Açılış bölümü, s. 13-20.
Bunu senin için yazıyorum, Mary Ann. Diğerlerinin yüzleri yok, dolayısıyla bu ekrana bakarken seni ilk okurum olarak hayal etmek işimi kolaylaştırıyor.
O halde son mesajında bahsettiğin konulara değinerek başlayayım. Bu kadının masumiyetinden emin olup olmadığımı sormuşsun. Cevabım kayıtsız şartsız evet. Sadık bir pasifist o ve hayatı boyunca da öyleydi. Üzerindeki o şişkin mont gerçekten de patlayıcı gizliyorduysa, onu oraya başka birinin koyduğundan emin olabilirsin. Ya öyle ya da bana gönderdiğin resim dijital olarak değiştirilmiş.
Ayrıca, bulunduğum yerle ilgili sana bir fikir verip veremeyeceğimi sormuşsun. Ne yazık ki (en azından şu an için) bunu yapamam. Şu noktada bunun sebebini söylemem de pek akıllıca olmaz. Ama pasaportlarımdan memnuniyetle bahsedebilirim. Kayıtlarda da görebileceğin gibi (bunları kontrol etmekte tereddüt etme lütfen) doğuştan Amerikan vatandaşıyım, ama ayrıca İrlandalı pasaportum da var. Hiçbir zaman Türk vatandaşı olmadım ve olmayı da düşünmüyorum. Ama bir anlamda burası daima benim yuvam olarak kalacak.
Son sorunun cevabına gelince –burada biraz detaya girmem gerekiyor zira kim olduğumu, nasıl bu kişi olduğumu ve bu karmaşık entrikanın içine hangi dolambaçlı yollardan girdiğimi açıklamadığım sürece senden ya da meslektaşlarından bana güvenmenizi bekleyemem– ailem İstanbul'a taşındığında sekiz yaşımdaydım. Yıl 1960'tı, bu da (diğer şeylerin yanı sıra) Atlantik'i pervaneli bir uçakla geçtiğimiz anlamına geliyor. Avrupa'nın üzerinden geçerken yollardaki arabaları görecek kadar alçaktan gidiyorduk. Ama ben hiç korkmamıştım – ki aynı şeyin on yıl sonra Jeannie Wakefield için de geçerli olduğunu sanıyorum. Düşüncelerim, National Geographic'in eski bir sayısından bildiğim ve yakından tanıdığıma kani olduğum altın hedefimize odaklanmıştı. Bütün yaz boyunca derginin kusursuz bir kompozisyona sahip cafcaflı resimlerine bakıp kendimi onların içinde hayal etmiştim.
Gerçeğine dair ilk izlenimimi tarif edecek sözcük bulamıyorum. Beni bir tokat gibi sarsmış, resimleri kafamdan söküp alarak unufak etmişti. Havaalanından şehre doğru o ilk yolculuğa dair karmakarışık binlerce detay hatırlıyorum ama bütüne dair net bir fikrim yok. Marmara Denizi'nden yükselen sarı bir sis vardı ama denizin kendisi yoktu; tankerler ve balıkçı tekneleri vardı ama üzerinde oturdukları ufuk çizgisi yoktu; eski şehir surlarının kırmızı ve dökük kalıntıları vardı ama onları anlatacak bir tarih yoktu. Henüz tabaklama fabrikalarına bağlayamadığım yanmış et kokusundan; henüz müzik olarak kabul edemediğim yaralı kemanlardan; cipler, kamyonlar, atlar, at arabaları ve Chevrolet'lerden yükselen kaostan zar zor nefes alabiliyordum. Etrafımızda, hiç kimsenin almak istemediği çiçekleriyle minicik çingeneler ve sırtlarına bağladıkları yataklarla kambur yaşlı adamlar dolanıyordu. Gökyüzüne bir sürü minare ve kubbe sıkışmıştı. Altın Boynuz – altın değildi. Boğaz – öyle maviydi ki gözlerimi acıtıyordu.
