Ebru: Sudaki yansımalar, Ayşe Gül Altınay
Ebru, Türkiye’deki kültürel çeşitliliği görünür ve anlaşılır kılacak yeni bir dil arayışı. Attila Durak’ın merak, tutku ve yoğun emekle dolu yedi yıllık yolculuğundan doğan bu çalışmanın temel referans noktası, suda hayatı yansıtarak önümüze bin bir olanak çıkaran bir sanat türü. Ebru sanatçısı, eserini suda yaratır, ardından kâğıda geçirir. Su temelli olan ebru, akışkanlık, esneklik, geçişkenlik ve değişkenlik çağrıştırır.* Bir metafor olarak "ebru", 21. yüzyıl başlarında kültürel politikanın yeni ve eski ikilemleri üzerinde düşünmek için sıkça kullanılan "mozaik" gibi metaforlardan çok daha anlamlı bir alternatif olabilir. "Kültür" ve "kimlik"leri hapsetmeden, fosilleştirmeden kültürel çeşitliliği tartışmanın yollarını bulabilir miyiz? Milliyetçi, etnisist, dinsel ve diğer "özcülüklerin" (essentialism) ötesine nasıl geçebiliriz? Tarihte ve bugün yaşanan şiddeti sorunsallaştırırken etkileşim, diyalog ve bir arada yaşama gibi dinamiklere gözlerimizi kapatmamayı nasıl başarabiliriz? Hem kayıpların üzüntüsünü ve acısını yaşayıp hem de nostaljik bir saflık ve masumiyet duygusu yaratmaktan kaçınabilir miyiz? Bugünü ve geleceği sessizliğe gömmeden, geçmişi yeniden düşünmek için hangi araçlara sahibiz? Bir metafor ve görsel-metinsel bir yolculuk olarak Ebru (ki bu yolculuk ne burada başlıyor, ne de burada sona eriyor), asimilasyon ve bir tür çokkültürcülüğün benzer biçimlerde önümüzü kapatan çerçevelerine alternatif bir arayışı temsil ediyor.
* Ebru üretimi burada anlatılandan daha karmaşıktır. Renkler ayrı bir yüzey üzerinde karıştırılır, daha sonra su üzerinde tasarım oluşturulur. Ebruda akışkanlık ve geçişkenlik gibi kavramlara referansımız, ebru tekniğinin düz bir tasviri olarak okunmamalıdır.
21. yüzyılın başlarında kültürel politika
20. yüzyılın son çeyreğine, eşzamanlı ama birbiriyle çelişen iki gelişme damgasını vurdu. Bir yandan, "kültür" ve "kimlik" kavramları yerel, ulusal ve uluslararası politikayı muhtemelen tarihte hiç görülmedik ölçüde tanımlamaya başladı. Öte yandan, bu iki kavrama ilişkin varsayımlar bir dizi politik ve akademik tartışmada radikal bir şekilde sorgulandı, hatta altüst edildi. Buradaki değerlendirmemiz için üç grup eleştiri özellikle önem taşıyor:
1) Ulus ve etnisiteye ilişkin özcü yaklaşımların eleştirisi,
2) Antropolojide kullanılan "kültür" kavramının eleştirisi,
3) Çokkültürcülüğün "mozaik" versiyonunun eleştirisi.
Ulus ve etnisite. 1882’de Ernest Renan ulusu "içinde yaşadığımız çağın kanunu" diye tanımlamıştı. Gerçekten, geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca, ulus ve ulus-devlet kavramları politik tasavvurun ve örgütlenmenin "kanunu" oldular. Uluslar, çok az istisna dışında, aynı tarihi ve kültürü paylaşan özdeş bireylerin oluşturduğu cemaatler olarak tahayyül edildiler. "Ortak kültür" ise çoğu zaman, dil, din, etnisite ve "ırk" gibi özelliklere dayandırıldı. Bu süreçte ulus-devletler kendilerine iki önemli görev biçtiler. Bunlardan biri, ulusun benzersiz niteliklere sahip, kadim (dolayısıyla ezeli-ebedi) bir homojen varlık olarak anlatılmasıydı ki milliyetçi tarihyazımı burada önemli bir rol oynadı. Ulus, genellikle tek bir etnik grupla özdeşleştirildi ve tarih, o etnik grubun tarihi olarak yazıldı. Bu çerçevede etnisite de "ilksel", birörnek ve statik olarak kurgulandı. Ulus-devletin ikinci görevi, sınırları içinde kalan nüfusu homojenleştirmekti. Standart ulusal dil (bazı devletlerde diller), ülke çapında iletişim ve uyum aracı olarak ön plana çıktı.
