ISBN13 978-975-342-850-7
13x19,5 cm, 232 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Joseph Backstein, Daniel Birnbaum ve Sven-Olov Wallenstein, Farklı Dünyaları Düşünmek: Giriş, s. 9-13.

Bu kitap İkinci Moskova Çağdaş Sanat Bienali kapsamında düzenlenen "Farklı Dünyaları Düşünmek" sempozyumunda sunulan bildirileri bir araya getiriyor. İki oturumlu sempozyumun ilk oturumu 17-18 Kasım 2006'da Polytechnic Müzesi'nde, ikincisi ise 28 Şubat 2007'de TSuM alışveriş merkezinde düzenlendi. Bu buluşmaların ardında birbiriyle bağlantılı üç amaç vardı: Günümüz sanat kültüründe "olay"ın anlam ve amacına ilişkin soruları ve gerek felsefe ile estetik teorisinin günümüzdeki statüsüne, gerekse sanatsal müdahalelerin siyasal anlam ve önemine ilişkin düşünceleri bir araya getirmek. Bunların üçü de birbiriyle çakışan meselelerdi ve içinde bulunduğumuz ânın karmaşıklığını ortaya koyuyordu. Küresel siyasal değişimler, piyasalar ve günümüzde sanatın, kapsamı ve etkisiyle meta kültürünün önceki biçimlerini hayli geride bırakan gösteri toplumunun parçası olduğu yolundaki kuşku karşısında, sanatın ve ürettiği eleştirel söylemlerin durumunu nasıl izah edecektik? Sempozyumun odağını oluşturan soru buydu.

Öncelikle, –coğrafi, kültürel, mesleki, vb. anlamda– farklı dünyaların buluştuğu bir yer olarak kavranan bienalin kendisi, belli bir marka değeri yaratma amaçlı entelektüel alışveriş fikrinden fayda sağlayan tam da böylesi bir küresel olay kültürünün semptomu olarak görülebilir, şüphesiz. Ama böyle bir entelektüel karşılaşma fikrinin söz konusu fayda mantığına sığmayan bir yanı da vardır, zira zamana mim koyan, belli bir fikirler ve güçler kümesinin haritasını çıkaran bir karşılaşmadır sonuçta bu. İşte bu nedenle, her ne kadar belli koşullarca belirlenmiş olsa da, bienal fikri yerelden küresele çeşitli meselelerin bir araya getirildiği bir entelektüel buluşma yeri olarak taşıdığı önemden bir şey kaybetmez. Bu açıdan, Farklı Dünyaları Düşünmek söz konusu fayda mantığının beraberinde getirdiği bu koşul ve çelişkilerin tartışılması için bir vesile yaratma çabasıydı. Böyle bir karşılaşmanın Moskova gibi bir şehirde gerçekleştirilmesinin sağladığı bakış açısının da bildirilerde ele alınan birçok soruya ayrı bir yoğunluk ve aciliyet kazandırdığı kanısındayız, zira küresel şehirlerin oluşturduğu günümüz dünya düzeninde yeri –iyi veya kötü yönde– ciddi değişimler geçirmekte olan bir şehir Moskova.

Moskova'da bir bienal düzenleme fikri, kabul edildikten sonra bile tartışma yaratan bir mesele olmayı sürdürdü. Rus sanat dünyasında yaygın kabul gören bir görüşe göre, 1990'larda dünya çapında açılan sayısız bienalden biri olan Moskova bienali, Batı dünyasının kültürel sömürgeleştirmenin farklı biçimlerini Üçüncü Dünya'dan İkinci Dünya'ya, yani Doğu blokuna yaymasına hizmet ediyordu. Bu da, Sovyetler Birliği'nin 1991'de yıkılmasının ardından kapitalizmin çağdaş sanat arenasında kazandığı nihai zaferin bir başka sonucuydu olsa olsa.

