Sunuş, "Bir Parıltı... Sonra Gece", Aykut Çelebi, s. 10-18.
Pallavi Govindnathan genç bir Hintli ressam. 2005 yılından beri Bangladeş başta olmak üzere Güney Asya ülkelerinde kadınlara yönelik asit saldırılarına dikkat çekmeyi amaçlayan resimler yapıyor.(2) Resimleri, ele aldığı konuyu anlatmak açısından kendine özgü bazı teknik yenilikleri beraberinde getiriyor olsa da, burada resmin kendisinden ziyade ele aldığı tema bizi ilgilendirmektedir. Nitekim Pallavi Govindnathan'nın esas dikkat çekmek istediği husus da bu.
Güney Asya ülkelerinin büyük bölümünde insanların gelir kaynakları elbiselik kumaş üretiminden ve dokumacılıktan oluşur. Bu nedenle kumaş ve iplikle ilgili hammaddelerin piyasası diğer mallara göre hem bol, hem de ucuz. Nitekim Govindnathan da asitin hammaddesi olan sülfirik asitin iplik ve kumaş boyamacılığında yaygın biçimde kullanıldığını, hatta fason olarak atölyelerde üretildiğini belirtmektedir. Piyasada bulunması en kolay ve en ucuz maddelerden biri olan sülfrik asit kadınlara yönelik şiddetin artışında en önemli tetikleyicilerden biri haline gelmiştir.
Aşkına karşılık bulamayan, başlık parasını ödeyemeyeceği anlaşıldığında nişanı bozulan, mahallenin namusu kendisinden sorulan erkekler, yüzlerine asit atarak kadınları sonsuza kadar cezalandırmaktadırlar. Sonsuza kadar cezanın en can alıcı kısmı kadınların cinsiyetlerinin inkârıdır. Bir başka amaç, kadınların gelecekte bir hayat kurabilme ihtimallerini ortadan kaldırmaktır.(3) Kadın hareketlerinin seslendirdiği olağanüstü şiarda denildiği gibi, "sonsuz çeşitlilikte, aynı monotonlukta", asit saldırıları, erkek polislerin, erkek hâkimlerin, baba, koca ve abilerin sessiz ortaklığında kadınları çevreleyen bir uğultuya dönüşmüştür.(4) Saldırganların yakalanmaması, yakalandıkları nadir örneklerde sembolik sayılabilecek cezalar almaları; yasalarda ırz ve namusa yönelik ağır cezalar söz konusu olduğu halde, asit saldırılarının bu başlıklar altında değerlendirilmemesi, saldırılara açıkça davetiye çıkarır niteliktedir. Kadınların güzelliğini keşfedebilmek için ikinci bir örtüyü kaldırmak, asitin tahrip ettiği yüze cepheden bakabilme cesareti gerekiyor.
Pallavi Govindnathan bir sanatçı olarak asit tarafından tahrip edilmiş yüze cepheden bakabilmenin kendine özgü bir yolunu arıyor. Bu yöndeki çabasında en önemli desteği bizzat kadınların kendisinden, hayatta kalma azimlerinden, sorunla başedebilme, asiti hukuken bir suç, siyasal bir tema haline getirebilme irade ve mücadelelerinin ürünü olan Acid Survivers Foundation'dan almış.
Asit saldırılarının bir şiddet eylemi olduğu konusunda hiç kimsenin şüphesi yok. Ama sahiden öyle mi? Eğer asit saldırısı bir şiddet eylemi ise ne tür bir şiddet eylemidir? Örneğin aile içi şiddetle ne türden benzerlikler taşıyan bir şiddet eylemi bu? Ya savaşla, şiddetin en yoğun biçimlerinden biri olan savaş ile asit saldırısını şiddet başlığı altında incelemek mümkün müdür? Devrim ile asit saldırısını aynı başlık altında nasıl toplayabiliriz? Bir şiddet eylemi nedir? Şiddet sınıflandırılabilir mi? Asıl şiddet nedir? Şiddet zor ya da iktidardan ayrı düşünülebilir mi?
