GEREKLİ GÜÇ adlı öyküden, sayfa 17-22.
Judith "Bu at sinirimi bozuyor," dedi. "Buraya gelmesinden hoşlanmıyorum." "Bir şey yapmaz," dedi Max. "Onlara bir yardımımız dokunsa olmaz mı?" Judith sesini çıkarmadı, ama içinden "biz"e ve "onlar"a taktı. Akşamüstüydü, Max'in ailesiyle birlikte olma zamanı – Max'in de dediği gibi bunu kavgayla berbat etmek yazık olurdu. Oturma odasındaydılar, batı tarafındaki büyük pencerenin, olduğu gibi vuran güneşin tam karşısındaydılar; kır at suratını cama yapıştırdı. Kızlar aygırı komik buluyorlardı; Max bu upuzun kafa ve arkasındaki göz kamaştırıcı güneşin harikulade bir olay olduğunu söyledi; gelgelelim Judith'i huzursuz ediyordu, evin duvarıyla atın durup cama doğru soluduğu yer arasında bayağı derin bir hendek vardı, oraya düşer de bir şangırtıyla kan revan içinde içeri girer diye korkuyordu; üstelik turuncu dilinden ve camda bıraktığı salya izlerinden de iğreniyordu.
Ata binebilir miyim diye sordu Megan. Max niye binemeyesin dedi, Ellie'yi gördüğünde izin alacaktı; fakat Judith binemezsin dedi, at çok iriydi, hep başıboş olduğu için de başına buyruk ve tehlikeliydi. Böylece gümüşi denize, batı tarafındaki koya bakan güneşli odayı, gerginlik ve öfke kapladı, herkes sustu, at içeriye, onlara bakıyordu.
Judith kitabını alıp kalktı. Gidip evin öbür tarafında, attan mümkün olduğu kadar uzakta okuyacaktı, o oda güneş almasa da, soğuk olsa da, okumak için ışığı yakması gerekse de. Max ve kızlar ona baktılar. Sadece kalkışı bile içlerini burkmaya yetiyordu, çünkü o zaman ufak tefekliği, adım attığında da kalçalarındaki sakatlık, iyice göze çarpıyordu. "Gitme," dedi Max. "Burası daha güzel." Üçü birden ona baktı. Güneş insafsızdı: Gözlerinin etrafındaki siyah çukurlukları ortaya çıkarıyordu. Ama gözleri ne kadar alışılırsa alışılsın, insanı çarpacak kadar güzel bir safir mavisiydi. Kocası ve kızlarının ona acıdıkları için bile olsa birleşmesi yine de ona karşı bir birleşmeydi, bunu hissetti; orada ayakta dikilirken ne yapmak istediğini unuttu, kendini bayağı ayrı hissedip hüzünlendi.
At dönüp kaçtı. Judith tekrar kızların yanına oturdu, yaptıkları resimlere bakmak için onları dizinin dibine aldı. Esther ev yapmıştı, çiçekleri, bahçeden evin kapısına uzanan yolu, kıvrılan dumanıyla herhangi bir ev; Megan göl yapmıştı, mavi yüzeyi olduğu gibi nilüferlerle kaplı bir İskoçya gölü. Max pencerenin yanından "Manzaraya diyecek yok!" dedi. At arazinin kayalık sahile doğru indiği, uzaktaki parmaklıkların oradaydı. "Beyaz bir at ve gitgide kızıllaşan bir güneş." Adamda adeta bir refleks haline gelmişti, Judith içinde ne zaman sevgi veya acıma uyandırsa, hemen kendi için dertlenirdi. Bu yüzden çok geçmeden, her zamankinden çok daha erken, çalışması gerektiğini söyledi, kızlar iyi geceler dilemek için gidip onu öptüler. O iş de bitince oturma odasından çatıya, çalıştığı yere çıkan alüminyum merdiveni tırmandı. Yerleşmesi çok zaman almadı, yerdeki, onların tavanındaki ayak seslerini duydular; sonra bir şey duyulmaz oldu. Çalışıyordu.
