| ISBN13 978-975-342-796-8 | 13x19,5 cm, 336 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | I. Bölüm, Ateş, s. 11-14. İnsan asla hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikâye de aktarmamalı, hiç var olmamış, yeryüzüne ayak basmamış, dünyayı dolaşmamış ya da bu dünyadan geçmiş ama tek gözü kör, kararsız unutuşa gömülerek yarı yarıya kurtulmuş varlıkları da insanlara hatırlatmamalı. Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir. Benim güvenip verdiğim onca sırrın kaçı olduğu gibi korunmuştur? Ben ki içgüdülerime o kadar inanır, ama her zaman onlara kulak vermezdim, fazlasıyla uzun zaman boyunca saftım. (Artık o kadar saf değilim, ama saflığın azalması pek yavaş gerçekleşir.) İki arkadaşıma verdiğim sırlar hâlâ sıkı sıkı saklanıyor; buna karşılık on arkadaşıma verdiğim sırlar ya kayboldu ya saçılıp savruldu; babama verdiğim tek tük sırlarla anneme verdiğim iffetli sırlar aynı değilse bile çok benzerdi, anneminkiler zaten fazla uzun süreli olmadı, o artık yaşamadığından sırlarımı kötüye kullanamaz ya da ancak ben günün birinde talihsiz bir keşifte bulunup gizli bir şeyi açığa çıkarırsam kötüye kullanmış sayılır; kız kardeşime, geçmiş, şimdiki ya da hayali sevgililerime, metreslerime ve eski eşlerime (genellikle kız kardeş ilk eştir, çocuk eştir) verdiğim sırların hiçbiri korunmuyor; bu ilişkilerde bilinen ya da görülen şey, sonunda sanki mecburen sevgiliye ya da eşe veya o anlık ısı ve et olan kişiye karşı kullanılır – ifşaatta bulunmuş, zaaflarıyla dertlerine birinin tanık olmasını kabul edip içini dökmüş ya da sadece tehlikelerini düşünmeden, daima üzerimize dikili keyfi gözü, bizi dinleyen seçici ve önyargılı kulağı dikkate almadan, dalgınlıkla yastığa başını koyduğunda yüksek sesle hatırlamış kişiye karşı (çoğu kez vahim olmayan, ev içi bir kullanım sadece; uzun tartışmalarda diyalektik çıkmaza girildiğinde, köşeye sıkışıldığında ya da savunmaya geçildiğinde haklı çıkmaya yönelik bir tartışma aracı). Verilen sırrı korumamak şu anlama da gelir: yalnızca boşboğazlık edip bir zarara ya da tahribata yol açmak, koşullar değişip de anlatan ve gösteren kişi –şimdi pişman olan, inkâr eden, yanıltan, şaşırtan, geçmişe sünger çekmek isteyip susan kişi– düşman bellendiğinde bu yasadışı silaha başvurmak değil, aynı zamanda diğerinin zaafı, dikkatsizliği ya da cömertliği sayesinde edinilmiş bilgiden yarar sağlamak; şimdi kullanılan ya da çarpıtılan –ya da sırf telaffuz edilmekle, havaya savrulmakla biçim değiştiren– şeyin hangi yoldan öğrenildiğini hesaba katmamak, buna saygı göstermemek: belki bir sevda gecesinin ya da umutsuz bir günün, belki suçluluk duyulan bir akşamüstünün ya da kimsesiz bir uyanışın, belki de bir uykusuzluğun esrik gevezeliğinin itirafları: konuşan kişinin, o gecenin ya da günün ötesinde bir gelecek yokmuşçasına, çözülmüş dili onlarla birlikte ölecekmişçesine konuştuğu, daima bir şeyler daha olacağını, daima biraz daha vakit, bir dakika daha, mızrak, bir saniye daha, ateş, bir saniye daha, rüya –mızrak, ateş, ıstırabım ve söz, rüya– olduğunu, ayrıca bizim sonumuzdan sonra tökezlemeden, yavaşlamadan süren sonsuz zamanın biz duymadığımız, sustuğumuz halde eklemeye, konuşmaya, mırıldanmaya, soruşturmaya, anlatmaya devam ettiğini bilmediği bir gece ya da gün. Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef; hele benim, ben ki sık sık anlattım, üstelik raporlar yazdım; hâlâ da bakıp dinliyorum, buna karşılık hemen hiç soru sormuyorum artık. Hayır, benim hiçbir şey anlatmamam, dinlememem gerekir, çünkü anlattıklarımın tekrarlanmaması, bana iftira atmak için kullanılmaması, beni mahvetmemesi, daha da beteri, sevdiklerime karşı kullanılıp onlara hüküm giydirmemesi benim elimde olmayacak asla. Bir de güvensizlik var, onun da eksikliğini hiç çekmedim. Yasanın bunu dikkate alması ilginçtir; daha da tuhafı, bizi uyarma zahmetine katlanır: Biri tutuklandığında, en azından filmlerde, suskun kalmasına izin verilir, çünkü "söyleyeceği her söz aleyhinde kullanılabilir" ve