Yukarıdaki soruları tek hamlede cevaplayabilmek sanıldığından daha zor. Çünkü şiddet yaygınlaştıkça şiddeti anlamak, şiddeti tasnif etmek neredeyse dünyayı anlamak kadar zorlaşıyor. Georges Sorel 1906 yılında, "Şiddet Üzerine Düşünceler"de şiddet konusunun hâlâ büyük oranda belirsiz kalışından söz etmişti. Hannah Arendt altmış yıl sonra, Sorel'in tespitinin eskiye oranla çok daha fazla geçerli olduğunu belirtiyordu.(5) Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı sonunda Sorel'i ve Arendt'i şiddetin belirsizliği konusunda aynen onaylıyoruz. Kuşkusuz bu, şiddeti kavramaya çalışmaktan vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Sadece şiddetin, Edip Cansever'in Masa şiirinde olduğu gibi, üzerine kondukça anlam ve işlevini dönüştüren nesnesinden yola çıkılması gerektiği vurgulanmak istenmektedir.
Şiddete dair en önemli tarif fiziksel zor içermesi, müessir bir fiil olmasıdır. Bunlar cürüm başlığı altında toplanır. Yukarıdaki örnekte vücut bütünlüğüne yönelik bir eylem ya da davranış söz konusu. Asit fırlatma özel olarak bir zor içermeyebilir. Anayasal bir demokrasiye sahip olmayan ülkelerde kime yöneldiğine bağlı olarak bir cürüm bile kabul edilmeyebilir. Üç bileşenden ikisinin geçerli olmadığı bir davranışa yine de şiddet eylemi denilebilir mi? Moral açıdan kuşkusuz evet. Ama ya hukuksal açıdan? Şiddete dair tartışmanın en önemli yol ayrımlarından biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şiddeti amaç-araç sarmalında, hukuksal bir norma dayanmadan tarif etmek imkânsızdır. Şimdi başlangıç noktasına geri dönelim. Şiddet denilince ilk akla gelen fiziksel zor öğesidir. Peki her zor kullanımı kendinde bir şiddet midir? Örneğin John Dewey bu soruya olumsuz bir yanıt vermiştir.(6) Şiddet, enerjinin sakınımı ilkesine aykırı biçimde, gücün yanlış ya da orantısız kullanımının sonucunda ortaya çıkar. Kısaca her zor kullanımı kendinde bir şiddet içermeyebilir. Şiddet, iktidarın yanlış kullanıldığı, yıkıcı olduğu yerde ortaya çıkar. Nitekim hem Türkçede, hem de başka dillerde kudret ile iktidar farklı anlamlara gelir. Şiddet iktidar siyasetinin bir parçasıdır.
Kullanılan iktidarın şiddete dönüşebilmesi zorun taammüden ve bilinçli bir biçimde kullanılmış olmasını gerektirir. Şiddet, kişi ya da kişilere yönelik psişik ve/veya fiziksel hasar vermeye yönelik bir cezalandırma eylemidir. Asit saldırıları her iki anlamda da birer şiddet eylemidir. Tıpkı aile içi şiddet olaylarında, hınç eylemlerinde, kan davalarında, tutku suçu altında meşrulaştırılan aslında kadınlara yönelik düpedüz adi cinayetlerde, savaşlarda, amok koşusunda, insanlar arası husumeti tırmandıran şiddette olduğu gibi. Ama şiddetin zor ve cürüm ile ilişkisi hâlâ yanıtlanmayı bekliyor.
Bu durum, şiddete dair ikinci bir sınıflandırmayı zorunlu hale getirmektedir: Bir şeyin ihlali olarak şiddet. Neyin ihlali? Her şeyden önce bir hakkın ihlali olarak şiddet.(7) Hak ve hukukun ne olduğu ve nasıl anlaşıldığı meselesi uzun süre şiddetin bir unsuru olarak kabul edilmedi. Oysa bu kitapta yer alan metinlerin neredeyse tamamı şiddetin aynı zamanda bir hukuk yaratma potansiyeli olduğundan hareket ediyor.