Kuşkusuz bunlar birdenbire ve kendiliğinden olmadı. Fransız Devrimi’nden 70 yıl sonra Fransızca, Fransa yurttaşlarının yarısı için hâlâ yabancı bir dildi; nüfusun dörtte biri ise bu dili hiç bilmiyordu (Weber 1976, 67-70). Benzer şekilde, 1861’de İtalya’da ana dili İtalyanca olanların oranı yalnızca yüzde 2,5’tu (Eley ve Suny 1996, 7). Ulus inşası süreçlerinin büyük başarısı, bir yüzyıl sonra çoğu ulus-devlette yaşayanların bu "olguları" hiç bilmemesiydi (hatta tasavvur bile edemeyecek konumda olmasıydı). Zorunlu milli eğitim ve zorunlu askerlik gibi ulus-devlet pratikleri, bu başarının sağlanmasında merkezi araçlar olarak işlev gördü. Kültürel çeşitliliği tamamen silen ya da önemsizleştiren (Trouillot 1995) milliyetçi tarihyazımları, standartlaştırılmış ulusal dilde öğrencilere ve askere gidenlere (her iki gruba da üniforma giydirerek) aktarıldı, yazılan "şanlı" tarihle gurur duymaları sağlandı.
1980’lerin başlarında milliyetçilik incelemelerinde yaşanan paradigma kayması, ulus-inşa sürecini düşünmemiz için bize yeni bir söz dağarcığı kazandırdı. Antropolog Benedict Anderson (1983), ulusları "hayali cemaatler" olarak tanımladı; bu cemaatlerin tahayyül edilmesinin matbaa kapitalizmi gibi belirli gelişmelerle mümkün kılındığını gösterdi. Sosyolog Ernest Gellner, şu satırları yazarak uluslar ile milliyetçilikler arasında sorgulanmadan kabul edilegelen ilişkiyi yeniden tanımladı: "Milliyetçilik, ulusların kendi bilinçlerine varmaları değildir. Milliyetçilik, halihazırda mevcut olmayan ulusları icat eder" (aktaran: Anderson 1991, 6). Aşağı yukarı aynı zamanda Eric Hobsbawm ve Terence Ranger gibi tarihçiler, "ulusal geleneklerin" kadim tarihten gelmediğine, yakın tarihte "icat edilmiş" olduğuna ilişkin çarpıcı örnekler sundular. Ulusların ve etnik grupların kadim veya homojen olduğunu sorgulanmayacak bir gerçek olarak kabul etmek artık mümkün değil. Günümüzde yapılan araştırmaların çoğu, kadimlik ve homojenlik söylemlerinin tarihsel olarak nasıl üretildikleri ve nasıl egemen söylemler haline geldikleri gibi konulara yoğunlaşıyorlar.
Kültür ve kimlik. Benzer bir dönüşüm kültür ve kimlik incelemelerinde de yaşandı. Kültürün incelenmesiyle en yakın bağı bulunan disiplin olarak kültürel antropoloji, 1980’li yıllarda bir özeleştiri dönemi geçirdi. Bu bağlamda bütünlüklü, zaman aşırı ve başkalarından kopuk birimler olarak kültürlere bakan yaklaşımlar radikal bir şekilde sorgulandı (Abu-Lughod 1991, 147). Bugün antropologlar arasında kültüre ilişkin yaygın bir görüş birliği söz konusu: Kültür "ne tasvir edilecek bir nesne, ne de nihai yorum getirilebilecek simgeler ve anlamlardan oluşan bir bütündür. Kültür tartışılır, zamansal olarak değişir ve sürekli oluşum halindedir" (Clifford 1986, 19).
Ulusal homojenlik gibi kültürel homojenlik de kültüre ilişkin politik, popüler ve akademik temsillerle üretilen ve idame edilen bir efsaneden ibarettir. Çeşitli nedenlerle tehlikeli bir efsanedir bu. Her şeyden önce, "biz" ile "ötekiler" arasında öze dayalı bir fark kurgulayarak milliyetçilik, ırkçılık, sömürgecilik veya oryantalizm gibi ideolojileri besler, onlardan beslenir. İkinci olarak, bu yaklaşım, kültürlere homojen bütünler olarak bakarak, her bir kültürel grup içindeki iktidar ilişkilerini ve farklarını gizler. Dolayısıyla, kültürün insanlar arasındaki farklılığın temel kaynağı sayılıp fetişleştirilmesine katkıda bulunur. İnsanlar birbirlerinden yalnızca kültür açısından farklıymış gibi bir anlayış yaratır.
20. yüzyıl hem olağanüstü yaratıcılığın hem de tasavvur bile edilmesi güç yıkımların yaşandığı bir dönem oldu. Gerek ulus-devletler arasındaki savaşlar gerekse iç savaşlar, geçen yüzyılda yeryüzünde yaşayan çoğu insanın hayatında belirleyici rol oynadı. Pek çok savaş, etnik kıyım ve soykırım, kültür, ulus ve kimlik gibi özselleştirilmiş kavramlara başvurularak meşrulaştırıldı. Ulus-devlet inşasının homojenleştirici teknolojileri daha incelikli tahribatlar da yarattı. Örneğin belirli diller, lehçeler ve yerel kültürel pratikler yok edildi.
