Dr. Pınar M. Yelsalı Parmaksız, “Erkek Toplumuz Biz, Dünya Bir Erkek Toplum”, Virgül, Eylül Ekim 2009
Başlıktaki cümle Serpil Sancar’ın Erkeklik: İmkânsız İktidar’da derinlemesine görüşme yapılan erkeklerden birinin iktidar meselesine dair söylediklerinden bir alıntı. Hâlihazırda malumu ilan etmekten öteye geçmiyor gibi görünse de, kitabın kapağına yeniden bir göz atarak düşününce, alıntının ironisi kendini ele veriyor. Yazar “Erkeklik” dedikten sonra iki nokta üst üste koyuyor ve bir de bunun imkânsız bir iktidar durumu olduğunu belirtiyor; üstelik de bu iddiayı okurla paylaşan yazar, bir kadın. Hal böyle olunca, ister istemez akla şu soru takılıyor: “Böylesine “erkek bir toplumda” erkekliğin kitabını yazmak bir kadına mı düşmüş?” Bu soruya verilecek yanıtın kadınların hayatlarını kuşatan, onları kendileri üzerine düşünürken toplumun özgür ve eşit bir bireyi, vatandaş, meslek sahibi, eş, anne gibi sıfatların önüne, yanına, berisinde kadın sıfatını da eklemeye mecbur bırakan, başka bir deyişle her şeyden önce kadın olma halinin toplumsal bir analizine ulaşmış olmayı gerektiren cinsiyetli toplumla meselesi olmakla ilişkili olduğu açıktır. Zaten Sancar da bu eleştirel bakış açısının altını çiziyor ve konu üzerine yazmaya karar verdiğinde, feminist düşünce ve eleştiri birikiminin ve pratiğinin nasıl yol gösterici olduğunu henüz kitabın ilk satırlarında belirtiyor. Kuşkusuz, burada ne bildik, bildik olduğu ölçüde de karikatürleştirilmiş erkek düşmanı feminist bir tavır var ne de geleneksel kadınsı bir tevazuu. Burada, tarihsel olarak imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde çoğunlukla entelektüel seçkin erkeklerin zihnini meşgul eden yeni bir toplum kurma fikrinin sembolikleştiği “kadın meselesi”ne, modern cumhuriyetin kadınları modernleştirme iddiasıyla toplumsal yaşamı topyekûn dönüştürme çabalarının somutlaştığı reformları parantez içine almadan, modernliği, özel olarak da modernliğe içkin cinsiyet rejimini deneyimlediğimiz haliyle bir sorunsal olarak algılayarak, meselenin aynı zamanda erkek meselesi de olduğu iddiasıyla ayna tutan feminist bir tavır var.
Kitap, hem teorik hem de metodolojik açıdan yenilikler içeriyor. Bu yeniliklerin başında, özellikle son birkaç on yıldır üzerinde yoğun olarak akademik ve politik tartışmaların yapıldığı toplumsal cinsiyet alanında, her nedense sayılı birkaç çeviri ve özgün çalışma dışında ihmal edilmiş olarak kalan erkeklik olgusunun sorunsal olarak ele alınması geliyor. Bu alan batı akademik dünyasından ve politik pratiklerinden farklı olarak o kadar ihmal edilmiş bir alan ki, feminist eleştirel düşünce alanında gerek akademik gerekse aktivist olarak çalışanların aşina olduğu ve ilk elde akla geliveren bir iki çeviri kitap hemen her bibliyografyanın başında yer alıyor. Türkiye’de erkeklik olgusunu ele alan özgün araştırmalarsa analiz gücü yüksek bir kaç örneği