O halde elimizde şiddeti anlamaya yönelik biri minimalist (zor ya da cebir kullanımı), diğeri de daha geniş ve kapsamlı (ihlal olarak şiddet)(8) iki şiddet anlayışı var. Şiddet denilince akla öncelikle minimalist şiddet gelir. Daha kapsamlı bir bakış açısından konuya yaklaşmak, şiddetin zor, fiil ve bilinç öğelerini bulandırdığı gerekçesiyle pek makbul görülmez. Söz konusu yaklaşım, şiddetin niteliğine dair önemli bazı saptamalara sahip olmakla birlikte, esasen son derece dar bir bakış açısına dayanmaktadır. Dar bakış açısı şiddeti, gündelik varyantlarıyla birlikte, salt toplumsal kökenli ve/veya kişiler arası şiddet biçiminde kavrar. Savaş, silahlı mücadele, terör eylemleri vb. şiddetin siyasal gerekçelerini, örgütlü suçları da içerecek biçimde, şiddetin ekonomik nedenlerini ihmal eder.(9) Siyasal ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan şiddetin yirminci yüzyılda, kaba bir hesapla 148 milyon kişinin ölümüne ve katledilmesine neden olduğu düşünüldüğünde, şiddetin daha geniş kapsamlı bir değerlendirmesinin zorunlu olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Siyasal ve yapısal şiddet öğeleri, devletin ve egemen iktidarın ürünüdür. Bu nedenle devletin ve iktidarın hukuksal statüsünü açıklığa kavuşturmak, devletin bağrında yeşeren ve iktidarca korunan, kollanan şiddeti tartışmaya açmak gerekir. Bu hiçbir biçimde şiddetin minimalist boyutunu gözden kaçırmak anlamına gelmez. Aksine şiddetin de facto bir biçimde ayrıştırılmasının fiilen imkânsız olduğunu, de jure ve in toto şiddetin iki yönünün bir sarmal gibi yapılandığını görmemizi sağlar. Örneğin, asit saldırılarının müessir bir fiil olmasına karşın, mağdurun kendisinden utanmak zorunda bırakıldığı ebedi bir dışlanma, hayatın geri kalan kısmının müebbet bir hapis gibi yaşandığı gerçeği, hak ihlali hususu ortaya konmaksızın açıklanamaz. Haklara sahip olma hakkı ya da temel hakların devlete karşı yürütülen hak mücadelelerinin sonucunda geliştiği hesaba katılmazsa, asit saldırıları neden-sonuç, amaç-araç diyalektiğinde sıkışıp kalacaktır.
Bu kitapta yer alan metinler şiddetin bu iki hali arasındaki geçişliliğin ilk elde sanılandan çok daha fazla olduğunu, esasen böyle bir sınıflandırmanın imkânsızlığını dile getiriyor. Kitabın, eğer varsa, yegâne savı budur. Bu ise, şiddetin iktidar mantığına, hukuktaki norm-yasa, amaç-araç karşıtlığına hapsolduğunu kabul etmek demektir. Kitapta, Robert Cover hariç, şiddet sarmalının kırılması gerektiği konusundaki oydaşma, şiddetin tahakkümle bağıntısı ve nasıl ortadan kaldırılması gerektiği sorusuna evrilerek yerini, bunun mümkün olup olmadığı hususunda birbiriyle çelişen açıklamalara, polemik ve tartışmalara bırakmaktadır.
