Bülent Usta, “Asıl tehlike içimizde!”, Birgün, 13 Haziran 2007
Kadıköy-Eminönü vapurunda, İsrailli yazar Oz Shelach'ın Mesire Yerleri adlı romanını okuyor, bir yandan da roman hakkında defterime kısa kısa notlar alıyordum. Yanıma 40 yaşlarında bir adam oturdu. Yanıma oturanların yazdıklarımı dikizlemesinden hep rahatsız olmuşumdur.
Hatta yine böyle bir vapur yolculuğum sırasında, yanıma şık giyimli, elli yaşlarında bir adam oturmuştu. Büyük bir ilgiyle defterime yazdıklarımı okuyordu, rahatsızlık verdiğini düşünmeyerek. Böyle durumlarda yazımı daha bir kargacık burgacık hale getiririm, okunması zorlaşsın diye. Ama bu defa, farklı bir yöntem denemek istedim ve defterime, yazdıklarımı dikizleyen adamı yazmaya koyuldum. Önce fark etmemişti ne yaptığımı, ama satırlar ilerledikçe yüzünün şekli değişmeye, o kendine güveni yüksek ifadesinin yerini şaşkınlık ve korku dolu bir ifade almıştı. Adam, o kadar şaşırmıştı ki, önce ne yapacağını bilememişti. Ama sonra apar topar yanımdan kalkıp vapurun diğer tarafına kaçmıştı. Yazdıklarımı okuyarak beni dikizleyeceğini düşünürken, aslında kendisinin dikizlendiğini görmekti belki onu bu denli şaşkınlığa düşüren. Aslında bu, edebiyatın doğasında olan bir şey değil midir?
Bugün de aynı şey başıma gelecek galiba diye düşünüyordum ki, yanıma oturan kişi, elimdeki kitabı yanındaki bir kadına göstererek kahkaha atmaya ve bilmediğim bir dilde bir şeyler söylemeye başladı. Kitabın kapağında bir tank ve üzerinde oyun oynayan bir çocuk ile tankı turistik olarak inceleyen anne babalarının bulunduğu bir fotoğraf vardı. Yani gülünç olmaktan ziyade acı bir şey vardı kapakta. İngilizce olarak neye güldüklerini sorduğumda ise, ben de kahkaha atmaktan kendimi alamadım. Yanıma oturan ve kitaba gülen gözlerle bakan Oz Shelach'tı. Aslında 'karşılaşmalar'ı yazdığımdan beri bu tür karşılaşmalar yaşamak benim için sıradan bir şey haline dönüşmüştü ama yine de şaşırmaktan kendimi alamıyordum. Shelach, zaten sık sık İstanbul'a gelip gidermiş.
"Oz, senin gibi savaş karşıtı İsrailli bir yazarın Türkçede gözükmesi çok önemli. Ülkemizde sağda ve solda, hatta edebiyatımızda başını çok ünlü bir şairimizin de çektiği bir güruh, kendilerini Yahudi düşmanı olarak tanımlıyor. Fırsat bulsalar, Nazi toplama kamplarını inşa etmek bile isteyecekler neredeyse."
Oz, şaşırmıştı söylediklerime.
"Onlar biliyor mu," dedi "İsrail cezaevlerinde savaş karşıtı oldukları için yatan binlerce Yahudi'yi."
"Oz, bilmezler mi? Ama bunun bile bir oyun olduğunu söyleyebilirler sorsak onlara. Marx'i bile, dünyayı ele geçirmek isteyen gizli bir Siyonist olarak anlattıktan sonra... Kapitalizm de, Marksizm de, Anarşizm de Yahudi icatlarıdır diye yıllardır saçmalayıp duruyor bu koca koca kocam iş adamlar. Neyse bırakalım bu meseleyi. Oz, kitapta benim en çok dikkatimi savaşa bakış şeklin çekti. Bazı yazar ve aydınlarımızın yaptığı gibi, savaşın stratejisiyle, diplomasisiyle, askeriyle, silahıyla hiç ilgilenmiyorsun. Senin derdin, bu savaşın toplum üzerindeki etkileri."