geçmiyor. Gerek tarihsel ve sosyolojik olarak modernlik ve erkeklik kurgularının dinamik ve karşılıklı dönüşümü üzerine analizler, gerekse kültür dünyamızın kodları üzerine özgün yorumlar sunmaları nedeniyle değerli çalışmalar bunlar; ancak ortak bir özellikleri var, o da analizlerin genel olarak edebi metinler, özel olarak da romanlar üzerinden yapılıyor olması. Kuşkusuz, romanlar modernleşmeci seçkinlerin kadın ve erkek kimliklerinin inşasında oynadıkları kurucu rolü anlamak ve cinsiyet kalıplarının geçirdiği değişim ve dönüşüm süreçlerini göstermek için toplumsal alegoriler olmaları bakımından meşru bir analiz zemini sağlıyor. Ancak toplumsal cinsiyete ilişkin toplumsal kurumlarda cisimleşmiş bir cinsiyet rejimi ve bunun iktidarla gerek bireysel gerekse örgütlü siyaset düzeyinde eklemlenme tarzlarını, küresel düzeyde yeniden biçimlenen bir toplumsallığın karşılığı olarak modernlik çerçevesinde ele almak gerektiğinde, başka türden metodolojik araçlara gereksinim ortaya çıkıyor. İşte kitabın içerdiği diğer yenilik burada, Türkiye’de son yıllarda yetkin bir biçimde kullanılmakta olan niteliksel araştırma yaklaşımlarını kullanma tercihinde ortaya çıkıyor. İki ayrı araştırma projesinin iskeletini oluşturan 200 erkekle yapılan yaşam öyküsü görüşmeleri, 60 erkekle yapılan derinlemesine görüşme ve odak grup çalışması, sınıfsal, etnik, politik, dinsel vb özellikleri bakımından birbirinden farklılaşan erkeklerin kendi cinsiyet kimliklerinin toplumsal anlamları üzerine düşünme pratiklerini içeriyor. Kitap boyunca görüşmelerden aktarılan pasajlar toplumsal cinsiyet araştırmalarında bir ideal olarak hedeflenen öznellik ve deneyimin bu kez erkekler tarafından ve erkeklik bağlamında ortaya çıkarılmasını sağlıyor.
Bir süredir feminist kuramda öznelliğin cinsiyet kimliğine bağlı değişmez bir öz olarak kavramsallaştırılmadığını görüyoruz. Bunun yerine deneyimle iç içe geçmiş, toplumsal cinsiyete ilişkin pratiklerin düşünümsel bir tarzda öznellikle ilişkide olduğu ve genel anlamda toplumsal cinsiyet düzeninin ve buna yönelik müdahalelerin de eyleme kapasitesine sahip bir öznellik hesaba katılarak anlaşılması gerektiği iddiasını taşıyan bir yaklaşımdan bahsetmek mümkün. Bu yaklaşımı cinsiyet yapılarını bir performanslar silsilesine indirgeyen daha uç bir noktaya götüren yaklaşımlar var; fakat Sancar özellikle bundan kaçınıyor ve bir yanda yapısalcı yani deneyimi kalıplaşmış cinsiyet yapılarının bir sonucu olarak gören ve diğer yanda kültürel yani deneyimi cinsiyet yapısının kendisiyle eşitleyen yaklaşımları sentezleyen başka bir mecradan hareket ederek Bourdieu’nun habitus kavramına başvuruyor. Habitus, kuşkusuz, cinsiyetlendirilmiş kimliklerin toplumsal anlam üretimini kavramsallaştırmak için deneyimi analitik bir güçle donatan bir kavram. Ancak, cinsiyetli erkekler ve kadınlar tarafından sürdürülen toplumsal davranışlar, geleneksel