Kitabın merkezinde Walter Benjamin'in artık klasik kabul edilen, 1921 tarihli bir gençlik dönemi yazısı, "Şiddetin Eleştirisi Üzerine" yer alıyor. "Şiddetin Eleştirisi Üzerine" aynı zamanda kötü şöhretli bir metin. Metnin kötü şöhreti içrek bir dille yazılmış olmasından, kısaca anlaşılma zorluğundan geliyor. Her metin, zaman sınavından eksilerek çıkar. Aynı şey zamana dayanıklı metinler için de geçerlidir. "Şiddetin Eleştirisi Üzerine"nin zorluğu aktüelliğinin zaman içinde kaybolmasından değil, Yahudi mistisizmindeki teoloji karşıtı dinsellikle, savaş, devlet ve düzen karşıtı mesiyanik, anarşist bir siyaseti buluşturma çabasından kaynaklanmaktadır. Bu yönüyle "Şiddetin Eleştirisi Üzerine" her daim zor ve zorlu bir metin oldu; öyle görünüyor ki, bundan sonra da her türlü yoruma, açıklamaya ve yanlış anlamaya müsait olacaktır.
"Şiddetin Eleştirisi Üzerine"nin iki ana teması var. Birincisi, yasanın ve hukukun amaç-araç ilişkisi içinde şekillendiği; hukukun adaletle ilgisi olmayan bir biçimde iktidarı ve devleti meşrulaştıran yönünün varlığı. Yasa koyan ve yasa koruyan iktidar mantığı olarak zor ya da şiddet, bu sarmaldan, amaç-araç ikiliğinden doğuyor. Hukuk esasen yasanın kökeninde yer alan şiddeti (devleti) ya amaca uygun (doğal hukuk) ya da amaçları düzenleyen uygun bir araç (pozitif hukuk) açısından işlevselleştiriyor.
"Şiddetin Eleştirisi Üzerine"deki ikinci tema, amaç-araç sarmalının, kısaca devletin ve iktidarın kökenindeki şiddetin ortadan kaldırılmasının mümkün olup olmadığı sorusu etrafında şekillenmiştir. Benjamin ilahi şiddetin, tıpkı dilsel değiş-tokuşa ve iletişime hizmet etmeyen, sadece kendiliği tarif eden adlar gibi, şiddeti hiçbir amaca hizmet etmeyen saf araçlar biçiminde hayal etmeyi mümkün kılabileceğini düşünüyordu. Proleter genel grev, Benjamin'e göre, ilahi şiddetin saf bir araç oluşuna iyi bir örnektir. Proleter genel grev bir amaca, mesela hakiki bir düzene hizmet eden bir araç olmayıp düzenin ilgasıdır.(10)
Şiddet Jacques Derrida'nın bütün yapıtlarına eşlik etmiştir. Daha doğrusu Derrida'nın yapıtı şiddet sorununca sarmalanmıştır. Adının duyulmasını sağlayan ilk ve en önemli metinlerinden biri olan "Şiddet ve Metafizik"de Derrida şiddeti üç açıdan ele almıştı: Birincisi, dilin kurucu şiddeti, dildeki kökensel şiddetti. Özel adların bütünselliğine yönelik bir şiddetti bu. Özel adlar biriciklik talep eder. Oysa biricikliğin kendisi dilde ancak farklılıklar sistemi içinde işler. Dil, özel adın biricikliğinin imkânsızlığının kanıtı, şiddetin kendisidir. Biricikliği ancak hayal edebilir, kendinde özel ad olamayacağını, bunun sadece düşlenebileceğini öğreniriz. Bu, kökensel şiddettir. İkinci aşama farklılıklar sisteminin özel adları imkânsız kılmasına bir tepki olarak ortaya çıkar; kökendeki şiddetin arîziliğine inanır. Düzenin ve hiyerarşinin yeniden tesis edilebileceğini, telafisinin mümkün olduğunu düşünür. Derrida buna "moral şiddet" der. Savaş, tecavüz, kısaca şer, dildeki kökensel şiddeti geçici olarak ikame etmiştir. Üçüncüsü, ikinciye bir tepki biçiminde ortaya çıkar. Yasa tekili genel içinde, tekilliğin hakkını vererek entegre etmeyi vaat etmişti. Oysa özel adların farklılıklar sistemi içinde biricik olarak kalmasının imkânsızlığı, geçici ya da kalıcı bir düzenleme, bir norm olmasını da imkânsız hale getirmiştir.(11) Yasa tekilliklerin farklılıklar sisteminin bir parçası olduğu gerçeğini değiştiremediği sürece, yasanın genelliğini en azından tekillik, biriciklik üzerinden tesis edemez.
