşlerin nöropsikolojisini ya da beynin farklı bölgelerinin hasara uğramasıyla imge, tarz ve hatta varlık-yokluk bakımından geçirebilecekleri dönüşümleri inceledi? Luria'dan bu yana birçok kişi konuşma yetisi yitimlerinin nöropsikolojisini, yan lob (paryetal) sendromlarını, sağ beyin yarıküresi sendromlarını, alın lobu sendromlarını vb. inceledi. Fakat Solms'tan önce kim onları psikanalitik açıdan da araştırdı, kim bazı psikanalitik ve metapsikolojik kavramlara da aynı şekilde başvurulması gerektiğini gösterdi? Nöropsikanalitik girişimin canevini oluşturan, Solms'un erişmekte olduğu sentez budur.
Solms klinik çalışmalarında ve şimdi de Oliver Turnbull'la bu yeni kitapta bize salt dağınık, zihnimizde çeşitli fikirler uyandıran örnekler değil, tüm hastalarıyla ilgili ayrıntılı, sistemli ve titizlikle ortaya konulmuş nöropsikanalitik gözlemler sunuyor. Beyin ve İç Dünya'da yazarlar, beynin anatomisini ve fizyolojisini duru bir şekilde sergiledikten sonra, çok kapsamlı güncel sinirbilim çalışmalarını özetliyor, özellikle de Antonio Damasio ve Jaak Pansepp'in öncü sinirbilimsel çalışmalarını vurguluyorlar. Bu öncülerin ikisi de 2000 yılında Solms'un düzenlediği nöropsikanaliz üzerine ilk uluslararası konferansta önemli sunumlar yaptılar. Beyin ve İç Dünya duygulardan güdülenime, belleğe ve fantazilere, düşler ve varsanılara, sözler ve şeylere, sol ve sağ beyin yarıkürelerinin farklı ve tamamlayıcı işlevlerine, analitik "konuşma kürü"nün olası temeline, bilinçdışı ve önbilinçli süreçlerin doğasına, öznelliğin temeline, bilince ve benliğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Nöropsikanalizin kanatlarını açtığı hissediliyor, fakat ayaklarını her zaman –olması gerektiği gibi– sağlam temellere, gösterilebilir ve sınanabilir şeylere dayandırıyor.
Bu ikili yaklaşımın nereye kadar gideceği, hangi yeni bölgeleri içine almaya eğilimli olduğu merak konusu. Yaratıcı beyinde/zihinde neler olup bitiyor? Kierkegaard'ın kategorilerinin –estetiğin, etiğin, komiğin, dinselin– temeli ne? Psikanaliz ve nöroanaliz, ayrı ayrı ya da birlikte, bu temel insani durumlara dair bir anlayış sunacak mı? Bir şey söylemek için çok erken. Fakat Solms ve meslektaşlarının, tüm soruların en eskisine –beden ile zihnin gizemli ilişkisine– yeni bir tarzda yaklaşmak için parlak, kararlı, titiz ve basiretli bir girişimde bulundukları apaçık ortada.