Biz Avrupa kıyısı boyunca yavaş yavaş ilerlerken şehir de tenhalaşıyordu; koydan burna, burundan koya kıvrıla kıvrıla gidiyor, en ufak bir işaret olmaksızın sahil yollarına açılan dar sokaklardan geçiyor, bazen Asya'ya evlerin pencerelerini görecek kadar yaklaşıyor, bazen de Avrupa'ya karşıda hiçbir pencere göremeyecek kadar sokuluyorduk, ama o sırada nerede olduğumuza dair bir fikrim yoktu, hiçbir fikrim yoktu. O güne kadar ne planlanmamış ya da koruma altına alınmamış bir arazi görmüştüm, ne de bölgesel düzenlemeden geçmemiş bir sokak.
Bana bir gün gibi gelen bir saatin ardından otobüsümüz parke taşlı dar ve dik bir yolu tırmanmaya başladı. Mezar taşlarının üzerinde sarıklar olan bir mezarlığın yanından geçtik. Karanlık ve mazgallı bir kulenin etrafından dolanıp daha da yukarı çıkarak sarmaşıklarla kaplı taştan bir kapıya geldik. Kapının ötesindeki serin yeşil sessizlik ve ağaçlık kampüs beni teselli etmişti çünkü Boston' da bıraktığımız yere çok benziyordu. Bir patika vardı. Onu takip ederek bir köşeyi döndüm. Bir terasa çıktım – ve işte oradaydı: altın hedefim. National Geographic'teki resmim. Ağaçlık yamacın tepesindeki kale; sonu gelmeyen tanker, vapur ve balıkçı teknesi geçidiyle Boğaz. Asya kıyısı boyunca birbirlerine değecek kadar yakın duran villa ve saraylar; arkalarında da yuvarlana yuvarlana Çin'e kadar uzandığını düşündüğüm kahverengi tepeler.
Üzerinde durduğum teras, babamın fizik öğretmenliği yapacağı Robert Kolej'e aitti. Şehrin Batılılaşmaya başlayan elit tabakasını eğitmek üzere on dokuzuncu yüzyılda Amerikalı protestanlar tarafından kurulan bu okul daha sonra kamulaştırılacak ve ismi değiştirilecekti. Biz 1960'ta oraya vardığımızda hâlâ özel bir üniversiteydi ve New York'taki bir kurul tarafından yönetiliyordu. Öğretim görevlilerinin çoğu Amerika'dan ve yine çoğu, babam gibi, üç yıllık kontratlarla geliyordu.
Ama 1963'te annemle babam şehre çoktan âşık olmuşlardı ve ayrılma düşüncesine katlanamıyorlardı. Sabahleyin pencereden bakıp da Boğaz'ı göremediğini düşünsene, diyorlardı. Dolayısıyla babam bir kontrat daha imzaladı, sonra bir tane daha. On sekiz yaşıma bastığım 1970 yılına kadar orada kalmayı başardılar.
1970'te Robert Kolej artık huzurlu ve mahfuz bir yer olmaktan çıkmıştı – tüm Türkiye'yi saran politik hengâme bizi de sarmıştı. Yapılabilecek tek mantıklı şey Boston'a geri dönmekti. İşte, Mary Ann, biz ablanla sınıf arkadaşıyken onlar da oradaydı. Ablan annemlerin Boston'da kendilerine yaptıkları o güzel evi hatırlar belki. Ama Boğaz'ın (ve bütün ima ettiklerinin) hasretini çekmekten hiç vazgeçmediler. Dolayısıyla 80'lerin ortasında, Türkiye eski huzurlu benliğine geri kavuşuyormuş gibi göründüğü sıralarda, tekrar İstanbul'a taşındılar. O zamandan beri de buradalar. Evleri benim büyüdüğüm eve sadece birkaç yüz metre mesafede.
Olaylar farklı gelişmiş olsaydı ben de buraya yerleşebilirdim. Sana anlatmamı istediğin hikâyeyle bağlantım da işte burada yatıyor. Bu konudan ablana bahsetmediğime eminim, çünkü birbirimizi tanıdığımız sırada bundan kimseye bahsetmiyordum. Anlayacağın, işin içinde bir oğlan vardı. Ve durum ciddiydi, hem de çok ciddi.