Derrida bu derlemede yer alan uzunca sayılabilecek makalesinde eski izleğini, Levinas'ın şiddet karşıtı metafiziğini eleştirdiği hususları korur. Amacı bu kez Walter Benjamin'in "Şiddetin Eleştirisi Üzerine" metnini yapıbozuma uğratmaktır. Derrida Benjamin'in şiddetin ötesinde bir alan bulunabileceği önerisini kaygı verici bulur. Her ne kadar yasanın/hukukun temelinde iktidarın yattığı konusunda Benjamin'le aynı düşüncede olsa da, hukuku ve iktidarı ilga eden bir yasa sonrası düşüncesine şiddetle itiraz eder. Mesiyanik anarşizmi, hakları söylemin dışına çıkaran belirsiz, karanlık adalet anlayışı nedeniyle eleştirir. Derrida'ya göre, şiddetin dışında bir dünyanın olmadığı gerçeğinin bilinmesi ile, bunun söyleme içkin olduğu bilgisi arasında esaslı bir ayrım vardır. Yasa, tekilliğin hakkını veremeyecek genel norma dayansa da, yasanın kendisi farklılıklar sistemi içinde kodlandığı içindir ki, katlanılabilecek ehven-i şer bir niteliği haizdir. Yasa adalet değildir, ama belirsizlik alanı hiç değildir. Söyleme içkin olan şiddet kısa da olsa bir parıltı, şiddet ile yasa arasındaki devridaimi gösteren yoldur. Derrida'ya göre mesiyanik anarşizmin dil felsefesi (özel adların biricikliği, saf araç konumu) ile yasanın dışında adaletin mümkün olabileceği yolundaki metafizik postülası, demokrasi dışı güçlerin hakikat talepleriyle, niyet bakımından olmasa bile, sonuçları itibarıyla aynıdır: Karanlığın ve belirsizliğin adalet olarak tecellisi.
Zeynep Direk'in yazısı, Derrida-Benjamin tartışmasının hem bir devamı, hem de Derrida'nın siyasal yazılarına dayanarak, yapıbozumun siyasal kavrayışının yetkin bir örneği niteliğinde. Direk, Derrida'dan hareketle düzen kurmanın temsili niteliğini tartışmaya açıyor. Hukuksal ve siyasal bir kavram olan kurucu iktidarın ve kurma eyleminin içerdiği şiddeti ele alıyor. Yeni bir anayasa yapımının başarısızlığa uğramasının ardından, kapsamlı anayasa değişiklik önerilerinin referanduma götürüldüğü günümüz Türkiyesinde kurucu iktidarın niteliği sadece teorik değil, münhasıran acil bir siyasal tartışmanın konusudur. Bu bakımdan Zeynep Direk'in yazısı ayrıca dikkat çekicidir. Direk'in kurucu iktidara dair tartışmasının sınırları aynı zamanda postyapısalcılığın siyasal sınırlarını göstermesi bakımından da önemlidir.
Werner Hamacher Benjamin'in izini süren çağdaş felsefecilerden biridir ve uzun zamandır edebi metinlerde dilsel dolayım üzerine eserler vermektedir. Hamacher, okuması en az "Şiddetin Eleştirisi Üzerine" kadar dikkat isteyen "Afformatif, Grev" başlıklı zorlu metninde, şiddetin tasnifinde onu saf bir araç konumuna getirebilecek yöntemsel sorunları ele almaktadır. Alman 1968'i "Şiddetin Eleştirisi Üzerine"yi ya silahlı mücadelenin bir eleştirisine indirgemiş (Adorno), ya da silahların gölgesinde iktidarın ortadan kaldırılma sürecinde bir kılavuz gibi görmüştü (Kızıl Ordu Fraksiyonu/RAF). Hamacher, metnin ikinci kısmında dile getirilen teolojik-metafizik dil açıklığa kavuşturulmadan yapılacak "seküler" yorumların yanıltıcı karakterine işaret eder. Ona göre "saf araç" konumunda şiddet, iletişime hizmet etmeyen içrek, bâtıni dili taşıyan söze eşdeğerdir; ancak bu sayede anlaşılabilir. Hamacher'e göre sorunun seküler ifadesi yine ancak dil felsefesi içinden tartışılabilir. Konuşma edimlerinde performatif dil, tasarı, niyet ve sonuçları gösteren bir edimdir. Geleneksel şiddet de böyledir: Zor içeren, zoru empoze eden bir edimselliktir şiddet.(12) Şiddetin saf araç oluşu, edimselliği dışlamadan, bir amaca hizmet etmeyen taşıyıcı rolü ile sınırlıdır. Saf şiddet, bir amaca hizmet etmeyen, bir amacın aracı da olmayan, dile getirmeyen, dil olan bir edimdir.