"Evet, aynen öyle. Savaşın bu boyutu çoğunlukla ihmal ediliyor. Ama aslında savaşın en ağır sonuçları da bir toplumun duygu ve düşünce dünyasına yaptığı zaralardan oluşuyor."
"Sen romanda, insanların gündelik yaşamdaki davranışlarına, algılarına, çok önemsizmiş gibi gözüken küçük ayrıntılardan yola çıkarak, savaşın bir toplumu nasıl korkunç bir hale getirdiğini tanık ediyorsun bizi. Üstelik bunu duygusallığa yer vermeden, sakin ve yumuşak bir dille yapıyor olman da, romanın etkisini artırıyor."
"Aslında roman, fragmanlardan oluşuyor Bülent. Küçük küçük hayat kesitlerinden tümevarım yöntemiyle bir inkâr toplumu gerçeğine varmak istedim."
"Bu küçük hikâyelerle roman yazman, aslında senin romana bakışını da ortaya koyuyor. Hikâyelerinden birisinde, 'Kısa Bir Öykü' fragmanında sanırım, bir profesörün ağzından 'Roman diye bir şey yok artık. Uzun, düzenli metinler 19. yüzyıl raflarına aitler. Bugün yalnızca kısa öyküler var.' dedirtiyorsun. Bunu biraz açar mısın?"
"Bence ona hiç girmeyelim. Bu vapur yolculuğuna sığmaz konuşacaklarımız. Ama tavrım öyle."
"Beni bu romanda asıl irkilten nokta ise Oz, romanda İsrail ve Filistin toplumlarını anlatıyor olmana rağmen, sanki tıpatıp bizi, bizim inkâra dayalı 'oluş'umuzu anlatıyordun sanki. Romandaki insanlar, olaylar Tel Aviv'de ya da Kudüs'te değil de İstanbul'da, Malatya'da geçiyor gibiydi benim için. Bizi asıl bekleyen tehlikenin savaşta ya da terörde değil de, başka bir yerde aranması gerektiği uyarısını yapıyordun gizliden gizliye.”
"Evet, asıl tehlike, içimizde. Gazetelerde, televizyonlarda, romanlarda, öykülerde, şiirlerde, filmlerde, bir virüs gibi yayılan ırkçı söylemin, kanıksanmış şiddetin, paranoyanın, vurdumduymazlığın nasıl gizli gizli duygu ve düşüncelerimize yön verdiği ortada. Her şeyi çok çabuk unutmamızın, inkâr etmemizin, sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edişimizin gizini nerelerde aramamız gerektiğinin göstermeye çalıştım anlattığım bu hikâyelerde."
"Hiç Arno Gruen okudun mu bilmiyorum ama, o da kitaplarında, kendi açılarıyla yüzleşmekten kaçınanların, sorumluluklarını devredecekleri ve 'kendilik acısı'ndan kurtulacakları otoriter yapılar peşinde olduklarını ve faşizmin kitleselleşmesinin sırrının da bu noktada gizli olduğunu söylüyordu."
"İlginç. Bilmiyordum."
"Fragmanların birisinde, bir bar sahibinin, barla aynı sokağı paylaşan karakoldaki işkence seslerinin müşterilerini kaçırdığını düşünerek ilgililere önlem alınması için başvurduğunu anlatıyorsun. Ama başvurusuna sonuç alamayan bar sahibinin, çareyi işkence seslerini örtecek şekilde müziğin sesini yükseltmekte bulması, bana bugün yaşadığımız ortamı çok güzel özetliyor gibi geldi. İşkence yapıldığı için değil, müşterilerini kaçırdığı için işkence seslerinden rahatsız bir bar sahibi... Çözüm olarak ise daha yüksek bir müzik sesi..."
"Gündelik yaşamın ayrıntılarına gizlenmiş toplumsal gerçeği ortaya çıkarmak, edebiyatın üzerine düşen görevlerinden birisi bence."
Vapur, iskeleye yanaşmıştı...