1970 haziranında İstanbul'dan ayrıldığımda nişanlıydık. Ama bunu gizli tutuyorduk. Ailesinin ona gelen mektupları okuduğundan şüphelendiği için mektuplarımızda bile bundan bahsetmiyorduk. Boston'a gider gitmez garson olarak iş buldum; bütün yaz uzun saatler çalışmak ve sonbaharda da derslerimi ihmal etmek pahasına, kimsenin bizi tanımadığı bir ülkede birlikte iki hafta geçirmemize yetecek kadar para biriktirdim. Aralığın ortasında onunla buluşmak üzere Paris'e gittim. Ama o hiç gelmedi. Üç gün boyunca Hotel des Grandes Ecoles'deki odamızda oturup asla gelmeyen mesajı bekledim.
Boston'a döndüğümde mektubu beni bekliyordu. Başka biriyle tanışmış – dediğine göre bana çok benziyormuş ama "o daha masum"
muş. Ona cevap yazdım. Üç kelimelik bir kartpostal: "CEHENNEMİN DİBİNE GİT." Ertesi yazın başlarında üzerinde gönderen adresi olmayan bir zarfı açıp da bir Türk gazetesinden kesilmiş korkunç bir kupür bulduğumda dileğimin gerçekleşmiş olduğunu gördüm.
O an beni saran –ve sonraki yıllarda da başımı yastığa her koyuşumda sarmaya devam eden– sözsüz korkuyu uzaklaştırmamın tek yolu, o gazete kupürünün geldiği yerle bütün bağlarımı koparmaktı. Ama şimdi anlıyorum ki bunu yapmakla sadece biraz zaman kazanmışım. Hayatın dolambaçlı yolları beni geri getirdi ve işte şimdi buradayım, kendi prensiplerim yüzünden elim kolum bağlı, zalim koşullar yüzünden hayatımı gasbedeni savunmaya mecbur.
Onunla ilk kez geçen yazın sonlarında görüştüm. Aslında görüşmemiz ayarlanmıştı demek daha doğru olur. Yine kısa süreli bir ziyaret için İstanbul'daydım; babam hastanede kalça çıkığı tedavisi görürken anneme eşlik ediyordum. Sahneyi sana şöyle tarif edeyim: Akşamın erken saatleriydi ve balkonda annemle içkilerimizi içiyorduk. Annem sadece ismen tanıdığım insanlar hakkındaki son dedikoduları aktarıyordu ve o konuşurken ben de, çocukluğumdaki boylarının iki misline ulaşmış olmalarına rağmen her bir yaprağını tanıdığım ağaçların dallarına bakıyordum. Işıkta tuhaf bir şeyler vardı sanki – veya belki de ışığın ardında. Güneş çoktan Boğaz'ın bize bakan tarafındaki tepelerin arkasına girmişti, ama annemin bahçesindeki mavi-yeşil bitkilerin arasından Asya'nın tepelerindeki altın yansımaları neredeyse görebiliyordum.
Aramızdaki denizden en ufak bir iz yoktu – sadece geçmekte olan bir tankerin hafif uğultusu, bir balıkçı teknesinin çıkardığı pata-pata sesi, sahile inen yolda ilerleyen bir arabanın egzoz gürültüsü. Aşağımızda, Burç Kulüp'te, bir adam mikrofonu test ediyordu. Annemin kulüpte çarşambadan beri yapılan üçüncü mezun düğünü olduğunu söylediği davetin ilk misafirleri, Beyaz Patika'da sıra sıra yürümeye başlamıştı. İncecik elbiseli bir kadın tembel tembel hırlayan birkaç köpeğin yanından geçerken sivri topuklarının üzerinde şöyle bir sendelemiş, ama yanındaki adam onu tutmuştu. Adam bizim bahçeye dik dik bakıyordu ve bakışlarını takip ettiğimde ben de son derece garip bir manzarayla karşılaştım: Dansöz kıyafeti içindeki zayıf ve tedirgin bir kadın, kütük olduğunu tahmin ettiğim bir şeyin üzerinde poz veriyordu. Duvarın yanınaysa bir fotoğrafçı çömelmiş, ara sıra bizim tarafa kaçamak bakışlar atıyordu.
"Bu adamı tanıyor musun?" diye sordum anneme. "Buraya girmek için izin aldı mı?"
Annem omuz silkti. "Benim üstüme vazife değil."