Judith çocuklarla oturmaya devam etti. Burayı seviyordu, odadan gitmediğine memnundu. Babaları uyurken çocuklara bu odada ders veriyordu. Duvarlarda şemalar, posterler ve kızların yaptıkları işler asılıydı; pencere içlerinde çiçek ve ot dolu vazolar vardı; bir köşeye de şimdi neredeyse Esther'e bile küçük gelen eski bir okul sırası sıkıştırılmıştı. Esther'i karşısına alıp Eskenazi dilinde şarkı söylemeye başladı. Yazları kızları yatağa sokmak zor oluyordu. Gece yarısından sonra bile doğru dürüst karanlık olmuyordu. Megan resmi bırakıp pencereye gitti. "Bu at deli," dedi. Esther uyumuştu. Gücü yerinde olsaydı, Judith onu yatağa taşırdı. Ama bu halde olduğu için uyuklayarak oturdu, kafasında eski şarkılar sürüyordu. Güç istedi, uyuklar, hafif bir şırıltıyı andıran bir sesle şarkılar mırıldanıp gereken güç kuvvet meselesi üstünde kafa yorarak endişelenirken birden Max'in yukarıda yürüdüğünü duydu –irkildi–, odasının girişi olarak kullandığı çatı deliğinden adamın ayakları göründü. Bu çok şaşırtıcıydı, karısı ve çocukları hâlâ oturma odasındayken, çalışmaya ara verip de aşağı indiğini ne zamandır görmemişti. Pencere yanındaki Megan hayretle ona doğru döndü. Judith "Ne oldu?" diye sordu. Esther uyandı. "Günbatımı olağanüstü," dedi Max. "Gidip seyretmeliyiz."
Judith içerlemişti. Acha'da bütün günbatımları olağanüstüydü. Bu seferki için aşağı inmenin âlemi neydi? Fakat çocuklar o aşağı indi diye coşmuşlardı. Daha önce hiç yapmadığı şekilde aşağı inmişse bu önemli bir şeydi, öyleyse hep beraber çıkmalıydılar. Esther uyanmış, cin gibiydi. Megan olup biteni anlamaya çalışıyor, seviniyor, heyecanlanıyordu.
Hep beraber dışarı çıktılar. Evin arsası aşağıya, sahilin üst tarafındaki parmaklıklara kadar uzanan bir çayırlıktı. Zemin tümsekliydi, çocuklar önden koştular. Max yavaş yürüyen Judith'le arkadan geldi. Kadın yarı yolda durdu. "Bu kadar yeter," dedi ve gökyüzünü seyre daldı. Işıklı, geniş bir bulut bandı bütün manzarayı kaplamıştı, fakat güneş ortalarda yoktu, bir an için Max yanılmış, gösteri bitmiş diye düşündü. "Yo, bekle," dedi Max. "Daha yeni başlıyor." Elini Judith'in omzuna atıp, olayı daha iyi seyredebileceği bir noktaya götürdü. Güneş iyice şekilsiz, eriyen bir nesne gibi bulut şeridinden aşağı doğru sarktı. Usulca bulutla ufuk arasındaki boşluğa süzüldü, orada tekrar eski yuvarlaklığına kavuştu, rengi koyulaştı. Işınlar, denizin üstüne, parmaklıklara ve çayıra neredeyse yatay geliyordu, tuhaf turuncu bir ışıktı. Çocuklar denizin yukarısında, üstlerini eğrelti bürümüş alçak kayalıkların üstündeki parmaklıkların oradaydılar, derken sanki gaipten gelir gibi, ışığın içinde kır at belirdi, güneşin kızıllığı üstüne yansımış, çocuklara doğru gidiyordu. Judith ileri atıldı ama Max onu tuttu. "Bir şey yapmaz. Şu güneşin üstüne yansımasına bak." Denizden doğru hafif bir esinti vardı, Judith ince giysileriyle ürperiyordu. Güneş olduğu yere çakılmış gibiydi. Çocukların yanından ayrılan at, pek ölçülü bir yürüyüşle ona ve Max'e doğru geliyordu. Max "Müthiş," dedi. Hayvan turuncu altın rengi arası, ışıktan bir haleyle çevrilmişti, ama Judith "Üşüdüm," dedi. Güneşin batması, bütün olağanüstü gurup ışıklarının gözden kaybolması yirmi dakikayı bulurdu. "Bak," dedi Max, "eğik bir yörüngeyle batıyor." Güneş ufkun altında sadece bir-iki saat kalacaktı, Kuzey Kutbu'nun çekiminden ötürü batışı yavaş ve yatay olmuştu. Max "Çok güzel," dedi.