tutumlar ya da kültürel kodların bir cinsiyet hiyerarşisi yarattığını söyleyebilmek için yazarın bu tahakkümün kurulduğu ve sürdürüldüğü kurumlara bakmak ihtiyacıyla genel bir toplumsal cinsiyet sistemi teorisine başvurduğunu görüyoruz. Connell’ın kavramsallaştırmasını izleyerek, cinsiyet sistemini oluşturan tahakküm biçimlerini kurumlar dolayımıyla düşünme çabasını görmek mümkün bu çalışmada. Zaten araştırma, kitabın alt başlığında da görülebileceği gibi Connell’ın klasikleşen cinsiyet hiyerarşisi teorisinin üç boyutlu düzeyine denk düşecek şekilde kurgulanmış. Söz konusu üç boyut cinsiyete dayalı iş bölümü, iktidarın alanı ve cinselliğin ve arzunun alanı kateksis olarak sıralandığında, araştırmanın erkekliğin izini sürdüğü üç analitik olarak ayrılmış toplumsallıkla örtüştüğü görülür: Bu toplumsallıklar, aile, piyasa ve sokaktır. Bu çerçevede kitabın önemli iddialarından biri, cinsiyet hiyerarşilerinin yalnızca farklı cinsiyet kimliklerinin birbirleriyle ilişkileri ölçeğinde işlemediği, bu eşitsizlik ve tahakküm mekanizmasının toplumsal yaşamın bütün alanlarındaki mevcut eşitsizliklerle eklemlenerek karşılıklı bir meşruiyet zemini sağladığı. Bu yüzden de kitap demografik bir kategori olarak erkeklerin kadınlar üzerinde kurdukları iktidarı değil, eril iktidarı analiz etmeyi amaçlıyor. Hegemonik erkeklik ya da erkek egemenliği kavramlarının yarattığı teorik olduğu kadar pratik yani habitus’un menzilini belirleyebilecek muğlâklıklar üzerinde duran yazar, çağdaş erkeklik kuramcılarına başvurarak bu iki kavramı ilişkisel olarak yeniden tanımlıyor. Buna göre eril tahakküm, hegemonik erkekliklerle eklemlenerek yeniden üretilen erkek egemenliğini yoluyla kuruluyor. Hegemonik erkeklik modellerinin arz mercii olarak toplumsal kurumların kilit işlevini hatırlatmakta fayda var. Her ne kadar toplumsal cinsiyet hiyerarşileri erkekler lehine işliyor olsa da, eril tahakküm ve erkek egemenliği kavramlarının birbirinden farklılaştığı yerde tikel erkeklik hallerinin, eril tahakküm içindeki yerinin ve bu tahakkümden sağladıkları çıkarın da farklılaştığını belirtmek gerekiyor. Böyle olunca eril tahakkümü sürdürmek adına erkeklerin tümünün her zaman ortak çıkar birliğini gözeterek hareket ettiklerini söylemek olgusal gerçeklikle örtüşmüyor. Bunun yerine eril tahakkümü mümkün kılan stratejik habitusları ve bu habituslarla erkeklik hallerinin ilişkilenme biçimlerini ortaya çıkarmak eril tahakkümü bir tür hegemonik erkeklik haline indirgeme, başka bir deyişle farklı iktidar ilişkilerinin toplumsal cinsiyet ilişkileriyle eklemlendiği noktalarda, erkeklik deneyimini bütün erkekler açısından özcü bir tarzda kurma tehlikesini bertaraf ediyor. Bu aynı zamanda eril tahakkümden çıkar sağlayan kadınların cinsiyet temelli olan ve cinsiyet temelli olmayan iktidar ilişkileri içinde yer aldıkları stratejik konumlara dikkat çekmek açısından önemli.
