| ISBN13 978-975-342-879-8 | 13x19,5 cm, 512 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | s. 11-14. İster bir misyonda olsun, ister savaşta, bir uçak filosunda, bombardıman sırasında, siperlerin olduğu zamanlarda siperde, bir sokak saldırısında, dükkân soygununda, turistlerin rehin alınışında, depremde, patlamada, suikastta, yangında, hangi durumda olursa olsun, insan istemeyerek de olsa daima yanındakinin ölmesini tercih eder: yoldaşının, kardeşinin, babasının, hatta çocuk yaşta bile olsa evladının. Sevgilinin bile, evet, ölmektense sevgilisinin ölmesini tercih eder. Birinin bedenini bir başkasına siper ettiği, bir kurşunun ya da hançerin yoluna kendini attığı bütün durumlar olağandışı istisnalardır ve zaten bu yüzden göze çarparlar; çoğu kurmacadır, romanlarda ve filmlerde yer alırlar. Gerçek hayatta rastlanan nadir örnekler ise ya düşünmeden, içgüdüyle ya da gün geçtikçe daha az rastlanan çok güçlü bir şeref duygusuna boyun eğerek yapılan hareketlerdir; bazı insanlar vardır ki, evladının ya da sevgilisinin öbür dünyaya kendisinin bu ölümü engellemediği, kendini feda etmediği, onun hayatını kurtarmak için kendi canını vermediği fikriyle gitmesine katlanamazlar; bu kişiler sanki artık geçerliliğini kaybetmekte olan, silinip giden bir canlılar hiyerarşisini içselleştirmişlerdir; bu hiyerarşiye göre çocuklar yaşamayı kadınlardan çok, kadınlar erkeklerden çok, erkekler de yaşlılardan çok hak ederler; aşağı yukarı böyle bir şeydir; en azından eskiden öyleydi; işte bu eski centilmenlik anlayışı sayıları giderek azalan, o şeref duygusunu taşıyan insanlarda hâlâ varlığını sürdürmektedir; aslında, düşünülecek olursa bu şeref duygusu da saçmadır, çünkü bir saniye sonra ölmüş olacak, hayal kırıklığına uğrama, hınçlanma, hatta düşünme melekesini kaybedecek birinin aklından geçen son düşüncenin, bir anlık hıncının ya da hayal kırıklığının ne önemi olabilir ki? Günümüzde hâlâ bir avuç insanın bu kökleşmiş kaygıyı güttüğü, önemsediği ve dolayısıyla kurtardıkları insanın tanıklığı adına, onun gözünde yücelmek, ebediyen takdir ve minnetle hatırlanmak amacıyla hareket ettiği doğrudur; ne var ki bu takdiri ve minneti asla algılayamayacaklarını, çünkü bir saniye sonra kendilerinin ölü olacağını o karar ânında düşünmezler, bunun tam olarak bilincine varmazlar." O konuşurken benim aklımdan zor anlaşılır, hatta belki çevrilmesi imkânsız, dolayısıyla ilk anda yüksek sesle söylemediğim bir deyim geçiyordu; bunu Tupra'ya açıklamam zor olurdu: "Bizim boğa güreşçisi ayıbı dediğimiz şey," diye geçti aklımdan, ardından da: "Elbette boğa güreşçilerinin sayısız tanığı vardır; koca bir arena dolusu insan, bazen ayrıca milyonlarca televizyon seyircisi; onların, 'Ben sonsuza dek bu olayı anlatıp duracak bunca insanın karşısında korkaklık edeceğime, buradan uyluk damarım patlamış halde çıkarım, cesedim çıkar benim buradan,' diye düşünmesi daha anlaşılır bir şey. Boğa güreşçileri anlatısal dehşetten, kendilerini tanımlayacak son bir hatadan vebadan kaçar gibi kaçarlar; tıpkı hayat hikâyelerinin bütün etapları, en azından ana başlıkları ve hatta bu hikâyenin tamamını damgalayan ya da ona haksız, aldatıcı bir anlam yükleyen sonu herkesin gözü önünde olan Dick Dearlove ve tahminimce hemen bütün ünlüler gibi boğa güreşçileri için de son çok önemlidir." Bunun üzerine Tupra'nın sözünü kısaca bölmüş olacağımı bile bile yüksek sesle söylemekten kendimi alamadım. Zaten söylediğim şey onun sözleriyle alakalıydı; ayrıca aramızda bir diyalog varmış gibi yapmanın da bir yoluydu: "İspanyolcada buna 'vergüenza torera' deriz." Deyimi İspanyolca söyleyip sonra çevirdim: "Kelime anlamı 'Boğa güreşçisi ayıbı' ya da 'utancı'. Bir başka gün sana anlamını açıklarım, sizde boğa güreşi yok." Ama o anda bir