Agamben, İtalyanca konuşan, "çağdaş Walter Benjamin" diye anılan bir düşünür. Agamben'in "Şiddetin Eleştirisi Üzerine"ye dair yorumları teolojik-metafizik nitelikte değildir. Agamben şiddet unsurunu yalın hayatın kuşatılması, hayatın bir sınır kavram haline getirilmesi olarak kavrar. Yalın hayatın adım adım siyasal teknolojilerin konusu haline gelmesi ile insan hakları etrafında kutsallaştırılması ve işlevselleştirilmesi arasındaki tezadı ele alır. Hukuk bu noktada, yalın yaşamı kutsayan doğallık ile normu prosedürden türeten pozitif hukuk arasındaki salınımıyla hayati bir rol oynar. Agamben' in yazısı saf bir araç olarak şiddetin ne anlama geldiği hususunu tartışmaya açması nedeniyle önemlidir. Agamben son derece doğru bir gözlemle, Benjamin'de saflığın mutlak ve koşulsuz bir dışsallık anlamına gelmediğini ortaya koyar. Agamben'de saf bir araç olarak şiddete dair söylenebilecek en önemli şey ise, koşulsuz dışsallığı değil, hukukun işlevsel söyleminde ifade edilemeyen şeylerin dile getirilmesini mümkün kılan yanıdır. Saflık, varlığın ya da sözün kendisinde bulunmaz, ondan südûr etmez. Dilin bu özelliği sayesinde saflığı düşünebilir, doğanın kavranması dahil olmak üzere, saflığı kavramlaştırabiliriz.
Robert Cover, genç yaşında mesleğinin önde gelen isimlerinden olmuş bir hukuk profesörüdür. Derrida'dan çok önce yasanın bir yorumlama çerçevesi, yorumsal ve aynı oranda esnek bir edim olmayıp şiddet içeren bir düzen olduğunu söylemişti. Cover, kısaca, yasa koyucu ve yasa uygulayıcı arasında açıklığa kavuşturulması gereken bir yorumbilgisel boşluk olmadığını ortaya koymuştu. Cover'ın en önemli tezi, yasanın şiddetle kuşatılmış olduğu ve esasında cezalandırma edimi gölgesinde, son derece hiyerarşik biçimde çalıştığıdır. Cover'ın metni sadece açık ve meseleyi net bir biçimde ortaya koymakla yetinmez; geniş bir entelektüel birikimin ve uygulamadan çıkarılan derslerin ürünüdür.
