Önsöz, s. 13-18.
Film Dilinde Mahrem'de İspanya, İran, Danimarka ve Türkiye'nin öne çıkan yaratıcı-yönetmenleri (auteur) tarafından üretilmiş kadın merkezli bazı filmleri inceledim. Bu filmleri bir araya getiren en önemli ortak özellikler kadın karakterler ve mekân kurgusudur. Ben bu çalışmada hikâyelerin merkezinde yer alan kadınlara odaklanıyor ve bu karakterlerin film mekânıyla kurduğu bağlara bakıyorum. Bu hikâyelerdeki kadınlar kendine ait huzurlu bir evi olmayan; ya yaşanmaz bir evden nasıl çıkacağını bilemeyen ya da erkek egemen kamusal alanda bir köşeye kıstırılmış kadınlardır. Film mekânıyla kurduğu bir tür bağ kadına içinde bulunduğu (ya da zorla tutulduğu) alanda var olabilecek ve kendisine uygulanan baskılara direnebilecek bir yer açar.
Bu filmlerde bağımsızlık uğruna rahatlarını bozmayı, evlerinden çıkmayı ve yollara düşmeyi göze almış kadınlar izleriz. Hikâyelerde ana akım medyada kadın için en ideal yer olarak sunulan huzurlu evlere ve sonsuza dek mutlu olacak ailelere rastlamayız. Bu yüzden de bir seyirci olarak kadından beklentilerimiz ana akım filmlerden farklı şekillenir. Doğru bir erkek ya da doğru bir ev arzusu yerini kadının farklı isteklerine bırakır. Bu hikâyelerde beklenti kadının kurtarılması değil aksine artık rahat bırakılması ve ne istediğine kendi başına karar verebilme özgürlüğüne kavuşmasıdır. Seyirci bu filmi izlerken kendine ideal bir yuva kuramayan ya da kurmak istemeyen kadının nerelerde hata yaptığına odaklanmak yerine ataerkil düzenin ondan ne istediğini ve neden bunları istediğini anlamaya çalışır daha ziyade. Bu filmlerdeki evsiz kadınların kendine mekân açmaya çalışması aynı zamanda benzer şekilde özellikle düşünsel anlamda ülkesindeki çoğunluktan bir sebeple ayrı düşmüş ve sanat filmi çevrelerinde kendine yer açmak isteyen bağımsız yaratıcı-yönetmenin durumunu da temsil ediyor olması bu çalışmaya ilginç bir katman daha eklemektedir.
Burada söz edeceğim yaratıcı-yönetmenlerin pek çoğu seyirciyi, kazara ya da bilerek, çatışan kamplara böler. Kimi izleyiciler bu filmlerde kadınların çektikleri eziyetlerin dile getirildiğine, kimileriyse yaratıcı-yönetmenin kendi hedeflerine varmak için bu kadınlara bilfiil eziyet ettiğine inanır. Ben bu noktada feminizmin anlamını ve hedefini yeniden düşünmek için karşımıza çıkan bu fırsatı iyi değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Bu sebeple bu kitapta kadın karakter ve mekân ilişkisine bakarken hedefi benim için feminizmin çekirdeğiyle birebir örtüşen taze, esnek ve yaşayan bir çerçeve oluşturdum. Deleuze ve Guattari'nin göçebe biliminin temelini oluşturan bazı şizoanaliz kavramlarıyla şekillenen bu çerçeve, film teorisinde ilksel olan feminist bakış açıları ve güncel ulusötesi tartışmalar arasında diyalog kurmaktadır.
Bu kitap St Andrews Üniversitesi Sinema Araştırmaları Bölümü'nde 2006-2011 yılları arasında tamamladığım doktora tezinin İngilizceden dilimize çevrilmesi ve büyük ölçüde yeniden yazılması ile oluşmuştur. Bu kitapta yanıtlamaya çalıştığım sorular kafamda neredeyse on yıl önce İstanbul'da sinema yüksek lisansı yaparken belirmeye başladı. Konuya girmeden önce aklımı kurcalayan bu soru ve sorunlardan söz etmemek haksızlık olur. Özellikle de beni aklımdaki soruları sorabilir hale getiren Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi (Emre Akay ve Hasan Yalaz, 2003 !f İstanbul Film Festivali / 2008 Vizyon) ve filmin yönetmenlerinden Emre Akay'la yaptığım söyleşiye değinmeliyim.
Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi (BTKF) olay yaratacak bir film çekmek ve birdenbire çok meşhur olmak isteyen bir grup tutkulu sinemacının hikâyesini anlatır. Hikâyedeki yönetmen Tuğra (Tuğra Kaftancıoğlu) "kadın düşmanı yaratıcı-yönetmenin" başarılı, tutarlı ve oldukça karanlık bir karikatürüdür. Filmde çekilmekte olan film de aynen BTKF gibi Tuğra'nın ilk filmidir. Gerçek ve film pek çok açıdan en baştan birbirinden ayrılamaz olur. BTKF yaratıcı ve özgün diliyle gelecek vaat eden ve özellikle bütçesinin düşüklüğü ve olanakların kısıtlılığı göz önüne alındığında (1000 ABD Doları, sağdan soldan ödünç alınmış üç adet dijital ve bir Super 8 film kamerası) hem teknik hem estetik açıdan çok başarılı bir ilk filmdir. Yurt içinde ve dışında film festivallerinde gösterilmiş, sayıları çok kabarık olmamakla beraber kendine bir hayran kitlesi yaratmayı da başarmıştır. Film hem festival izleyicisine bağımsız bir filmden beklediklerini verir hem de yaratıcı-yönetmen kavramından yapım sürecine dek bizzat içinde bulunduğu ortamı farklı taraflarıyla zekice tiye alır ve eleştirir. Bu cesaretiyle aslında bağımsız film yapım, dağıtım ve izlenme kanallarıyla ilgili pek çok tartışmaya konu olabilecek bir film olmasına rağmen maalesef ihmal edilmiş ve hak ettiği ilgiyi görmemiştir.
BTKF dokümanterle kurgu arasındaki sınırda belirsizleşen gizemli görüntüleri ve çerçeve dışında kalan alanın etkin kullanımı sayesinde seyircinin hayal gücünde hızla ilerler. Sahnelerin çoğu –senaryoyla da uyumlu bir şekilde– elde kamera, sürekli hareket halinde ve daha ziyade kamusal alanlarda geçer. Filmin hemen hiçbir sahnesi için önceden diyalog yazılmamış; birçok sahnede sadece olay yerleri düzenlenmiş, oyunculara çok sade açıklamalar verilmiştir. Yani bir film çekme hikâyesi anlatan bu filmde geçen olaylar yer yer tamamen kendi haline bırakılmıştır. Buna benzer az müdahale edilmiş sahneler ince ince hesaplanmış sahnelerle beraber derlenmiş ve ortaya tamamen kurgulanmış bir film çıkmıştır. Film bütünüyle kurgu olmasına rağmen, biraz da hikâyesiyle görüntüsünün güçlü uyumu sayesinde, olaylar gayet usturuplu ve inandırıcı bir şekilde karşımızda gerçekten cereyan ediyormuş gibi sunulur bize. Bir film hakkında aslında ne kadar çok şey bilirsek seyir zevkimiz o kadar azalır. Bu her film için geçerlidir çünkü hikâye dışı bilgilerimiz filmin bizi şaşırtmak, meraklandırmak ya da dehşete düşürmek için kurduğu tuzakları işlevsiz kılabilir. Fakat hakkında ne bilirseniz bilin BTKF 'nin bazı sahnelerinden etkilenmemek mümkün değildir.
