Sanatçının Açıklaması
Attila Durak
Anadolu’daki birçok şehir gibi birden çok kültürün izlerini taşıyan bir şehirde, Gümüşhane’de doğdum. Gümüşhane, adını Osmanlı İmparatorluğu’nun para üretiminde kullanılan gümüşün çıkartıldığı, "eski şehir" denilen bölgedeki madenden almış. "Eski şehir", benim çocukluğumda ıssız ve terk edilmiş bir bölgeydi. Bir tür "hayalet şehir"… Bir zamanlar Ermeni kalaycıların çekiç salladığı, Rum tezgâhtarların dükkân açtığı, artık bomboş olan sokaklarında oynamak Gümüşhaneli çocukların en sevdikleri eğlenceler arasındaydı. Çocukluğun sınırsız düş gücünün de yardımıyla, kayıp bir kentin hayalet insanlarının varlığını omuz başımızda hissetmek tuhaf bir ürküntü verirdi bize. Oyunlarımız arasında en heyecan verici olanı, kaderlerine terkedilmiş ve çoğu harabe haline gelmiş eski kiliseleri taşlamaktı. Böyle bir kilisenin son renkli camına taşı atıp hedefi tutturan el, benimki oldu. Dokuz yaşındaydım.
1993 yılında bir temmuz akşamı televizyonda haberleri dinlerken Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için Sivas’a gitmiş olan sanatçı ve aydınların kaldıkları Madımak Oteli’nin bir grup tarafından kuşatıldığını ve katılımcıların bir kısmının yakılarak öldürüldüklerini duydum. Haber spikerinin duru ve duygudan arındırılmış bir sesle tek tek saydığı otuz yedi adın her biri beni derinden sarstı. Yirmi altı yaşındaydım.
Bu iki anı, yaşamımın uzunca bir dönemini başlayıp başlamayacağı, başladıktan sonra da bitip bitmeyeceği belli olmayan bir projeye vermiş olmama ve bu projeyi tamamlayabilmek için göstermiş olduğum kararlılığa yol açan etkenlerin en önemlileri oldu.
Ben, insan fotoğrafı çekmekten hoşlanıyorum. Yüzlerin arkasındaki insan öykülerini hep merak ettim. Portre çalışmaları, insanların bireysel ve toplumsal yaşam öykülerini anlattığı gibi izleyicilerine de bu öyküleri kendi algıladıkları gibi yazabilme, onlardan kendi sonuçlarını çıkartabilme olanağını tanıyor. Değişik yerlere gitmek, farklı toplumsal koşullar altında yaşayan insanlarla tanışmak ve onların öykülerini kalıcı olacaklarını umduğum fotoğraflarımla anlatmak istedim hep. Ebru, bu açıdan da gerçekleştirmek istediğim bir projeydi.
Türkiye’den insan portreleri çok sayıda fotoğraf projesine konu edilmiş olduğu için işimin kolay olmayacağını biliyordum. Bu portreleri, bugüne kadar anlatılmış olanlardan daha farklı bir öyküyü anlatabilmek için çekmem ve bu karelerin her birini bu öykünün satırları ve paragrafları olarak kullanmam gerekiyordu. Türkiye’nin bugünkü renklerini, yitirilmekte ve tabloya yeni katılmakta olanlarla birlikte yansıtacak olan bu öykü, fotoğraflar bir araya getirildiğinde anlam kazanacaktı. Arayışımın çözümünü –yani açımı– bana yolculuğumun çok başlarında fotoğrafladığım insanlar verdi. Bugünün coşkusunu ve sıkıntısını olduğu kadar dünün hüznünü ve yarının umudunu da taşıyabilecek bu öyküyü, ona konu olacak insanlarla birlikte anlatmalı, onlarla paylaştığım gündelik yaşam karelerini bir araya getirerek oluşturmalıydım.
Bu öyküyü yazmaya tek bir sorunun cevabını vermeye çalışarak başladım: Kimdi şu "Türkiye Türklerindir" sloganındaki Türkler? Ebru, kısaca söylemek gerekirse "Türkiye kimlerindir?" sorusuna objektifim vasıtasıyla aradığım ve yedi yıl boyunca her gün tekrar tekrar bulduğumu düşündüğüm cevaptır.