Kitabın kapanış yazısında Aykut Çelebi şiddeti, kitaptaki metinler etrafında ele alıyor. Çelebi'nin yazısı kitabı oluşturan metinlerin arka plan bilgileri ile bazı kapalı yönlerini açma amacını taşıyor. Çelebi şiddeti siyasetin başka araçlarla devamı olarak gören anlayışa karşı, şiddete karşı siyaset hakkını, şiddeti normalleştiren araçsallık yerine yeni bir "siyasal" kavrayışın icat edilebilirliğini tartışıyor.(13)
Notlar
(1) Bir Parıltı... Sonra Gece: Charles Baudelaire, "À une passante" (Geçen Bir Kadına) şiirinden bir dize. Orijinali "Un éclair... puis la nuit!"; Türkçesi: Baudelaire ve Kötülük Çiçekleri içinde, çev. Suut Kemal Yetkin, Varlık, 1967. Türkçe çeviride parıltı yerine şimşek denilmiş. Her ikisi de doğru. Ama kendi adıma parıltı demeyi tercih ediyorum. Yukarı
(2) Türkçede asit yerine kezzap denilmekte, anılan saldırılar ise yüze kezzap atma ya da fırlatma olarak bilinmektedir. Kezzapın ana bileşeni nitrik asittir. Oysa Pallavi Govindnathan'ın söz ettiği asit saldırılarında sülfirik asit kullanılmaktadır. Sonuçta saldırının amacı, hedefi ve aracı bakımından kezzap ve asit saldırıları aynı anlama gelse de, şiddet aracının ekonomi politiğini göstermesi bakımından ayrıma dikkat edilmelidir. Bkz. Pallavi Govindnathan, "Acid Violence Against Women in Bangladesh", Public Culture, cilt 22 (1), 2010, s. 8. Yukarı
(3) P. Govindnathan, a.g.e., s. 9 ve 11. Yukarı
(4) Şiddetin yapısal unsuru olan şiddet aracına erişebilme koşullarının uygunluğu asit saldırılarının kapsamının genişlemesine yol açtı. Govindnathan asit saldırısı mağduru erkeklerin sayısında da artış olduğunu belirtiyor. Yukarı
(5) Bkz. Vittorio Bufacchi, "Two Concepts of Violence", Political Studies Review, cilt 3 (1), 2005, s. 199. Yukarı
(6) Aktaran V. Bufacchi, a.g.y., s. 195. Yukarı
(7) V. Bufacchi, a.g.y., s. 196 ve "Rethinking Violence", Global Crime, cilt 10 (4), 2009, s. 293-7; Etienne Balibar, "Reflections On Violence", Historical Materialism, cilt 17 (1), 2009, s. 120 vd. Yukarı
(8) Bkz. Keith Krause, "Beyond Definition: Violence in Global Perspective", Global Crime, cilt 10 (4), 2009, s. 337. Yukarı
(9) K. Krause, a.g.y., s. 338-9. Yukarı
(10) Susan Buck-Morss, ilahi şiddetin Badiou'daki "olay" kavramına çok benzediğini belirtir. Tıpkı olay gibi ilahi şiddet de, yapısal ya da cürüm amaçlı olmayan, şiddetin tarihsel devamlılığın, yani egemenliğin ve iktidarın yeniden üretilme koşullarıyla bağıntısı içinde ele alınmalıdır. İlahi şiddet tarihsel bir kesintiyi işaret eder; tarihsel kesintinin ya da kopmanın gerekliliğine atıfta bulunur. Bkz. S. Buck-Morss, "Visual Empire", Diacritics, cilt 37 (2-3), Sonbahar, 2007, s. 172. Yukarı
(11) Derrida'da şiddetin kurucu bir unsur olarak ele alındığı ve yukarıda belirtilen hususların mükemmel bir biçimde tartışıldığı bir yazı için bkz. Samir Haddad, "A Genealogy of Violence, From Light to the Autoimmune", Diacritics, cilt 38 (1-2), 2008, s. 124 vd. Yukarı
(12) Bu şiddet tarifi, genel kabul gören, şiddetin zor içerdiği fiili ile uyumludur. Yukarı
(13) Tartışmanın Etienne Balibar'ın ve Irving Wohlfarth'ın bu konudaki benzer görüşleri ışığında derinleştirilmesinde yarar var. E. Balibar için bkz. "Reflections on Violence", a.g.y., ve "Marxism and War", Radical Philosophy, no. 160, Mart-Nisan 2010, s. 17. Wohlfarth için bkz. "Spectres of Anarchy: Walter Benjamin and Red Army Faction", Radical Philosophy, no. 154, Mart-Nisan 2009, 3. Bölüm. Yukarı