"Ben eve gidiyorum," dedi Judith. Üst üste her akşam güzeldi. Bunun için niye gelinsindi? Ne diye herkes dışarı çıkartılsındı? Çocuklar niye bu kadar geç vakitte telaşa verilsindi? "Onları attan uzak tut," dedi. "Artık sen yatırırsın." Topallayarak içeri girdi. Max dönüp ardından baktı. Hastalığın ağır etkilerini kaldıramayacak kadar narindi, tümsekli arazi onu bir o yana, bir bu yana yalpalatıyordu. İnce beyaz bluzu, atın tüyleri gibi güneşin rengini almıştı, evin camları da tutuşmuştu.
Yatağa uzandı, kızgındı, Max'in yukarıdaki ininden oturma odasına inişini düşünüyor, alıp veriyordu. Nasıl böyle keyfinin her istediğini yapabiliyor, onu zora sokuyordu; bütün eski üzüntüleri depreşti. Yeni odanın kimin olacağı konusu hiç konuşulmamıştı. Kızlara ayrı birer oda verilebilirdi pekâlâ. Çok güzel ışık alıyordu, batıya ve doğuya bakan pencereleri ve bir tavan penceresi vardı. Artık hiç yukarı çıkmıyordu, merdiven canını yakıyordu; çok dikti, kocası bunun böyle olacağını biliyordu mutlaka. Kalçaları gitgide kötüleşirken, aylar boyu hiç yukarı çıkmamıştı, Max'in evlerinin oturma odasından çıkıp indiği, sırf ona ait, o in olacak yerde kendi başına yaptığı çalışmaları görmek için, birkaç basamak bile olsun çıkıp da başını uzatmamıştı. Gelip kızları yatırdığını duydu – daha doğrusu Megan'a Esther'i yatırmasını tembih edişini. Sonra tekrar aşağı inişini duydu, Judith'e bir bakmamıştı; mutfakta kahve yapışını işitti; tekrar alüminyum merdivenden çıkışını duydu. Oda yavaş yavaş karardı, ama hiç tam karanlık olmadı. Bir guguk kuşu gece boyu öttü, daha beteri ya hendekte ya evin arkasındaki çukurlukta dış duvara toslayan, sürtünen atın sesi tatsız bir biçimde rüyalarına karıştı. Yaz gecesi göz alabildiğine uzanan çayır onundu, ama o ait olmadığı en karanlık yerde, binanın dış duvarlarına sürtünüp sesli sesli solumayı yeğliyordu.