Kampüs görevlilerinden birini aramayı önerdim ama annem başını salladı. "Neden uğraşalım ki? Hem sonuçta alay konusu olan onlar." Derken ilk başta fotoğrafçı ve modeliyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir hikâye anlatmaya koyuldu: Geçen yaz bir sabah annem yine aynı sandalyede oturmuş kahvesini içer ve kendi işine bakarken bir grup işçi hiçbir uyarı yapmadan bahçeye "dalıp" çukur kazmaya başlamışlardı. "Sonradan adamların kanalizasyon idaresinden geldikleri ortaya çıktı. Fazladan bir boru getirmişler, dansözün üstünde oturduğu şey de o işte. Bana sorarsan pek de fotojenik sayılmaz!"
Sandalyesinde döndü – bronzlaşmış, uzun bacaklı ve umursamaz. Aramızdaki bakır tepside duran peynir çubuklarını işaret edip "Yesene!" dedi. Ben onun martinisini tazelerken o da bana Dodge Ruthwen diye birinden bahsetti: Kendisi 1960-63 yılları arasında burada mühendislik derslerine girmişti, ama aynı zamanda caz piyanistiydi. "Ah, bir de sesini duysan!" Oğlu ("İlkokulda senin bir alt sınıfındaydı hayatım, ama şimdi Smithsonian'da") geçen hafta merhaba demek için uğramıştı. "Winchall'larda kalıyor – onları hatırlarsın artık, değil mi? Kadın, istihbarat merkezi USIS'in başkanıydı, adam da tarihçiydi. 60'ların sonunda buradaydılar, sonra 80'lerin sonunda tekrar geldiler. Geçenlerde Adalar'da bir ev aldılar..." Birbiri ardından hatırlamadığım isimler, kıyıya çarpan dalgalar misali üç yıllık kontratlarla buraya gelip kendilerine tıpatıp benzeyen birileri tarafından yerleri doldurulmak üzere ayrılan eğlence düşkünleri. Şöyle bir durup kendilerine neden burada olduklarını hiç sormuşlar mıydı acaba?
Havai bir tavırla, birkaç yıl önce şair Derek Walcott'ın bir şiir okumasında söylediği bir sözü tekrarladım: Birleşik Devletler bir imparatorluk olmasına rağmen vatandaşlarının çoğu için görünmezdir.
"Yani?" dedi annem.
"Yani, hepimiz var olduğunu bile bilmediğimiz bir imparatorluğun parçasıyız."
Annemin burun delikleri titredi. "Senin sorunun, Bayan M..."
"Bana böyle demeyi bırakır mısın lütfen?"
"Senin sorunun, Bayan M, şemsiye dizayn etmekle fazla meşgul olduğundan o şemsiyelerin altındaki insanları unutman."
Bardağını kaldırıp içkisindeki buzları inceledi. "Bak şimdi ne geldi aklıma. Şu senin eski göz ağrın."
"Hangisi?" dedim.
"Hani şu film yapımcısı. Seni fena halde yüzüstü bırakıp sonra da bütün o belaya bulaşan zat. Adı aklıma gelmiyor. Filmlerinde geçen adı yani."
"Yankı," dedim.
"Yanki?"
"Sonda 'i' yok, sadece 'ı'. Yankı. Yankee gibi okunmuyor."
"Peki canım. İyi de neden?"
"Türkçede 'akis' anlamına geliyor. Bunu biliyordun, değil mi?" Annem bana biraz huzursuz gibi gelen bir edayla başını salladı. "Ve o bir Türk," diye devam ettim, konuyu fazla önemsemediğimi ima eden ses tonumu korumaya çalışarak, "ama sadece Türk değil. Aynı zamanda başka bir şeyin de aksi. Yankı Amerika doğumlu, unuttun mu?"
"Bence hâlâ Yanki'ye çok benziyor."
"Mesele de bu zaten."
"Niye ki?"
"Sözcük oyunu."
"Öyle mi? Gerçekten mi? Bana biraz zorlama gibi geldi. Ama her neyse. Önemli olan filmlerin kendisi. Gerçi biraz yavan olduklarını söylemem lazım. En azından benim izlediğim. Benim Soğuk Savaşım. Şu büyük ödülü kazandı."
