Giriş bölümü, Dil, Kültür ve Düşünce, s. 9-14
Talmud şöyle der: "Dünyevi kullanıma layık dört dil vardır: şarkı için Yunanca, savaş için Latince, ağıt için Süryanice ve gündelik konuşma için İbranice." Farklı dillerin neye uygun olduğu konusunda başka otoriteler de yargılarında daha az kendinden emin değildir. Pek çok Avrupa dilini ustaca kullanabilen, Kutsal Roma imparatoru, İspanya kralı, Avusturya arşidükü V. Charles, "Tanrı'yla İspanyolca, kadınlarla İtalyanca, erkeklerle Fransızca, atı[y]la da Almanca" konuştuğunu açıkça söylemişti.
Bir halkın dilinin onun kültürünü, ruhunu, düşünce tarzlarını yansıttığı söylenir sık sık. Tropik bölgelerin halkları öyle gevşek ve ağırkanlıdır ki, bir sürü sessiz harflerini düşürüp kaybetmelerine hiç şaşmamak gerekir. Portekizcenin yumuşak sesleriyle İspanyolcanın kulak tırmalayan sertliğini karşılaştırmak, bu iki komşu kültür arasındaki temel farkı kavramak için yeterlidir. Kimi dillerin grameri karmaşık fikirleri ifade edemeyecek ölçüde mantıktan yoksundur. Buna karşılık Almanca özellikle düzenli bir dildir ve bu yüzden Almanlar böylesine düzenli bir kafa yapısına sahiptir. Yine bu yüzden Almanca felsefi derinliklerin inceliklerini formüle etmek için böylesine ideal bir araçtır. (Ama zarafetten uzak kaba telaffuzunda kaz adımı seslerini işitmemek mümkün mü?) Kimi dillerde gelecek zaman kipi bile bulunmaz; yani bu dilleri konuşanlar geleceği kavrayamaz. Babilliler Suç ve Ceza'yı anlamakta çok ama çok zorlanırdı, çünkü dilleri bu iki kavramı tek bir kelimeyle karşılıyordu. Fiyortların engebeli girinti çıkıntıları Norveççenin dimdik vurgularında duyulur hale gelir ve Çaykovski'nin kederli ezgilerinde Rusçanın kalın l'lerini işitir gibi olursunuz. Fransızca Latin dil ailesinden gelme bir dil olmanın yanı sıra romansın dilidir. İngilizce kolayca uyarlanabilen, hatta gelişigüzel bir dildir ve İtalyanca – ah o İtalyanca!..
Sofra sohbetleri sık sık böyle nüktelerle süslenir ama bu tür gözlemler yemek odasının samimi havasından çıkarılıp çalışma odasının serin ortamına götürüldüğünde, içi boş anekdotlardan yapılma puf börekleri gibi puf diye çöküverir: İyi ihtimalle eğlenceli ve anlamsız, kötü ihtimalleyse bağnazca ve saçma gözlemlerdir bunlar. Yabancı kulakların çoğu Norveççenin engebeli girinti çıkıntılarıyla İsveççenin uçsuz bucaksız düzlükleri arasındaki farkı ayırt edemez. Çalışkan Protestan Danimarkalılar dondurucu rüzgârların süpürdüğü topraklarına en miskin tropik kabilelerden daha fazla sessiz harf düşürüp yitirmiştir. Almanlar sistematik bir zihne sahipseler eğer, bu, sağı solu hiç belli olmayan anadilleri yüzünden beyinlerinin düzensizlikle başa çıkma yeteneğinin tükenmiş olmasından da kaynaklanıyor olabilir. İngilizce konuşanlar gelecekteki olaylara ilişkin hep şimdiki zamanı kullanarak uzun uzun sohbet edebilir (I'm flying to Vancouver next week – Haftaya Vancouver'a uçuyorum) ve gelecek kavramına ilişkin algılarında görünür hiçbir bozulma olmaz. Hiçbir dil –en "ilkel" kabilelerin dili bile– en karmaşık fikirleri ifade etmek için doğaları gereği yetersiz değildir. Bir dilin felsefe yapmaya uygunluk açısından eksiklikleri, neticede kimi özel soyut kavramlar için kelime hazinesinin ve belki birkaç sözdizimi çatısının yokluğundan ibarettir. Ama bunlar kolayca başka dillerden ödünç alınabilir: Bütün Avrupa dilleri felsefi alet edevatını nasıl Latinceden tırtıkladıysa, Latince ise bütün hepsini nasıl Yunancadan toptan aşırdıysa, öyle… Bir kabile dilini konuşanlar, canları isterse aynı şeyi bugün de yapabilir ve Zulu dilinde ampirizm ve rasyonalizmin karşılaştırmalı değerlendirmesi üzerine akıl yürütmek ya da Batı Grönland dilinde varoluşsal fenomenoloji üzerine atıp tutmak pekâlâ mümkün olabilir.