Bu fiziksel ve simgesel şiddet hareketlerine bir karşılık, "eşit onur politikası"nın (politics of equal dignity) geliştirilmesiyken, bir başka karşılık da "farklılık politikası" oluşturulması şeklinde kendini gösterdi (Taylor 1994). İlki, birey haklarının evrenselci bir biçimde anlaşılmasına dayanıyor ve farklılığa körlüğü gerekli kılıyor; ikincisi ise, birey ve grup kimliklerindeki benzersizlik ve farklılığı kabul etme ihtiyacına vurgu yapıyordu. İnsan hakları bağlamında yapılan mücadeleler ilk başlarda dayanak noktası olarak eşit onur politikasını kullanıyordu. Daha sonraları, insan hakları talepleri, farklılık politikasıyla güçlenen "kültürel haklar" talebiyle daha karmaşık bir boyut kazandı.
Çokkültürcülük. Çokkültürcülük politikası, Charles Taylor’ın "farklılık politikası" adını verdiği yaklaşımdan gelişti. Çokkültürcülük için yaygın olarak kullanılan metafor, her bir rengin bir etnik veya kültürel birime karşılık geldiği "mozaik" metaforu. "Mozaik" metaforuyla farklı kültürlerin yan yana, barış içinde bir arada yaşamasından doğan güzellik ve zenginlik vurgulanıyor. Her kültür, benzersiz ve diğer kültürlerle eşit sayılıyor. Bu da, çok daha eski bir ilkeye, "kültürel görececilik" ilkesine dayanıyor.
20. yüzyılda uzun bir süre boyunca kültürel antropologların benimsediği bir ilke olan kültürel görececilik, aslında sömürgecilik, ırkçılık, milliyetçilik ve etno-merkezciliğin ayrımcı pratiklerine karşı önemli bir cevaptı. Son zamanlarda bu ilke, çağdaş kültürel politikanın dışlayıcı pratiklerini gözler önüne sermek ve sınıfları, ders kitaplarını, parlamentoları, edebiyatı, medyayı ve işyerlerini daha çeşitli kılmak amacıyla yaratıcı bir şekilde kullanıldı. Antropolog Renato Rosaldo’nun Kuzey Amerika’da üniversitelerin değişen çehresi bağlamında söylediği gibi, "çeşitlilik… öngörülebilir rahatsızlık ve dirençten daha fazlasına yol açıyor. Sınıflar çeşitlilik kazanmaya başladığı anda, değişim başlıyor." (Rosaldo 1993, xiii). Gerçekten, olumlu ayrımcılık veya Kuzey Atlantik dışından gelen metinlerin ders programlarına dahil edilmesi gibi politikalar, farklı kültürel "gelenekleri" benimseyen yurttaşlar arasında "eşit onur"un oluşumu yönünde önemli adımlar oldu.
Ama benim burada "mozaik çokkültürcülüğü" adını vereceğim bu "farklılık çokkültürcülüğü" (Turner 1993), yalnızca mevcut norm ve pratikleri korumak isteyenlerin değil, aynı zamanda bunları radikal bir şekilde değiştirmek isteyenlerin de ciddi eleştirilerine uğradı. Özselleştirici bir kültür ve kimlik anlayışını pekiştiren mozaik çokkültürcülüğü, kültürel homojenlik, sınırların keskinliği ve kopukluk çağrışımları yaratıyor. Mozaiğin farklı "renkleri", etkileşim imkânı bırakmayan kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Sert yüzeyiyle mozaik, değişmez bir "kimlik" duygusuna işaret eder, dolayısıyla tarihin ve tarihsel dönüşümlerin unutulması tehlikesini beraberinde getirir. Bir başka deyişle, yukarıda ele alınan özselleştirilmiş "kültür" kavramının bütün sorunlarını bünyesinde taşır.
Mozaik çokkültürcülüğünün eleştirisinden hareket eden araştırmacılar, alternatif kavramlar ürettiler. Örneğin antropolog Terence Turner, antropolojinin eleştirel içgörülerini kültür, etnisite ve kimlik gibi kavramlarla birlikte düşünerek "eleştirel çokkültürcülük" terimini öneriyor. Eleştirel çokkültürcülük, Henry Louis Gates’in, çokkültürcü yaklaşımda kültürlerin "etnik grupların sabit mülkü olarak değil, geçişken, dinamik ve etkileşimsel" olduklarının kabul edilmesi gerekliliği konusundaki uyarısına dayanmaktadır (aktaran: Turner 1993, 419). Burada amaç, "kültürel çeşitliliği, daha canlı, açık ve demokratik bir ortak kültür yaratmak için hem egemen kültürün hem de azınlık kültürünün paylaştığı temel kavram ve ilkelere meydan okuyacak, bunları gözden geçirip görelileştirecek bir temel olarak kullanmaktır" (Turner 1993, 413).
Eğer eleştirel çokkültürcülük akademik bir girişim olmanın ötesine gidecekse çokkültürcülük konusundaki popüler söylemlerle diyaloğa girmesi gerekir. Farklılık çokkültürcülüğünün gittikçe gelişen akademik eleştirisi ile kültürel çeşitliliğin temsil edilişinde her zamankinden daha popüler hale gelen "mozaik" metaforu arasındaki uçurum nasıl kapatılabilir? Ulus, etnisite, kültür ve kimlik kavramlarına ilişkin sosyal bilimlerde ve diğer beşeri disiplinlerde bugün ifadesini bulan eleştirel düşünce, günlük politikaya ve pratiğe nasıl aktarılabilir? En önemlisi, hâkim "kültür"lerin mevcut hegemonyalarını korumayı hedefleyen asimilasyonist ve muhafazakâr politikanın çemberine girmeden bunu nasıl başarabiliriz?