Filmin başında yer alan oyuncu seçimi bölümlerinde izlediğimiz (ki o sırada gerçekten bir yandan filme oyuncu aranmaktaydı) uzun ve sancılı bir sürecin sonunda özenle seçilmiş bir baş kadın karakterimiz olur: Gülüm (Gülüm Baltacıgil). Gülüm'ün doğal ve sade oyunculuğu filmin hedefine çok uygun düşer. Seyirci hikâyedeki yönetmenle filmin yönetmenini birbirinden ayıramadığı gibi aslında Gülüm'ü de filmin başından itibaren Gülüm Baltacıgil'den kolay kolay ayırt edemez ve oyunla hayat birbirine karışmaya başlar. Özellikle filmin ortalarında yer alan bazı sahnelerde bu karışıklığı epey dert ediniriz. Filmde izlediğimiz yönetmen Tuğra güya sanat uğruna genç kadına türlü türlü eziyetler etmektedir. Gülüm'ü isteği dışında Büyükada'da metruk bir malikânede hapis tutmakta, algısıyla oynamaktadır. Tuğra "akıl almaz" (tümüyle çerçeve dışında ve seyircinin hayal gücüne bırakılmış) işkenceler çektirdikleri kadının görüntülerini ekibinin de yardımıyla kaydetmektedir. Gerilimi artırabilmek için kadın ayıldıkça yine çerçeve dışında kalan bu görüntüleri ona da izletirler. Eli kolu bağlı ve sürekli yarı baygın Gülüm için gün gece birbirine karışır. Hikâyenin bir noktasında bu eziyetler sürerken bir gece Gülüm ekibin elinden kurtulmayı ve malikâneden kaçmayı başarır. Ekip de derhal kameralarını kapıp kadının peşine düşer. Önde kadın, ardında film ekibi metruk evden iskeleye kadar koşarlar. Boş ada sokaklarındaki koşu iskelede sonlanır. Film ekibi iskelede kadını yakalar ve zapteder. Kadının kafasına silah dayayıp malikâneye geri götürürler. Kadın feryat figan kendisini tutanların yalan söylediğini ve kendisine eziyet edildiğini haykırsa da bir yere varamaz, hikâyesiyle hiç kimse ilgilenmez. Etraftakilerin çoğu onu duymazdan gelir. İskeledeki kalabalık kadını görmezden gelir ve dediklerine aldırmazlar.
BTKF hakkında ne bilirseniz bilin bu iskele sahnesi filmde sizi en çok şaşırtacak yerlerden biridir. İskele dolusu Büyükada halkı çerçevededir ve bu en belalı, en hassas sahnede hepsi mükemmel birer figürana dönüşmüştür; rolleriyle gerilime gerilim katarlar. Kadına bakmazlar bile, gerçekten görmezden ve duymazdan gelirler. Çaktırmadan kadına bakanların gözündeyse tiksinme, acıma ve nefret karışımı bir bakış yakalarız ara sıra. Ve adeta müteşekkirdirler onu toplayıp götürenlere. Filmin davudi sesli, düzgün Türkçeli, boylu poslu ve genç yönetmeni Tuğra'nın sözlerinden bir an bile kimse şüphe etmez.
Filmi ilk izlediğimde bu sahne hakkında kafamda oluşan onlarca soruyu (örneğin çekim esnasında herkesle nasıl iletişim kurulduğundan, Adalıların bu işe nasıl razı edildiğine, nasıl bir harcama yapıldığından, kaç kişilik bir ekiple çalışıldığına kadar) ilk fırsatta filmin yönetmenine sorduğumdaysa, ne kadar yanlış sorularla kafamı meşgul etmiş olduğumu anladım. Emre Akay bana Ada'da hiç kimsenin o gece gördükleri manzara dışında bu filmin çekildiğine dair bir fikri olmadığını söylemişti. Yani çerçevede gördüğümüz her şey aslında sandığımızdan çok daha gerçek bir şekilde vuku bulmuştu. Kendilerine doğru bakanları "film çekiyoruz" diyerek kolayca geçiştirebildiklerini öğrendim. Adalıların bu tepkisizliği ekibi bir yandan hayret ve dehşete düşürse de hiç ummadıkları halde bu kovalamacadan filmin en heyecanlı yeriyle dönme şansı vermişti. Genç bir kadın çığlık çığlığa yardım isterken, yüzlerce insan onu görmezden gelmeye, o tarafa doğru bakanlar da onu dinlemek yerine efendi görünümlü bir erkeğin açıklamasıyla yetinmeye ve kadının o sırada gerçekten fiilen peşinden koşan beş tane erkeğe karşı (Emre Akay, Hasan Yalaz, Tuğra Kaftancıoğlu, Mehmet Demirtaş ve Seçkin Uysal) tek başına kaderine terk etmeye dünden razıydılar. Film ekibinin ellerindeki amatör kameralarla kolayca kanıtlayıverdikleri sanat aşkı tahmin etmedikleri kapıları bile açmıştı önlerinde.