Milletler ve diller üzerine bu tür laflar sadece içki masasında sarf ediliyor olsa, anlamsız ama zararsız deyip geçmek mümkün olurdu. Ancak durum böyle değil, en seçkin zihinler âlimane incelemelerle çağlar boyunca bu konuyu ele alıp durdu. Birbirinin ardı sıra her milletten bir sürü filozof, bir halkın niteliklerinin konuştuğu dile yansıdığını öne sürdü. On yedinci yüzyılda yaşamış İngiliz düşünürü Francis Bacon, "halkların ve milletlerin düşünce yapısına ve adabına ilişkin hatırı sayılır miktarda ipucunu onların dillerinde yakalamanın" mümkün olduğunu savundu. Onunla aynı görüşte olan Fransız filozofu Etienne de Condillac da bir asır sonra, "Tüm göstergeler bir dilin, o dili konuşan halkın karakterini ifade ettiğini teyit ediyor," diye yazdı. Condillac'ın genç çağdaşı Alman Johann Gottfried Herder de tamamen aynı fikirdeydi: "Her dilde, onu konuşanların anlayış ve karakteri yansır." Çalışkan milletlerin dillerinde, diyordu Herder, "bol miktarda fiil kipi vardır; daha gelişmiş milletlerin dillerindeyse pek çok isim soyut kavramlara dönüşmüştür". Kısacası, "bir milletin düşünce yapısını en iyi yansıtan şey dilinin fizyonomisidir". Amerikalı Ralph Waldo Emerson 1844'te tüm bunları şöyle özetliyordu: "Bir milletin ruhunu büyük ölçüde diline, yüzlerce yıl boyunca her güçlü bireyin birer taş koyarak inşa ettiği bu anıta bakarak çıkarabiliriz."
Bu etkileyici uluslararası mutabakatın tek bir kusuru var: Düşünürler genel ilkeyi ortaya koyduktan sonra, belli bir dilin belli özellikleri üzerine ve bu dilsel özelliklerin belli bir halkın özelliklerine ilişkin ne anlattığı üzerine akıl yürütmeye başlar başlamaz dağılıveriyor. 1889'da Cambridge'deki Trinity College'ın burs sınavlarına hazırlanmakta olan 17 yaşındaki Bertrand Russell, kendisine kompozisyon ödevi konusu olarak verilen Emerson'ın sözlerini şu incilerle yanıtlamıştı: "Bir halkın karakterini, o halkın diliyle en iyi ifade edilen fikirlere bakarak inceleyebiliriz. Örneğin Fransızcada, İngilizce ifadesi neredeyse mümkün olmayan spirituel, l'esprit gibi kelimeler bulunur; buradan hareketle İngilizceye kıyasla Fransızcanın daha 'esprili' ve daha 'spiritüel' olduğu sonucunu çıkarabiliriz ve bu çıkarımımız gözlemle teyit edilebilir."
Öte yandan Cicero bir dilde bir kelimenin olmayışından tam tersi bir sonuç çıkarmıştı. Yunancada her şeye karşılık bir kelime bulunduğu söylenir, ama Cicero MÖ 55'te De oratore (Hatip Üzerine) adlı yapıtında, Latince ineptus (arsız veya münasebetsiz) kelimesinin Yunanca karşılığının olmayışı üzerine uzun uzun kalem oynatmıştı. Russell bu durumu, son derece kusursuz bir adaba sahip, yol yordam bilen Yunanlıların, olmayan bir kusuru tarif edecek bir kelimeye ihtiyaç duymaması olarak yorumlardı herhalde. Cicero ise tam tersine, bu kusurun Yunanlılar arasında son derece yaygın olduğunu, bu yüzden bir kusur olarak farkına bile varmadıklarını düşünüyor, kelimenin yokluğunu bu durumun kanıtı olarak görüyordu.
Romalıların dili de eleştiriden muaf değildi. Cicero'dan on iki yüzyıl sonra, Dante Alighieri De vulgari eloquentia (Günlük Dilde Belagat Üzerine) adlı kitabında İtalya'nın lehçelerini incelemiş ve şöyle demişti: "Romalıların günlük dili, bir dil olmaktan çok berbat bir jargondur … ve bu hiç şaşırtıcı değildir, zira kendileri de İtalyanlar arasında hem hal ve tavırlarının hem de dış görünüşlerinin çirkinliğiyle öne çıkar."