Görsel/metinsel bir yolculuk olarak Ebru, bu yöndeki çabalara katkıda bulunmayı hedefliyor. Çalışmanın odak noktası Türkiye’ deki kültürel çeşitlilik ama anlatmak istediği, ufku ve geçerliliği bununla sınırlı değil. Aslında, bütün kimliklerin ve kültürlerin melez oldukları üzerindeki ısrarlı vurgulara (Haraway 1991, Pieterse 1995, Çağlar 1997) benzer şekilde, kültürel çeşitliliğin her yerde ebruli olarak düşünülebileceğini söylüyoruz.
"Ben kimim?"
Antropolog Leyla Neyzi’nin son kitabının (2004) dikkat çekici ismi Ben Kimim? Türkiye’de günümüzde sürdürülen politik tartışmaların çoğunun odak noktasına işaret ediyor. 2005 yılında Ebru hazırlanırken, Türkiye köklü hukuk reformlarıyla dinamik bir demokratikleşme sürecinden geçiyor, bu arada (ulusal) "biz" ve "öteki"lerin tanımıyla ilgili bir dizi konuda hararetli tartışmalar yürütülüyordu. Bu gelişmelerin arkasındaki faktörlerden biri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım süreci ise, bir diğeri de yıllardır belli bir birikim oluşturan politik ve akademik eleştirilerdi.
1980 darbesi, askeri yönetim tarafından 1982 anayasasının hazırlanması ve PKK ile güvenlik kuvvetleri arasında 1990’larda yoğunlaşan iç savaş, Türkiye’de siyasetin söylemini ve pratiğini büyük ölçüde militarize etmişti. Kutuplaşma, çatışma mantığı, şiddet ve (gerek Türk gerek Kürt) etnik milliyetçiliklerin damgasını vurduğu bu dönemde demokratikleşme ve çoğulculuk taleplerinin seslerini duyurabilecekleri bir siyaset alanı kalmamıştı. Yine de aynı dönemde, militarizasyona, milliyetçiliğe ve her türlü ayrımcılığa karşı politik örgütlenmelerin çoğaldığına tanık olduk. Feminist hareketler, insan hakları aktivizmi, gey ve lezbiyen örgütlenmeler, vicdani retçiler, şiddet karşıtı eğitim grupları ve barış girişimleri, mevcut politik söyleme meydan okuyarak farklılığa yaklaşım konusunda demokrasi bağlamında yeni bir dil önerdiler.
1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının, etnikleştirilmiş şiddetin gerilemesinin ve ab’ye katılım sürecindeki olumlu gelişmelerin sonrasında politik sistemde görece bir normalleşme, sivilleşme ve demokratikleşme yaşanmaya başladı. Bu gelişmeler, kültürel politikaya ilişkin çeşitli düzeylerde sonuçlar doğurdu, doğuruyor. Eskiden "tehdit" olarak algılanan Kürt şarkıcılar stadyumlarda konserler düzenleyebiliyor, azınlık dillerinde müzik ve kültür üretimi yaygınlaşıyor, Cumhurbaşkanı Müslüman bayramlarının yanı sıra Türkiye yurttaşlarının Noel ve Hanuka bayramlarını da kutlayan açıklamalar yayınlıyor, Süryaniler 2005’te, Cumhuriyet tarihinde ilk kez "geleneksel" 1 Nisan bahar bayramlarını kutluyor, bir süredir "Roman kültürü"nü veya "Kürt kültürü"nü geliştirmek üzere örgütlenmek mümkün.
2005’teki önemli gelişmelerden biri de, "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları" başlıklı bir konferansın Boğaziçi, İstanbul Bilgi ve Sabancı üniversiteleri tarafından düzenlenmesi ve Türkiye’nin on beş üniversitesinden önde gelen bilim insanlarının bu konferansa katılmasıydı. Türkiye’de ilk kez, inkâr ve önemsizleştirmeye yönelik resmi söyleme büyük ölçüde eleştirel yaklaşan bir bilimsel çerçevede, 1915’te Osmanlı Devleti’nde Ermenilerin tehcir ve kıyımı tartışıldı.
Bütün bunlar önemli gelişmeler. Gelgelelim, 2005 yılına aynı zamanda sokaklardaki milliyetçi taşkınlıklar, Orhan Pamuk ve Hrant Dink gibi önemli yazarların "Türklüğe hakaret"le suçlandığı birçok tartışmalı dava, Osmanlı Ermenileri konferansına katılanları adalet bakanının "milleti arkadan hançerlemek"le suçlaması ve Hakkari’de ordu mensuplarının sivillere yönelik hukuka aykırı şiddet eylemlerine giriştiği yolundaki iddialar damgasını vurdu.