Film hakkında heyecanla konuşmaya başladıktan sonra etrafımda özellikle benimle birlikte sinema çalışan insanlara filmi neden sevdiğimi bir türlü anlatamadığımı fark ettim. Bu idrak beraberinde yeni sorular getirdi. Ben filmin neden kadın düşmanı olduğunu anlayamıyor, filmi neden feminist bulduğumu kimselere anlatamıyordum. Aslında BTKF'nin genel karanlığı, özellikle de bize gönül rahatlığıyla sempatik bulabileceğimiz bir karakter vermeyişi, seyirciyi olan bitene karşı hep mesafeli durmaya iter ve filmin mizah yönünü daha net görebilmemizi sağlar. Buna rağmen görüntülerin ve kurgunun belgeselvari havasından kaynaklanan inandırıcılığı seyirciyi devamlı ürkütür ve aslında farkında olmadan, kadın oyuncuyla kurbanı birbirinden ayırmadığımız gibi, Tuğra karakterini Emre ve Hasan'la karıştırıp filmin kendisini kadın düşmanı bulma hatasına düşmek zor değildir. Benim iddiamsa bu filmin kadın düşmanı değil aksine halihazırda var olan ve (toplumsal boyutlarda ve oldukça derine yerleşmiş olduğu için) hakkında konuşmayı pek sevmediğimiz kadın düşmanlığına dikkatimizi çeken bir film olduğu. Bu sorunu samimi olarak dert edinen film sayısı sadece ülkemizde değil dünya sinemasında rahatsız edici derecede azdır. Belki de benim bu filmi daha kolay anlama sebebim filmi ilk izlediğimde Gülüm'le yan yana oturmuş olmam ve filmin bazı yerlerinde kendini tutamayıp kıkırdadığını duymamdı. Belki de ben bu sayede filmin mizahi yönünü kaybetmemeyi başardım. Belki de filmi nasıl algıladığımız gerçekten Gülüm'ün güzel ve ışıltılı kahkahasını ne kadar yakından duyduğumuzla ilgiliydi.
Takip eden kısımlarda feminist metinler olarak okuduğum filmlerden bazılarının, tıpkı BTKF gibi, kadın düşmanı olduğundan her nedense izlememiş olanlar bile şüphe duymaz. Bu konuda düşünmeye devam ettikçe aklımdaki sorular yanıtlanacağına peşlerine yenileri eklendi. Çekilen eziyetin dile getirilmesini (bizi üzdüğü için) kişisel haklarımıza saldırı olarak kabul edersek, insanlar bize dertlerini nasıl anlatabilir? Kurbanın derdini anlatmasından rahatsız olmakla, onu susturmakla ya da düşman ilan etmekle zalimin yanını tutmuş olmaz mıyız? Bu çalışmadaki bazı filmlere özellikle bu tür tartışmalar yüzünden yer verdim. Buradaki film okumalarında mimarlık, sinema, politika, felsefe, kadın çalışmaları gibi farklı disiplinlerde üretilmiş –kimi anlaşılamadan modası geçivermiş, kimi henüz dilimize çevrilmemiş– bazı fikir, kavram ve teorileri birbiriyle iletişim halinde kullandım. Fakat her şeyden önce bu kitabı okurken düşünmenizi istediğim şey, ne çok ünlü düşünürlerin kulağa hoş gelen kavramları, ne büyük ustaların eşsiz kamera hareketleri, ne de belki de sadece BTKF gibi ancak ilk filmlerde rastlanan samimiyet, cesaret ve şans. Bu kitap dünyanın aslında teorilerle ve filmlerle değil ancak sokaklarda çınlayan kadın kahkahalarıyla değişebileceğine inananlar için yazılmıştır.