bu kendisine anında bildirilir. Bu uyarıda garip –ya da kararsız ve çelişkili– bir niyet vardır: yüzde yüz kalleşlik etmemek. Yani sanığa bundan böyle kuralların kalleşçe olacağı bildirilir; şu ya da bu şekilde yakayı ele vereceği, her beceriksizliğinden, tutarsızlığından ve hatasından yararlanılacağı haber verilir ya da hatırlatılır – artık zanlı değil suçludur ve suçu kanıtlanmaya, iddiaları çürütülmeye çalışılacaktır; o günden itibaren yargıç karşısına çıkıncaya kadar tarafsızlıktan medet umamaz artık; bütün çabalar hüküm giymesini sağlayacak kanıtların toplanmasına, bütün gözetimler, dinlemeler, araştırmalar ve soruşturmalar onu suçlayacak ve tutuklama kararını onaylayacak ipuçlarının elde edilmesine yönelecektir. Bununla birlikte kendisine susma imkânı tanınır, neredeyse susması için baskı yapılır; her halükârda, belki de habersiz olduğu bu hakkı kendisine bildirilir ve dolayısıyla bazen kafasına bu fikir sokulur: ağzını açmamak, kendisine atfedilen eylemi inkâr bile etmemek, tek başına kendini savunma tehlikesine atılmamak; susmak, her bakımdan en temkinli yol, suçlu olsak ve suçlu olduğumuzu bilsek de bizi kurtarabilecek yol, haber verilen bu kalleşliğin etkisiz kalması ya da uygulamaya konulmaması, en azından sanığın istemsiz ve safça işbirliği olmadan uygulanmaması için yegâne yol gibi görünür ya da sunulur: "Susma hakkına sahipsiniz"; Amerika'da buna Miranda kuralı denir; bizim ülkelerimizde karşılığı olup olmadığını bile bilmiyorum; bana bir kere, uzun zaman önce –pek de uzun sayılmaz gerçi– orada söylenmişti, ama polis hata yapıp cümleyi eksik söylemiş, ünlü "Söylediğiniz her söz aleyhinizde kullanılabilir" cümlesini hızla aktarırken, "mahkemede" demeyi unutmuştu; ihmali tanıklar tarafından saptandığından tutuklama geçersiz sayıldı. Sanığın diğer hakkı da aynı tuhaf anlayışı yansıtır: kendi aleyhinde ifade vermemek, anlattıkları, cevapları, çelişkileri ya da kekelemeleriyle sözlü olarak kendine zarar vermemek. Anlatıyla kendine zarar vermemek (ki gerçekten büyük zarar verebilir); dolayısıyla yalan söylemek. Kurallar gerçekten o kadar kalleşçe ve çıkarcıdır ki, bu tür önermelerden yola çıkan bir adalet sistemi adil olduğunu iddia edemez; belki de bu durumda adalet asla, hiçbir yerde mümkün değildir, adalet bir yanılsamadan, yalan bir kavramdan ibarettir. Çünkü sanığa söylenen şey şu anlama gelir: "İşimize gelen, amacımıza uygun bir ifade verirsen sana inanırız, söylediğini dikkate alırız ve aleyhine çeviririz. Yok, kendi yararına, seni savunan bir iddiada bulunursan, seni aklayacak, bizim işimize gelmeyen bir şey söylersen, katiyen inanmayız, boşuna nefes tüketmiş olursun, çünkü yalan söyleme hakkından yararlanabilirsin ve biz de herkesin, yani bütün suçluların bu avantajı kullanacağını varsayarız. Seni zan altında bırakan bir şeyi ağzından kaçırırsan, aşikâr biçimde çelişkiye düşersen ya da açıkça itiraf edersen, bu sözlerin boşa gitmez ve aleyhine çalışır: Onları işitiriz, kaydederiz, dikkate alırız, söylenmiş sayarız, yazılı kanıtları olur, tutanağa eklenirler ve senin suçun sayılırlar. Buna karşılık aklanmana yardımcı olacak her cümle hafife alınıp bir kenara atılır, duymazdan gelinip kulak arkası edilir, havadan, dumandan, sisten farkı olmaz ve kesinlikle lehinde işlemez. Suçlu olduğun yolunda ifade verirsen doğru kabul edip ciddiye alırız; masum olduğunu söylersen espri sayar, güler geçeriz." Böylece hem masumun hem de suçlunun masum olduğunu iddia edeceği varsayılır, konuştukları takdirde aralarında bir fark kalmayacaktır, eşitlenecekler, aynı konumda yer alacaklardır. İşte bu durumda "Suskun kalabilirsin" diye eklenir; gerçi bu da masumla suçluyu birbirinden ayırmaya yaramayacaktır. (Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef; buna karşın en vahim anlarda bize tavsiye edilen, teşvik edildiğimiz şey budur: "Sus, sus, hiçbir şey söyleme, kendini kurtarmak için de olsa. Dilini tut, sakla, boğulsan da yut dilini, fare yuttu farz et. Sus ki kurtulasın.") ... |