Bununla beraber, genelde bienallerle ilgili temel sorunlardan biri de, küresel sermaye bağlamında statik değil sürekli değişen koşullarda düzenlenmeleridir. Julian Stallabrass'ın da gözlemlediği gibi, "çağdaş sanat [bugün] kitle kültürünün belli unsurlarıyla [her zamankinden] daha yakın temas içindedir... bir bütün olarak sanat sahnesi ise büyük ölçüde moda ve pop muamelesi görmektedir." İşte bu nedenle, tartışılması gereken önemli bir konu da, bugün çağdaş sanat ile kitle kültürünün nasıl bir rekabet içinde olduğu ve liberal tüketimcilik ile yerel gelenekler, dinler ve ahlaki kısıtlamalar arasındaki dengenin nasıl bozulduğudur. Bienal çekim gücü yüksek bir mıknatıs gibidir, bununla birlikte sanat dünyasında küreselleşme ile özelleşme arasındaki bağlar sürekli değişmektedir. Çağdaş sanat müzeleri giderek büyüyen bir izler-kitleye hitap eden, hep daha göz alıcı sergiler düzenlemek için hem birbirleriyle, hem de (sayıları giderek artan özel çağdaş sanat müzelerinde düzenlenen) özel koleksiyon sergileriyle rekabet etmektedir. Bu eğilimlerin bir semptomu, bugün birçok yazarın yüksek kültürü, kitle kültürünün sadece seçkin unsurlarını barındıran bir kültür olarak tanımlamaya başlamasıdır.

Netice itibariyle, yeni piyasa arayışındaki işletmecilerle uluslararası küratörlerin çalışmaları arasında sıkı bağlar kurulmuştur. Öte yandan, yaptığımız bu tahlili, yeni dünya düzeninde gözlenen bir eğilim, yani modernizmin çizgisel biçimlerinden uzaklaşarak çok-kültürlü melezliğe kayma eğilimi çerçevesine oturtmak önemlidir. Bu durumun bir neticesi de, küreselleşmiş çağdaş sanat dünyasında, kilit önemdeki kalite standartlarının yerleşikleşmesidir: Uluslararası mübadelenin koşullarını kolaylaştırmakla kalmayıp yerel sanat topluluklarının gerçekliklerinin de ister istemez kıyaslanacağı bir ideallik koyutlayan standartlardır bunlar.

Konferansta, bunlara ek olarak, Rusya'daki entelektüel tartışmalarla bağlantılı bir dizi başka tema da yer buldu. Rus entelektüel geleneğindeki ezici Marksizm retoriğinin nasıl ele alınacağı, Sovyet rejimi deneyimlerinin olumlu ve olumsuz yanlarıyla tahlili, Rusya' daki siyasal durumun ve bunun Batılı toplumsal gelişim modelleri karşısındaki yeter(siz)liğinin değerlendirilmesi bu bağlamda tartışılan konulardan birkaçıydı. Bu tartışmanın bir amacı da, birçok entelektüelde görülen, Rusya'nın tarihsel ve kültürel benzersizliğini ortaya koyma yönündeki tipik, saplantılı arayışın yahut 1960'lı ve 70'li yıllara damgasını vurmuş en etkili eğilim olan Bahtin ve (Yuri Lotman'ın başını çektiği) Rus yapısalcılığı geleneğini devam ettirme çabasının üstesinden gelmek ve bunun yerine, bugün Rusya'da olup bitenlerin en güçlü temsilcisi haline gelmiş olan Moskova'nın yakın zamanda edindiği küresel şehir statüsüne odaklanmaktı.

"Dünyalar" şeklinde çoğul bir ifade kullanmaktaki ikinci amacımız, Kant'ın teori, pratik ve estetik arasında yaptığı ayrımda formülleştirildiği şekliyle farklı felsefi düşünce dünya ya da alanlarını akla getirmekti. Bu dünyalar, Fransız Devrimi döneminde modernliğe giden yolu açacak olan üç abidevi Eleştiri'ye (saf aklın, pratik aklın ve yargı gücünün eleştirisine) karşılık geliyordu kabaca. Zaten Kantçı eleştirel projeye siyasal yönünü katan da buydu. Foucault'nun da belirttiği gibi, bir "güncellik ontolojisi" öneren ve "Zamanın tam bu noktasında biz kimiz?", "Önümüzde duran engeller ve olanaklar nelerdir?" sorularını ortaya atan ilk kişi muhtemelen Kant'tı. Kantçı yapı başlangıçta önerilen üç farklı panel başlığıyla da belli oranda örtüşüyordu: "Felsefe ve Kavramların İnşası", "Evrensellik ve Olumsallık" ve "Estetiğin Sınırları". Bu panellerde ortaya atılan sorular şunlardı: Teori, estetik ve pratik bugün ne ölçüde birbirinden ayrı alanlar olarak var olmaya devam etmektedir ve aralarında ne gibi kesişmeler vardır? Birinin diğerine zemin oluşturduğu düşünülebilir mi, yoksa bu üçü arasında bir paralel söylemler çokluğunun olduğunu mu kabul etmemiz gerekir? Şayet öyleyse, "Dünyaları Düşünmek" bu üç alan arasındaki birlik ve farklılıklar üzerine düşünmek anlamına gelecekti.