Max çalışıyordu. İncecik uçlu kurşun kalemle kemikler çiziyordu. Bütün bir geceyi bir-iki koyun omuru ya da uyluğuyla, eklemlerin işleyiş şekliyle geçirebilirdi. Bir kafatasında parçaların birleştiği kargacık burgacık, girintili çıkıntılı yerlere, omuriliğin ve gözlerin yerleşmesine, yuvalara, geçitlere, ayrı bölmelere ve bütün yerleşimlere, koca bir ayın sessiz gecelerini kolayca harcayabilirdi. Bu parçaların tıpatıp şekillerini ve nasıl yerleştiklerini de, yüzeydeki ve iç kısımlardaki dokuları da öğrenmişti, hem sağlam, hem de ister tepeden tırnağa tertemiz, ister çürüyen yapraklara, eğreltilere, yabani otlara bulanmış olsun, bozulduktan sonraki kabarcıklı, narin, petekli, dantel gibi halleriyle. Evden neredeyse her çıkışı kemik yahut kemik benzeri şeyler aramak içindi. Sahilden kurumuş kıskaçlar, yengeçler ve nokta nokta kabartılı, içi boşalmış denizkestanesi kabukları topluyordu. Yazları iyice yerinde duramıyor, sabahın üçünün dördünün ölü ışığında, uykusuz su kuşlarının bağırtılarıyla birlikte ganimet peşinde dışarı çıkıyor, daracık toprak yolu geçip, bataklık yeşilinin her türlüsünün, eflatun kayaların, siyah turbaların, köpürerek akan suların bulunduğu, yolu izi olmayan bakir alanlara dalıyordu. Oralarda kiminin dibi terk ettikleri canlı kafanın kanına bulanmış, kimisi yıllar önce terk edilmiş ve yıpranmaktan küçülmüş geyik boynuzları buluyordu. Fosilleşmiş gözyuvarları gibi kuvars çakıllar, oradaki yaşamın en kuru, en çorak örneği likenler bulmuştu. Yaşlı sarıçamların altın renkli bataklık suları içindeki kökleri, dev denizyıldızları gibi parlardı oralarda. Böyle ağaç malzemeler kabulüydü: Kemik gibi sert ve uçuk renkli. Hele bir nehir vardı, Keltçe adını umursamayıp Kemik Nehri dediği nehir. Suyun ta yukarılarına bir hayvan leşi yerleşmişti, aylar geçmiş, su birkaç karganın da yardımıyla üstündeki pisliği, etli kısımları, ne var ne yok alıp götürmüştü, kaynaktan aşağıya doğru inerken hayvanın kemikleri dağılmış ve Max çalışmaları için onları tek tek toplamıştı.
Bir defasında bir at kafatası bulmuş, koltuğunun altına alıp geri dönmüş, uykudaki eve girip oturma odasından çalıştığı yere çıkmış ve alabildiğine uzun, iri, girift ve bütün bir hayvan kadar ilginç buluntusunu hemen çizmeye başlamıştı, çocuklar uyanıncaya, yani kendisinin yatma vakti gelinceye dek.
Kışları hemen hiç keşfe çıkmazdı, üstteki odasına kapanır, ölgün ama parlak ay ışığı, tavan penceresinden üstüne vururdu. Yüksek bir taburede oturup eğik bir çizim masasında çalışırdı, kemikleri istediği açıda mengeneyle sıkıştırır, dilediği gibi aydınlatır ve gözünün, elinin, kurşun kalemin ince ucunun olanakları ölçüsünde, aynısını kâğıda geçirirdi. Bir sürü beyaz kâğıda tıpatıp aynılarını geçirdikten sonra, bazısı bir sinir ucu kadar incecik fırçalarla renkli, renk denemeyecek kadar belli belirsiz renkli, kendine özgü resimlerini yapardı. Çıkış noktası olarak hassas bir şekilde incelenmiş bir kemiği alır ve bunu güzel, ürpertici soyutlamalara yükseltirdi.
O uyurken kızlar ara sıra yukarı, onun mekânına çıkarlardı. Megan beyaz nesneleri –her yere dağılmışlardı, bütün raflara, yere– elleriyle yoklayıp tartar, düşüncelere dalıp dosyaları karıştırırdı. Esther bir köşede kendine ve bebeklerine sıcak bir yuva yapardı. Ama Judith hiç yukarıya çıkmadı, çıkmadığını Max da biliyordu. Sakat kalçalarıyla bu iş çok eziyetli olurdu; ayrıca çalışmalarından nefret etmeye başladığını da biliyordu.
(…)