Son birkaç yıldaki ironik salınımların en çarpıcı örneği, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun (İHDK) çığır açıcı bir insan hakları raporu yayınlaması, bu rapordaki tezlerin daha sonra bizzat Başbakan tarafından kullanılması ve eşzamanlı olarak raporu hazırlayan iki kişiye, Profesör İbrahim Kaboğlu ile Profesör Baskın Oran’a dava açılmasıydı. Bu rapor, egemen ulusal kimlik söylemine meydan okuduğu ve "anayasal vatandaşlık" yönünde bir adım anlamına geldiği için önemliydi. Raporda Türk yerine Türkiyeli terimi kullanılıyor, böylece Türk, Kürt, Laz veya Yahudi gibi alt-kimlikler ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı temeline dayanan üst-kimlik arasında bir fark ifade ediliyordu. Savcının raporu hazırlayanlara karşı iddianamesini hazırladığı günlerde, Başbakan Tayyip Erdoğan raporda geçen kavramları kullanmaya başlamıştı bile: "Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle aklınıza ne gelirse, hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında bir ve beraber olacağız. Alt kimliklere saygı duyacağız, yani Türk’ü Türk’üm diyecek, Kürt’ü Kürt’üm diyecek, Laz’ı Laz’ım diyecek, herkes buna saygı duymak mecburiyetindedir. Ama hepimizin bir üst kimliği var, nedir o, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız" (Hürriyet, 21 Kasım 2005).
Uluslar ve ulus-devletler üzerine yapılan araştırmaların gösterdiği gibi, bütün ulus-devlet oluşumları aynı zamanda şiddet tarihleridir. Homojenleştirme ve standartlaştırma için ağır bir bedel ödenir. Türkiye’de de çoketnili, çokdinli, çokkültürlü bir imparatorluktan bir "Türk" ulus-devletine geçiş çok sancılı bir süreç olmuştur. Özellikle Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı büyük yıkımları beraberinde getirmişlerdir. Bu süreçte Osmanlı Ermenileri gibi bazı cemaatler kitlesel kıyıma uğramış, Anadolu’daki Ermeni varlığı fiilen sona ermiştir. Aynı zamanda, Balkanlar’da Müslümanların kıyıma uğraması ve Anadolu’ya kitleler halinde göç etmesi, Osmanlı Devleti’nin daralan topraklarında yeni gerilimler yaratmıştır. 1920’lerde Türk ve Yunan milliyetçiliğine dayalı homojenleştirme siyasetlerinin sonucu olarak, iki ülke arasında yapılan "nüfus mübadelesi" iki milyon kişiyi yaşadığı yerlerden koparmış, Anadolu’yu Müslümanlaştırırken, Yunanistan’ı Hıristiyanlaştırmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Batı Avrupa’da faşizmin yükselişiyle aynı döneme denk düşen ilk yıllarında, gayri Müslimler ayrımcılıkla karşılaşmış, devletin yalnızca "(Müslüman) Türkleri" istihdam etmesini öngören yasalar çıkmış, herkesi (özellikle gayri Müslimleri) kamusal alanlarda Türkçe konuşmaya zorlamak üzere kampanyalar düzenlenmiş, Trakya’da Yahudilere karşı saldırılar düzenlenmesi yolunda kışkırtmalar yapılmış (bu yüzden 1934’te Trakya Yahudileri göç etmek zorunda kalmıştır) ve gayri Müslimlerden Müslümanlara servet transferini hedefleyen 1942 tarihli çok tartışılan Varlık Vergisi Kanunu çıkarılmıştır (Aktar 2000, Yıldız 2001). 1950’lerden itibaren Kıbrıslı Türklere karşı artan ayrımcılık ve şiddet, Türkiye’deki Rum vatandaşlara ve diğer gayri Müslimlere yönelik baskının daha da artması için gerekçe olarak kullanılmıştır. 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları, Türkiye’nin demokrasi tarihinin en karanlık sayfalarından biridir (bkz. Güven 2005). 1970’lerde gayri Müslimleri "yabancı" olarak tanımlayan ve "azınlık vakıflarının" mülk edinme haklarını ellerinden alan mahkeme kararları da aynı niteliği taşır (Oran 2004).
Son zamanlara kadar bu karanlık sayfalar, akademik araştırma ve kamusal tartışma yapılamadığı için gerçekten karanlıkta kalmıştır. Bugün eleştirel çalışmaların hızla arttığına tanık oluyoruz. Gayri Müslimlere yönelik ayrımcı politikaların yanı sıra, araştırmacılar, bütün Müslüman grupların "Türk" ve "Sünni" kimliği altında asimilasyonunu da anlamaya çalışıyor, "Kürtlük"ün bastırılmasına ve Kürtlere yönelik çeşitli iskân ve şiddet politikalarına özel ağırlık veriyorlar (Kirişçi ve Winrow 1997, Yeğen 1999). Gittikçe zenginleşen bu literatürde temel odak noktasını "devlet" oluşturuyor. Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne uzanan dönemde, resmi ideolojinin ve devlet pratiklerinin yapısökümünün son on yıldaki eleştirel çalışmaların ana çizgisini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki devlet şiddeti tek şiddet biçimi değil. Fiziksel ve simgesel şiddetin başka pek çok biçimi, günlük hayat ve yakın ilişkiler bağlamında yaşanıyor ve sürdürülüyor. Bir Alevi veya bir Sabetaycı için, "özel" hayat ile "kamusal" performans arasında yüksek bir sessizlik duvarı ve derin bir uçurum bulunuyor. Kadınlar, eşcinsel erkekler, lezbiyenler ve transseksüeller için, "ev" sıcak, güvenli bir "yuva" anlamına gelmiyor. Son yıllardaki araştırmalar ve aktivizm, bu farklı ayrımcılık ve şiddet biçimleri arasındaki bağlantıların farkında olunmasına da katkıda bulunuyor (Bora ve Üstün 2005).