Kitabın ana eksenlerinden birisi, cinsiyet temelli eşitsizliklerle sınıf, ırk, etniklik, dinsel bağlılıklar gibi farklardan kaynaklanan toplumsal eşitsizlikleri daha genel bir modernlik analizi içine yerleştirerek kavramsallaştırıyor olması. 19. yüzyıldan başlayarak Batı Avrupa’da, oradan da denizaşırı sömürgecilik yoluyla batı dışı coğrafyalara yayılan modernliğin kendine özgü ilerleme, sermaye birikimi, örgütlenmiş çıkar ve şiddet modellerinin belirli türden egemen erkeklik biçimleri oluşturduğu iddiasını dile getiren yazar, küresel düzeyde yeniden örgütlenen modernliğin bu egemen erkeklik biçimlerini değişikliğe uğrattığı tespitini yapıyor. Bu çerçevede, modernliğin cinsiyet farklarını “doğal”laştırdığını ve cinsiyetçi dikotominin toplumsal yaşamı cinsiyetlenmiş anlamlarla ördüğü iddiasının geç modernlik açısından artık eski haliyle savunulabilir ve sürdürülebilir olmadığının da altı çiziliyor. Kadınların yüksek oranlarda toplumsal yaşama katılıyor olması ve bunu mümkün kılan yasal koşulların özellikle orta sınıf açısından feminize bir sosyallik yarattığı söylenebilir. İlk bakışta geçerli bir durum tespiti olan bu iddianın eril iktidarın sonuna işaret edip etmediği meselesine gelince, Sancar’ın geç modernlik döneminde yaşanan “erkeklik krizi”nin egemen erkeklik modellerindeki dönüşüme denk düştüğü, dolayısıyla yeni erkekliklerden bahsedebileceğimiz fakat eril iktidarın varlığını sürdürdüğü şeklindeki uyarısı yerini bulmaktadır. Başka bir ifadeyle, geç modernlikte pederşahi eril iktidar tarzıyla birlikte, kol gücüne dayanarak ekmeğini taştan çıkaran erkeklik biçimlerinin de çözülmesi, sınıf, ırk, etniklik, meslek, yaş vb nedeniyle birbirinden farklılaşan erkeklerin birleştirici bir habitus içinde yeniden eril iktidar tarafından himayesini zorunlu kılan bir durumu yaratıyor.
Benzer bir krizin Türkiye’de yaşanıp yaşanmadığını sorgulamak için bizde modernliğin inşasına daha yakından bakmak gerekir. İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişte, genç, batılı eğitim almış, meslek sahibi ve modernleşmeci erkeklerin padişahın kişiliğinde somutlaşan geriatrik ataerkilliğe başkaldırısının siyasi reformlar düzeyinde erkek ve kadının eşit yoldaşlığına dayanan yeni bir aile ve toplum düzeni yarattığı doğrudur. Cumhuriyet’in idealleştirdiği orta sınıf ailesi, gerek cinsiyetler arası ilişkileri düzenleyen ahlak anlayışı nedeniyle, gerekse ideal kadın imgesinin mikro evreni olarak cinsiyetler dikotomisini yeniden üretir. Dolayısıyla geç modernliğin erkeklik krizi batılı erkekler kadar Türkiyeli erkekleri de eril tahakkümü yeniden icat etme yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakır. Bu noktalara dikkati çeken Sancar’ın geç modernlikte iktidar ilişkilerine eril iktidar tarzlarının dönüşümü ve hegemonik erkekliğin krizi çerçevesinden bakarak yaptığı değerlendirmeler geleneksel eril tahakkümündeki kırılmanın, iktidarın araçlarından yoksun ve sınıf, ırk, etnik ya da dinsel bağlar vb açılardan farklı olan erkekler için marjinalleştirici ve kaotik koşullar oluşturduğu şeklindeki saptaması oldukça değerlidir. Benzer bir değerlendirmeyi küresel cinsiyet rejiminde değişen erkek egemenliği açısından yaptığındaysa, Sancar, sömürgeci ve sömürge arasındaki hâlihazırda cinsiyet dikotomisinin sembolik anlamları tarafından kurulmuş olan ilişkinin, “küresel işadamı”nın egemen erkeklik modelini oluşturduğu yeni koşullar altında yeniden üretildiğini ve oluşan “madun erkeklik”lerin hegemonik erkeklikle çeşitli şekillerde çatışmaya giriyor olsa bile eski tip erkek egemenliği modellerini tadil ettiğini vurguluyor.