Oysa yalnız romantik ve spirituel olmakla kalmayıp aynı zamanda mantık ve sarahat zirvesi de olan Fransızca söz konusu olduğunda kimse böyle şeyler düşünmeyi hayal bile edemez. İnanmıyorsanız, konunun uzmanlarına, yani bizzat Fransızlara başvuralım. 1894'te Académie française'e (Fransız Akademisi) seçilmesi üzerine bu şanlı kuruluşun üyelerine hitap eden seçkin eleştirmen Ferdinand Brunetière, Fransızcanın "insanoğlu tarafından kullanılan gelmiş geçmiş en mantıklı, en sarih, en şeffaf dil" olduğunu söylemişti. Brunetière bu sonuca uzun bir âlimler dizisinin otoritesine dayanarak varmıştı. Bu âlimler arasında on sekizinci yüzyılda Fransız dilinin benzersiz özelliğinin sarahat ve düzenlilik olduğunu beyan etmiş olan Voltaire de vardı. Voltaire de bu kavrayışı, 1669'da, yani kendisinden bir yüzyıl önce yapılmış şaşırtıcı bir keşfe borçluydu. Fransız gramerciler, on yedinci yüzyılda Fransızcanın neden dünyadaki bütün dillerden daha sarih olduğunu anlamak için büyük bir mesai harcamıştı. İçlerinden birinin sözleriyle, Fransızcanın öyle bir sarahati ve keskinliği vardı ki, bir şey Fransızcaya çevrildiğinde sanki ona gerçek bir yorum katılmış oluyordu – peki ama neden? Louis Laboureur yıllarca çaba harcadıktan sonra, 1669'da sebebin basitlik olduğunu keşfetti. Zorlu gramer araştırmaları sonunda keşfettiği şuydu: Başka dilleri konuşanların tersine, "biz Fransızlar, söylediğimiz her sözde, tamı tamına düşüncelerin sırasını, yani doğal olan sıralamayı takip ediyoruz". Fransızcanın asla muğlak olmamasına hiç şaşırmamalı öyleyse. Daha sonraki dönemlerden bir başka düşünür, Antoine de Rivarol'un dediği gibi, "Sarih olmayan bir ifade İngilizce, İtalyanca, Yunanca ya da Latince olabilir", ama "ce qui n'est pas clair n'est pas français" ("sarih olmayan bir ifade Fransızca değildir" –ç.n.).
Ancak dünyanın bütün entelektüelleri bu analize katılmaz. Aynı derecede seçkin –ve çoğu Fransa dışından– başka düşünürler farklı görüşler öne sürmüştür. Mesela tanınmış Danimarkalı dilbilimci Otto Jespersen, mantık da dahil bir dizi özellik açısından İngilizcenin Fransızcadan üstün olduğuna inanıyordu. Fransızcayla kıyaslandığında İngilizce "yöntemli, canlı, pratik, dengeli bir dildir, incelik ve zarafete fazla önem vermez ama mantıksal tutarlılığa önem verir". Jespersen "Dil nasıl ise millet de öyledir," diye bağlıyordu sözünü.
Dilin o dili konuşanların karakterini nasıl yansıttığı sorusundan daha büyük bir başka soruya, dilin o dili konuşanların düşünme süreçlerini nasıl etkilediği sorusuna geçildiğinde, büyük zihinlerde daha da parlak inciler üretilip etrafa saçılmaya başladı. İlerideki bir bölümde tekrar karşılaşacağımız Benjamin Lee Whorf'un bir kuşak boyunca etkili olmuş görüşü şöyleydi: Dünyayı ("taş" gibi) nesnelere ve ("düşmek" gibi) eylemlere bölme alışkanlığımız gerçekliğin doğru bir yansıması değil, Avrupa dillerinin gramerinin üzerimize yıktığı bir ayrımdır. Whorf'a göre fiil ve nesneyi tek bir kelimede birleştiren Amerika Kızılderililerinin dilleri evrene monistik bir bakış tarzı dayatır, bu yüzden bu dilleri konuşanlar nesneler ile eylemler arasındaki ayrımı anlamaz.
Bir kuşak sonra George Steiner, 1975 tarihli kitabı After Babel'da (Babil'den Sonra), "sözdizimimizdeki ileriye yönelik uzlaşımların", "gelecek olayları ifade edebilme" yeteneğimizin, başka bir deyişle gelecek zaman kipinin varlığının bizi nihilizmden, hatta toplu intihardan koruduğu doğrultusunda akıl yürütüyordu. "Eğer zaman kipleri sistemimiz daha zayıf olsaydı belki de dayanamazdık." (Belli ki kâhince bir ilhamla yazmış, zira her sene gelecek zaman kipinden yoksun düzinelerce dil silinip yok oluyor.)
Daha yakın zamanlarda ise bir filozof, Henry'nin Papa ile bozuşmasının gerçek sebebini gün ışığına çıkararak Tudorların tarihine ilişkin kavrayışımızı altüst etti. Ona göre Anglikan devrimi, tahtı için bir veliaht isteyen kralın çaresizlik içinde uğraşıp didinmesinin sonucu ya da Kilise'nin malını mülkünü iç etmek için sahtekârca bir manevra değildi. Anglikan ilahiyatı İngiliz dilinin gereklerinin kaçınılmaz sonucuydu: Fransızca ile Almancanın ortasında bir yer tutan İngilizcenin grameri, İngiliz dini düşüncesini karşı konulmaz biçimde, (Fransız usulü) Katoliklik ile (Alman usulü) Protestanlık arasında bir konuma zorluyordu.
...