Bütün bunlar, akademik özgürlük ve demokratikleşme açısından ümit verici gelişmeler. Ancak barış içinde bir arada yaşama, etkileşim, diyalog ve alışverişlerden oluşan aynı derecede önemli tarihleri anlamaya ve anlaşılır kılmaya yönelik girişimler bu tabloda hâlâ eksik. İktidar pratik ve söylemlerini yapısökümüne uğratırken, milliyetçiliğin ve mozaik çokkültürcülüğün homojenleştirici ve özselleştirici tuzaklarına düşmeden, genel olarak demokratik çoğulculuğa ve özel olarak kültürel çeşitliliğe yönelik alternatif çerçeveleri nasıl kurabiliriz? Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun tartışmalar yaratan raporu, yeni bir politik söz dağarcığı yaratmaya yönelik çok önemli bir katkı ama yeterli sayılamaz. Demokratik ve barışçıl bir gelecek için çeşitliliği daha anlaşılır, daha görünür ve daha kalıcı kılacak yaratıcı süreçlere ve çerçevelere acil ihtiyaç var.
Ebru: Bir davet
Türkiye, siyaset ve toplum düzeyinde çoğulluktan çoğulculuğa geçiş yolunda sancılı, ama çok yaratıcı bir dönüşüm süreci yaşıyor. Bu süreçte karşımıza çıkan pek çok ikilem ve ağır bir tarihsel yük var (Öncü). Elinizdeki kitap, bu ikilemlere çare olacak bütün çözümleri sunmuyor ama bir arayışa işaret ediyor. Attila Durak’ın yazısında işaret ettiği gibi Ebru, bir yolculuğun, daha doğrusu çoklu yolculukların ifadesi. Etkileyici fotoğraflarıyla pek çok yolculuk aktaran ve pek çok yol açan Attila Durak başta olmak üzere bu projeye katılan herkesin ortak duygusu, Ebru’nun, tarihin bu kritik kavşağında kültürel politika tartışmalarımıza açılım getirecek ve derinlik kazandıracak bir bakış açısı olabileceği. Bu duyguyla beslenen, son derece çeşitli dünya görüşleri ve hayat hikâyeleri, metin ve fotoğraflar, farklı dil ve üslupların rengârenk akışıyla ortaya çıkan bu kitabın ebrusunun arkasında, soru sorma, öğrenme, değişme ve değiştirme arzusu yatıyor.
Attila Durak’ın etkileyici fotoğrafları, Türklük ve Türkiyelilik tartışması için yeni görsel referanslar sunuyor. Pek çok kişi, ilk bakışta bu fotoğrafları Türkiye’deki "azınlıkların" fotoğrafları olarak algılayacaktır. Zaten böyle algılayanlarla karşılaştık. "Türkiye’yi temsil etmiyor bunlar" dedi kimileri hayal kırıklığı içinde. Kimileri de bu fotoğraflardan bazılarının Türkiye’de çekilmiş olduğuna bir türlü inanamadı. Bu kitabın sorgulamaya çalıştığı ana varsayımlar tam da bu tepkilerin içinde yatıyor.
Ebru, bir azınlıklar projesi değil. Tam tersine, "azınlık" ve "çoğunluk" kavramlarını, ayrıca özellikle "çoğunluk" hakkındaki yaygın kültürel homojenlik varsayımlarını sorgulamaya yönelik bir girişim. Ebru, her şeyden önce, bütün kimlik ve aidiyet biçimlerine ilişkin merak uyandırmayı hedefliyor. Tosun Terzioğlu’nun anlamlı yazısında belirttiği gibi, asıl mesele, yukarıdan kuşbakışı değerlendirmenin yarattığı körleştirici mesafeyi aşıp yakınlaşmayı bilmek. Aynen bu fotoğraflarda Attila’nın objektifi aracılığıyla bize açık yüreklilikle bakmaktan çekinmeyen insanlar gibi, çok katmanlı korku ve endişelerimizin üstesinden gelip birbirimizin gözüne bakabilsek neler göreceğiz acaba? Bu sayede, egemen "seyirlik-seyircilik oyunu"na (Erzan) meydan okuyup "kendi çoğul tarihlerimizi, kendi bugünümüzü" (Neyzi) anlayabilecek miyiz? Bir yandan "ben buyum" derken (ve başkalarının demesine izin verirken), bir yandan da "haydi birlikte!" (Öney) diyebilecek miyiz?