Yeniden Türkiye’de eril tahakkümün dönüşümü meselesine gelince, orta sınıfların artan oranda feminizasyonunun, modernleşmenin kurma iddiasını sürdürdüğü kadın ve erkek kimlikleri açısından çelişkili bir durum yarattığı konusundaki saptamanın altını çizmek gerekir. Ancak bizzat bu saptamaya yol açan durumun sonuçları açısından, Cumhuriyet modernleşmesinin erkekler açısından geriatrik ataerkilliğe başkaldırı ve meslek sahibi olma ortak paydası dışında stratejik bir erkeklik habitusu, dolayısıyla nasıl modernleşeceklerine dair cinsiyet kimliği ve aile üzerinden tanımlanmış modeller sunmadığı şeklindeki iddiayı yeniden düşünmeye ihtiyaç vardır. Modern erkekliğin nasıl olması gerektiğine ilişkin model erkeğin kadınlar üzerindeki modernleştirici denetimi şeklinde ve bizzat aile temelli olarak kurulmuştur. Modern orta sınıf ailesinin dayandığı temel bu temel, modernleşmenin inşa süreci boyunca başta Atatürk olmak üzere siyasal elitlerin önderlik ve örneklik ettiği ve özelikle bu yüzden cinsiyete ilişkin olarak paternalist karakterde bir modernleşme modeli yaratmıştır. Bu yüzden, paternalist modernlikteki kırılmayı, orta sınıfların feminizasyonuyla olduğu kadar, özellikle orta sınıf aile ve cinsellik ideallerinin dışarıda bıraktığı madun kimlikler tarafından aşındırılmasıyla ilişkilendirmek mümkün. Modernleşme ve iktidar arasındaki birbirini dönüştürücü ilişkinin, cinsiyet rejimini de içine alacak şekilde yeniden inşa ediliyor olması, modernlik ve cinsiyeti yukarıda belirtilen çerçeve içinde düşünmenin mümkün olduğunu gösterir.
Erkeklik: İmkânsız İktidar’da Sancar, hem örgütlenmiş toplumsal kurumlar, hem de erkeklerin diğer erkeklerle ve kadınlarla kurdukları ilişkiler düzleminde eril iktidarın inşa edilme, yeniden üretim ve kırılma pratiklerinin bir seyrini ortaya koyuyor. Böylesine bir analizin egemen erkekliklerin periferisinde ve dolayısıyla iktidarın dışında kalan erkekleri tespit ediyor olması eril iktidara yönelik “tehdidin” yalnızca feminist kadınlardan değil pro-feminist erkekler tarafından da gelebileceğini göstermesi bakımından feminist umutları tazeliyor. Pro-feminizmin, hem eril şiddetin çeşitli biçimleriyle yüz yüze kalmış ya da eril iktidar ilişkileri dışında toplumsallaşmış erkekler arasından yeşermesinin beklenebileceği vurgulanan çalışmada cinsiyetçi dikotomilerin sembolik iktidarı nedeniyle bizim anneden öğrenen bir toplum olmadığımızın da altı çiziliyor. Bireysel ilişkiler düzleminde cinsiyetçi kalıpların yineleniyor olmasının örneklerini kitap boyunca aktarılan erkeklerin cinsiyete ilişkin deneyimlerinden de izlemek mümkün. Babalarının kendileriyle otoriter ilişkiler kurduğunu belirten iki erkeğin (s.131), kendi çocuklarıyla kurdukları ilişkide bu kalıbı tekrar ettiklerini ve duygusal yakınlık kurmaktan kaçındıklarını (s.135-137) ilerleyen sayfalarda görmek mümkün. Kuşkusuz ki bu çarpıcı örnek Sancar’ın çalışmasının erkekliğin inşa edildiği mecraları keşfetmekteki başarısını gösteriyor. Öte yandan “anneden öğrenme”nin hem cinsiyetçi kalıpları yinelemeden hem de kadın değerleri ve bilgisini özcü bir kategoriye sıkıştırmadan nasıl gerçekleşebileceği şeklindeki feminist kuramın temel sorun alanlarından biri üzerinde düşünmeye davet ediyor.