* * *
Bu fotoğraf dizisi, insanların değişik kültürel kimliklerden doğan farklılıklarını yansıtırken, insan olmamızdan gelen bir ortak bağı da paylaşmakta olduğumuzu anlatmak amacıyla çekildi. Bunu yaparken Ebru’nun söze döktüğümüzde hepimize çok basit ve aşikâr gelen bir mesajı vurgulamasını istedim: Bu fotoğraflar, bir tanesi hariç, birer insan portresidir; neşelendiğinde gülen, hüzünlendiğinde ağlayan, seven, sevilen, yaşamını sürdürmek için çalışan, umutları, kaygıları ve düşleri olan insanların portreleri… Ve konusu insan değil bir çocuk mezarı olan tek fotoğrafımın söylemek istediği gibi, er ya da geç, ölümlülüğe boyun eğmek zorunda olan insanların fotoğrafları…
Fotoğraflarda belki de o kadar aşikâr olmayan bir unsur daha var. Etnik, dinsel ve "ırk"sal ayrımlar üzerine kurulu bir dünyada kültürel kimlik tanımlayan bir tek sözcük bile bazen büyük çatışmaların habercisi olabiliyor. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, bu topraklarda da yakın ve uzak tarih, bizleri birbirimize benzer kılan bütün ortak özelliklerden –insanlığımızdan– arındıran, farklılığın bir ilgi ve merak unsuru değil, şiddet unsuru olduğu süreçleri içinde barındırıyor. Fotoğraflara yansıyan öyküler, benzerliklerin ve birlikte yaşamanın olduğu kadar, bu tür deneyimlerin de taşıyıcısı durumundalar.
Ebru, tüm farklılıkları ve benzerlikleriyle Türkiyeli insanların öykülerini anlatırken, benim kişisel yolculuğumun öyküsünü de anlatıyor. Her karede bir yandan günlük yaşamlarının bir anında kameranın objektifine –bana– sanki "biz buradayız ve varız" dermişçesine bakan insanların dümdüz bakışlarının, diğer yandan da yolculuğum boyunca görmüş, duymuş ve düşünmüş olduklarımın itici gücü var. Yıllarca süren bu çalışma sırasında bana tesir etmiş olan unsurların çektiğim fotoğraflara yansımaması imkânsızdı. Zaman zaman yitirilmiş olanın kesinliğinden ve geri dönülmezliğinden doğan isyana benzer duygular, zaman zaman da farklı kimliklere doğan insanlara bu farklılıklarının getirmiş olduğu ızdırap öne çıktı. Bazen, kimi gruplarda diğerlerine oranla daha fazla gözlemlediğim bir tür "yersiz yurtsuzluk" duygusu, bazen de üst üste her köyde, her kasabada karşıma çıkan "varlığını sürdürme" direnişinin bende uyandırdığı derin saygı yönlendirdi beni. Bazı dönemlerde, belki de bir miti kovalıyor olduğum sanısına kapıldım. Çoğu zaman da farklılığın ve çeşitliliğin getirdiği güzelliklerin ve renklerin ruhumda uyandırdığı coşkuyu yaşadım.
* * *
Fotoğrafçıyla konusu arasında kendiliğinden oluşan etkileşimi belgelerken mümkün olduğu kadar varolanı yansıtmaya çalıştım. Hiçbir şeyin "sahnelenmemesi" ve fotoğrafların günlük yaşamın bir parçası olarak mevcut olan unsurları belgelemesi önemliydi.
Ebru için beş yıl boyunca çekmiş olduğum yaklaşık on beş bin fotoğraftan üç yüz kadarını seçmek için çalışırken bunların her birini çekerken duymuş olduğum mutluluğu anımsadım. Bir ebruya benzettiğim manzaranın zenginliğinin ayrıntılarda, güzelliğinin ise bütünde yattığını fark ettim. Ve bu yolculuğun her anında değiştim, zenginleştim.
Bu yolculuk benim için bir düştü. Düşümü gerçekleştirme imkânı bulduğum için kendimi çok şanslı addediyorum. Fotoğraflarım, ülkemin insanlarına duyduğum derin sevgi ve saygıyı yansıtabiliyorsa, bütün hırpalanmışlığı, hüznü ve ızdırabı içinde farklılıktan ve çeşitlilikten doğan güzelliği aktarabiliyorsa, insanların günlük yaşamları içinde görmüş olduğum, renkleriyle ışıltısı hiç de sıradan olmayan bir "ebru"yu fotoğraflayabildiğimi düşünüp kendimi "başarılı" addedeceğim.