Gördüklerimiz, kafamızda ve gönlümüzde yer etmiş olanlarla şekilleniyor. Yakın dönem akademik çalışmaların da gösterdiği gibi, milliyetçi homojenlik iddiaları da mozaik çokkültürcülük varsayımları da hayatlarımızdaki çeşitliliğin üstünü örtüyor. Akışkanlık, hareket, esneklik, geçişkenlik ve değişkenlik çağrıştıran görsel bir metafor olarak "ebru", "mozaik" gibi alternatiflere nazaran çok daha anlamlı ve olanaklı görünüyor. Alan Duben’in çok güzel ifade ettiği gibi, "kısa dönemde etnik kimlikler, bu kimlikleri taşıyanlara ve onları gözlemleyenlere gayet doğal ve aşikâr görünür; ama konuya mesafeli yaklaşıp tarihin uzun dönemli hareketine bakanlarımız açısından, söz konusu kimliklerin sürekli değişim geçirdiği, zaman içinde ancak belli bir anda kesin çizgilere kavuştuğu açıktır. Paganlar Hıristiyan olur; Hıristiyanlar, Müslüman; Ermeniler ve Arnavutlar, Türk… Sünni ve Sufi, Türk ve Kürt kimlikleri, aynı kişide çoğu zaman ayrılmaz şekilde birleşir."
Su ve kâğıdın yaratıcı bir şekilde bir araya getirilmesi anlamına gelen ebru, aynı anda hem tarihsel akışı hem de "geçici kalıcılığı" kavramsallaştırmak için çok olanaklı bir kavram. Ebru’yu oluşturan fotoğraflar, tarihsel, kültürel ve insanlararası akışkanlığın derinliklerine işaret ederek hem bu akışın hem de "geçici kalıcılığın" ifadesi olarak karşımıza çıkıyorlar. Dahası, bu "geçici kalıcılık", mevcut homojenleştirilmiş "kültür" ve "kimlik" anlayışından önemli ölçüde ayrılıyor. Fethiye Çetin’in ve Nebahat Akkoç’un etkileyici yazılarında işaret edildiği gibi, "kimlik krizi"yle karşılaşılması, hareket ve etkileşimi ciddiye alan çoğulcu yaklaşımlardan ziyade, homojenleştirici kimlik politikasının sonucu olmaktadır. Musa Dağdeviren aynı gözlemi mutfak kültürü ve yemek için yapıyor. Bu kitaptaki yazarların bazıları "akış" ve değişen aidiyet biçimlerini hayatlarının merkezinde görüyorlar; kimlik politikalarının oluşturduğu, şık görünen sabit kutulara sıkışmaya yanaşmıyorlar. Sezen Aksu, her rengin özgürce gezindiği ve gezinirken muhteşem izler bıraktığı bir ebru özlemini dile getiriyor. Şeyhmus Diken, bu hareketliliği deq sanatının (Kürtlerin, Arapların ve Süryanilerin vücuda dövme nakşetme sanatının) izlerinde bulurken, Zeynep Türkyılmaz, Alevi semahlarında simgelenen turnanın hareketlerini şiirsel bir dille aktarıyor.
Bu çalışmadaki fotoğraf ve yazılar iki önemli noktaya daha parmak basıyorlar. Bir yandan bugün ve gelecek için iyimser bir yaklaşım ihtiyacı vurgulanırken (Alaton), öte yandan bütün farklılıkları ve nahoş tarihleri "unutmaya" yönelik eğilime de karşı çıkılıyor. Yukarıdaki kısa tarihsel değerlendirmede bile görüldüğü üzere bütün farklılıklar eşit değil. Akif Kurtuluş ve Ruşen Çakır, Hemşinli ve Laz kimliklerinin, farklılıklarının günlük hayattaki ayrımcılık deneyimleriyle oluşmadığının farkındayken Takuhi Tovmasyan, Herkül Millas ve Elif Şafak, "Türk ismi" taşımayanların gündelik hayatta yaşadıkları ayrımcılığın altını çiziyorlar. Herkül Millas’ın hikâyesi umutlu bir diyalogla sona eriyorsa da yazar, alternatif bir trajik son yaşanması ihtimaline değinmekten kendini alamıyor.
Dahası, insanlar arasındaki farklılık ve eşitsizlikler yalnız "kültürel" veya "etnik" bağlamda düşünülemez. Örneğin, Aydın Elbasan’ın aktardığı Roman hayatlarda etnisite, sınıf ve toplumsal cinsiyet iç içe geçiyorlar. Ebru’daki fotoğraflar dikkatle incelendiğinde, toplumsal cinsiyet, sınıf, din, mezhep, eğitim, "sağlam"/"engelli" ve kır/kent ayrımı gibi başka farklılıklar ve onlara eşlik eden eşitsizlikler de rahatça görülecektir. Cinsel yönelim gibi bazı farklılıkları görmek içinse daha özenli bir göz gerekebilir.