"Duydum," dedim.
"İzledin mi?"
Başımı hayır anlamında salladım.
"Biri bana filmin 1971'deki şu korkunç olayla ilgili olduğunu söylemişti. Ben de tabii merak ettim. Ama muhtemelen senin de bildiğin gibi..."
Başımı salladım.
"...çocukluğuyla ilgiliymiş. Çocukluğu hakkında söyleyecek o kadar çok şeyi var ki 1970'e geldiğinde film bitiyor. Biz de kafamızda uçuşan bir sürü soruyla öylece kalakalıyoruz. Ama o, soruları müstakbel bir İkinci Bölüm'de cevaplamaya söz veriyor. Gerçi artık bunu yapma ihtimali biraz düşük."
"Neden?"
"Tutuklandı da ondan."
"Nerde?"
"Amerika'da."
"Ne diye?"
Annem sigarasını kül tablasına silkeleyip, "Orası daha belli değil maalesef," dedi. "Tek bildiğim, JFK'ye uçuyormuş – olay geçen hafta bir zaman olmuş. Turne gibi bir şeye çıkıyormuş. Duyduğuma göre ordaki öğrenciler arasında pek popülermiş. NYU'dan tanıdığımız biri onu karşılamaya gitmiş. Adamcağız epeyce beklemiş ama yavan bir belgesel yapımcısına uzaktan yakından benzeyen hiç kimse gelmemiş. O da sonunda işgüzar görünümlü bir Kahverengi-gömlekli'nin* yanına gitmiş – bu insanlara hâlâ kahverengi giydirmeye cesaret edebilmeleri inanılmaz, öyle değil mi? Tarihsel ironi konusunda en ufak bir fikirleri var mıdır acaba? Görünüşe göre yok. Çünkü arkadaşımız bu iriyarı Anayurt Güvenlik Übermensch'ine gidip kimi beklediğini söylediğinde kıyamet kopmuş ve neticede o da tutuklanmış."
"Ne için?" diye sordum.
"Buna inanabilirsen – terörist olduğu için. Onu uzun süre tutmamışlar, ama görünüşe bakılırsa şu senin eski göz ağrın – onu pasaport kontrolünde yakalamışlar, bunu söylemiş miydim? Şey, her neyse, görünüşe bakılırsa onun işi biraz uzun sürebilir. Söylentilere göre onu Guadalajara'ya göndermişler."
"Guadalajara mı?"
"Guantanamo demek istedim, senin de gayet iyi bildiğin gibi. Ama gerçekten yani. Eğer o teröristse hepimiz teröristiz demektir. Ki bu da şakaya alınacak bir mesele değil, çünkü olay o noktaya geliyor gibi görünüyor." Yeni bir sigara yaktı. "Ama şimdi işin en kötü kısmına geldik. Eski göz ağrın tutuklandığında..."
"Ona neden böyle deme gereğini duyuyorsun?"
"Senin bu eski göz ağrın tutuklandığında, beş yaşındaki oğluyla berabermiş. Aslında karısının da onlarla birlikte olması gerekiyormuş ama pasaportuyla ilgili bir sorun çıkmışmış. Bildiğin gibi o da Amerikan vatandaşı, ama şu sıra ne yaptıklarını duydun mu? Yeni bir pasaport almak için yurtdışından başvuran biri iki hafta beklemek zorunda kalıyor, çünkü konsolosluğun formları işlenmesi için Washington'a geri göndermesi gerekiyor. Üstelik bu ayrıcalık için bir de kesenin ağzını açmak zorunda kalıyorsun. Ki inan bana bu diplomatik belgeler hiç de ucuza gelmiyor. Her neyse, karısını hatırlıyorsundur. Jeannie Wakefield?"
Başımı hayır anlamında salladım. Annem sigarasından bir nefes çekti. "Bak bu tuhaf işte," dedi. "Çünkü o seni görmek istiyor."
Notlar:
* Brownshirt. Nazi askerlerinin giydiği kahverengi üniformadan gelen bu sözcük, Nazi askerleri ya da genel anlamda şiddet yanlısı ırkçılar için kullanılır. Burada güvenlik görevlisi kastediliyor. (ç.n.)