başka gün olup olmayacağından bile emin değildim. Onun yanında tek bir gün daha geçirip geçirmeyeceğimi bilmiyordum. "Tamam, ama unutma. Doğru, bizde boğa güreşi yok." Dilimizin etkileyici deyimleri Tupra'nın daima ilgisini çekerdi; ara sıra, yeri geldiğinde onu bu konuda aydınlatırdım. Ama şimdi o beni aydınlatmaktaydı (sözü nereye bağlayacağını biliyordum; rotasının sonunda varacağı, tahmin edebildiğim, benim iddiamı çürütecek sonuçtan da öte, Tupra'nın kendisi ya da izleyeceği yol benim ilgimi çekiyordu); bu yüzden sözüne devam etti: "Bu düşünceyle kendini kurtarmak için başkasının ölümüne seyirci kalmak arasındaki kısa mesafe bir adımda aşılır, kendi yerine o başkasının ölmesini sağlamak, hatta koşullarını yaratmak için de (bildiğin gibi mesele ya o, ya bendir), ufacık ikinci bir adım yeterlidir; bu adımların ikisi de kolaylıkla atılır, özellikle birincisi; aşırı durumlarda hemen herkes ilk adımı atar. Aksi takdirde bir tiyatro ya da bir diskotek yandığında sıkışıp ezilerek ölenlerin sayısı kavrularak ya da boğularak ölenlerin sayısından fazla olur muydu; bir gemi battığında insanlar bir an önce, az yükle uzaklaşmak için filikaların dolmasını bile beklemeden hareket ederler miydi; 'kaçan kurtulur' diye bir deyim olur muydu; başkalarını düşünmekten vazgeçmeyi öğütleyen bu deyimin bir anda tekrar geçerlilik kazandırmaya çalıştığı orman kanununu hepimiz doğal olarak benimseriz, hayatımızın yarıdan fazlasını onu askıya alarak ya da bastırarak yaşadığımız halde, bir saniye dahi tereddüt etmeden ona döneriz. Aslında orman kanununa her an, her koşulda uymamak ve boyun eğmemek için sürekli nefsimizi köreltir, çile çekeriz; buna rağmen kabullendiğimizden çok daha fazla uygularız onu, ama belli etmemeye çalışır, uygarlık görüntüsünün ardına gizler ya da başka saygılı yasalarla kurallar kisvesi altında, daha yavaş, daha dolambaçlı, dolaylı yoldan uygularız; her şey daha zahmetli olur, ama özünde bizi yöneten, bize emir veren bu kanundur. Öyledir, bir düşün. Hem insanlar, hem de uluslar için." Tupra "kaçan kurtulur"un belki daha da az ahlaki kaygı ifade eden İngilizce karşılığını kullanmıştı: "every man for himself", yani "her koyun kendi bacağından asılır" ya da "herkes kendi işine baksın"; herkes kendi canının derdine düşüp sadece kendiyle, bir yolunu bulup kendini kurtarmakla ilgilensin; diğerleri, daha zayıf, beceriksiz, saf ve aptal olanlar (ayrıca oğlum Guillermo gibi daha koruyucu olanlar, sahip çıkanlar da) ne halleri varsa görsünler. O anda başkalarını itmek, sürüklemek, tekme tokat devirmek, yakınlarımızla birlikte bindiğimiz, denizde yol almaya başlamış olan filikayı durdurup binmek isteyen zavallının kafasını yer olmadığı için ya da filikayı paylaşmak, devrilme tehlikesini göze almak istemediğimiz için kürekle yarmak zımnen mubahtır. Koşullar farklı olsa da, bu emir üç farklı emirle aynı kategoriye ya da türe dahildir: serbest ateş emri, katliam emri ve düzensiz geri çekilme ya da toplu kaçış emri; yani gördüğünü ya da yakaladığını yakın mesafeden, ayrım gözetmeden vurma yetkisi veren emir, süngülemeye ya da bıçaklamaya, esir almayıp tek canlı bırakmamaya teşvik eden emir (emrin kendisi "Kimsenin gözünün yaşına bakmayın" veya daha beteri, "Kılıçtan geçirin"dir) ve tabanları yağlamayı, sıra, düzen gözetmeden, Fransızcada pêle-mêle, onu taklit eden İngilizcede pell-mell, yani sürü halinde, apar topar kaçmayı salık veren emir; bir başka deyişle, dağınık halde, belki kaçabilecek tek yön olduğu için bütün askerler aynı yönde, ama her biri sadece kendi yaşama içgüdüsüne kulak vererek, artık önemsenmeyen, aslında yoldaşlıktan çıkan yoldaşlarının kaderini umursamayarak; hepimiz hâlâ üniformalı olduğumuz ve yegâne kaçışta aşağı yukarı aynı korkuyu paylaştığımız halde. |