Kimi zaman tarihsel ve kişisel trajedilere ilişkin en sağır edici ifadeler sessizliklerden geçer. Elif Şafak’ın kahramanı Ebru, öğrencilik sürecinde kabul edilebilir "biz" ile "ötekiler"i keşfettikçe git gide daha bir sessizleşir. Ara Güler’in dokunaklı hikâyesi, insan ilişkilerinin en insani boyutuna tanıklık ederken, dile gelmeyen kayıpları sessizlik yoluyla anlatmayı seçer. Hikâyenin hiçbir yerinde Ara Güler’in babasının 1915 kıyımlarında tamamen tesadüf eseri ailesinin hayatta kalan tek ferdi olduğu doğrudan dile getirilmez. Eğer Dacat Güler, ailesi ve köyündeki diğer Ermeniler 1915 tehcirinde ölüm yolculuğuna çıkarken öğrenim görmek üzere geldiği İstanbul’da olmasaydı, 2005’te 77. doğum gününü kutlayan ve Cumhurbaşkanlık Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan dünyaca ünlü fotoğrafçı Ara Güler, dünyaya gelmeyecekti.
2005 yılı Haziran ayında ileriki sayfalarda "ebru" üzerine görüşlerini okuyacağınız Takuhi Tovmasyan, Açık Radyo’daki Hikâyenin Kadın Hali programımızın konuğuydu. Programcılar olarak Hülya Gülbahar, Amy Spangler ve ben, Takuhi Tovmasyan’ın yeni yayımladığı Sofranız Şen Olsun adlı güzel kitaptan çok etkilenmiştik. En sevdiği müzik parçaları eşliğinde yemek pişirmek, yazmak ve kendi ifadesiyle tarihimizin "acı, tatlı, tuzlu, ekşi ve baharatlı anları" hakkında konuşmayı planlıyorduk.
Takuhi Hanım’a programda ne tür müzikler çalmamızı istediğini sorduğumda, hemen "Kardeş Türküler" dedi. Ben de tam öyle düşünmüştüm! Sevinçle Kardeş Türküler’in albümlerini karıştırdım ve birkaç Ermeni şarkısını çabucak seçtim. Takuhi Hanım’a listeyi gösterdiğim zaman bir şeyin kendisini rahatsız ettiği yüzünden okunuyordu. Şarkılardan konuşurken fark ettim ki onun gönlü başka şarkılardan yanaydı. Takuhi Tovmasyan’ın kendisinin seçtiği Yunanca, Türkçe, Kürtçe ve Ermenice şarkılar eşliğinde, gözyaşları ve kahkahalar arasında gidip gelen sohbetimiz devam ederken ben bir yandan da onu "Ermeni" kutusuna hapsetmeye yönelik gayretkeşliğimin utancını yaşıyordum. Çokkültürcülük politikalarıyla yıllar boyunca eleştirel bir şekilde uğraştıktan sonra yine de bu tuzağa düşmüştüm. Oysa Takuhi Tovmasyan, alışılmadık tarzdaki anı ve yemek kitabında kendisini çok ustalıklı bir biçimde konumlandırmıştı: "Ne kadar Ermeni, ne kadar Rum, ne kadar Türk, ne kadar Arnavut, ne kadar Çerkez, ne kadar Patriyot, ne kadar Çingene yemekleri bunlar, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da bunları Çorlulu Akabi ve Takuhi yaya’larımdan, yani ninelerimden öğrendiğimdir" (2004, 13). Takuhi Tovmasyan, gün geçtikçe sayısı artan yemek kitaplarının arasına bir "Ermeni Yemekleri Kitabı" ekleyip, piyasadaki bu boşluğu doldurmak gibi bir yola sapmaktan özenle kaçınmıştı. Murat Belge’nin çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi, "‘kimliklere özgürlük’ derken, ‘kimliklere karşı özgürlük’ demeyi de ihmal etmemeliyiz."
Ebru’yu oluşturan fotoğraflar ve hikâyeler, merak, tevazu, özen ve saygıyı birbirine örerek farklı ritim ve tarzlarıyla suda geziniyor, rengârenk bir "ebru" yaratıyorlar. Yazarların içiçe geçen ifadeleriyle özetleyecek olursam: Ebru, bu fotoğraf ve hikâyelerde kendini gösteren kalıcı canlılık ve direngenliğe, akışkanlığa ve yürekli içtenliğe zihinlerimizi ve gönüllerimizi açmak için bir davet.*
Ebru baskıya girmek üzereyken korkunç bir kayıp yaşadık. Türkiye’de bu davetin en yürekli, en içten, en donanımlı taşıyıcılarından biri, Hrant Dink zalimce koparıldı bizden. Hrant’ın bu kitapta ve Türkiye’nin ebrusunda bıraktığı derin izleri anlatmaya kelimeler yetmez. Ebru’nun daveti Hrant’ın davetiydi. Sireli yeğpayris Hrant, seni şimdiden çok özlüyoruz.
* Bu zor yazıya değerli katkılarından dolayı Hakan Altınay, Tansel Demirel, Attila Durak, Nur Emirgil, Müge Gürsoy Sökmen, Yektan Türkyılmaz, Ayşe Parla ve Zeynep Türkyılmaz’a çok teşekkür ediyorum.