"Dünyalar" başlığı, üçüncü olarak, etik ve siyasal bir bütünlük olarak dünya fikrine gönderme yapıyordu. Bu da, evrensel bir siyaset ve/veya ahlak felsefesinin mümkün olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyordu ki, bilhassa yakın dönem siyaset teorisinden ve sosyal teoriden gelen ve esinini evvelce Lyotard'ın ortaya attığı "büyük anlatıların sonu" tartışmasından ve postmodern dönüşün benzer başka versiyonlarından alan meydan okumalar ışığında ele alınması gereken bir soruydu bu. Siyasal evrensellerdeki bu parçalanma sonucunda, kamusal alanın statüsü, sanatın böyle bir alana müdahale olanağıyla birlikte ele alınması gereken acil bir mesele haline geldi. Küresel nedir, Tümel/Evrensel nedir – tasavvur edebileceğimiz tek bir dünya mı var, yoksa geri dönüşü olmayan bir noktada, çoğul anlamıyla "Dünyaları Düşünmek" durumunda mıyız?

Felsefe ve Kavramların Yaratımı

Bu başlık altında tartışılması amaçlanan konu, metafizik geleneği ve modern bilimler karşısında felsefenin rolüydü. Klasik felsefe geleneği yirminci yüzyıl boyunca, ilk dönem fenomenoloji ve birinci analitik felsefe dalgasıyla başlayan birçok karşı çıkışla karşılaşmıştır. İki felsefe ekolünde de klasik metafiziğin geçmişte kaldığı ya da hiç olmazsa radikal bir yeniden temellendirmeye muhtaç olduğu beyan edilmiştir. Geriye dönüp baktığımızda, temel niteliğindeki bu projelerin sıkı metafizik bağlanımlara tabi olduklarını ve II. Dünya Savaşı öncesinde krize girdiklerini görüyoruz. Söz konusu projeleri, Heidegger ve Wittgenstein uğrağı diyebileceğimiz ikinci bir dalga takip etmiştir. Felsefeleri birbirinden farklı, hatta taban tabana zıt olsa da, bu iki filozof bundan böyle felsefenin daima elde bir varsayacağı meselelerin olmadığı, yani, klasik anlamda büyük sistemler diye bir şey kalmadığı ve felsefenin kendine ilişkin sorgulamasının, üzerine basılacak sağlam bir zemin olmaksızın yürütülmesi gerektiği fikrinde buluşur. Bunun sonucunda, bir çeşit marjda yazma tarzı, türlü tonlarda kendini açığa vuran bir geçmişe-veda durumu ortaya çıkmıştır: Derrida'da bitmez tükenmez yapıbozum uğraşı; Adorno'nun negatif diyalektiğinde "çöküş anındaki" metafiziğin ardından gelen "mikrolojiler" ya da Gianni Vattimo'nun "zayıf düşünce" dediği geniş kapsamlı bir sentez jesti şeklinde karşımıza çıkan bir durumdur bu. Söz konusu felsefi yaklaşımların hepsi belli bir yas çalışması yapmaları, metafiziğin imkân ve imkânsızlığına ilişkin belleği "enine boyuna işletmeleri" bakımından ortaklaşır. Bu eğilime karşı yeni bir kurucu eğilim yaratmak isteyen birçok düşünür çıkmıştır. Deleuze'ün felsefenin hiçbir biçimde son bulmaması, bunun yerine, kavramlar yaratma ve inşa etme görevini yeniden üstlenmesi gerektiğini ifade eden ve onun kendine has bir özerkliğe sahip olduğunu, dolayısıyla (bilim, siyaset, sanat gibi) başka deneyim alanları üzerine "düşünmekten" ibaret kalmaya razı olmaması gerektiğini öne süren çalışmaları bu karşı-eğilime örnektir. Günümüzde hayat ve zihin, bilinç ve maddeyi konu alan bilimler bu meydan okumayı çok daha keskin bir biçimde ortaya koymaktadır. "Dünya"ya ilişkin algının ampirik bilimler –ya da dar anlamda, doğa bilimleri– tarafından gerçekleştirilen çalışmalarla enine boyuna incelenip tüketildiğini mi varsaymamız gerekmektedir, yoksa burada felsefi düşüncenin kendine yer bulacağı koca bir bakir alanın ortaya çıktığını düşünmemiz mümkün müdür? Teknolojinin belirlediği bir dünyada öznellik, deneyim, bireyleşme, vb. hakkında düşünmek ne anlam ifade etmektedir?

...

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X