Ayşe Çavdar, “Kız kardeşlik halleri”, Aktüel, Temmuz 2006
Kız kardeşler birbirlerine karmaşık duygularla bağlanırlar. Kıskançlığa sakınma, öfkeye koruma duygusu karışır. Ebeveynler onları birbirlerine emanet ederler. Anne yarısı olarak abla, ne tam bir abla ne de annedir. Ne arkadaştır ne rakip. Ne sırdaş olur ne yoldaş. Rea Stathopulu’nun Pedal Çeviren Kadınlar adını verdiği romanın tüm kahramanları böylesi ikilemler yaşayan kız kardeşler.
Hikâyenin birkaç katmanı var. Bunlardan ilki zorunlu göç ve sürgün halleri, aşama aşama yurtlarından sürülen insanlar. Üst düzey siyasetin, gündelik yaşamı her gün tokatlayan, ona kendince bir çeki düzen verip tasarımlarken paramparça eden ve aslında tüm meşruiyetini bu parçalanmadan alan üslubu bu kitabın ana konusu. Bu tarz-ı siyasetin adına milliyetçilik diyoruz. Dünyayı gerçekte var olmayan “rasyonel” sınırlarla parçalayıp, parçalanmışlığı bir kural haline getiren acımasız siyaset. Varlığını sınırlara ve o sınırlara yönelik tehditlere borçlu paranoid idare biçimleri.
Stathopulu, İstanbullu Rumları anlatıyor: Gitmeye mecbur bırakılışlarını ve geride bıraktıklarını. Geride bırakılanların, onlardan sonra asla var olmadıklarına, kalanlardan bazıları mutluluk, bazıları esefle tanık oldular.
Roman, 1950’lerde çocuk, 1970’lerde genç birer kadın olan üç İstanbullu Rum kız kardeşin hikâyesini anlatıyor. En küçük kız kardeş Margarita, ablası Niki’nin günlüğünü keşfediyor tam da İstanbul’u terk edip, yanına gideceği günün akşamında. Niki’nin günlüklerinden içinde 6-7 Eylül olaylarını da barındıran 1955’in öyküsünü, Margarita’nın okudukça aklına üşüşen anılarından da 1960’ları okuyoruz. Bütün detaylarıyla İstanbullu Rumların gündelik yaşamlarını, ritüellerini, alışkanlıklarını öğreniyoruz. Diğer İstanbullulardan farksız olduklarını görüyoruz. Kızlar büyüyorlar, ebeveynler kuşkuda. Bunlar ne yeni ne de yabancı. Her an yeni bir depremle sarsılan siyasetin gündelik yaşama çarptığı anlarda ise, bu yaşamların hiç de sıradan olmadıklarını fark ediyoruz. Çünkü bu “azınlık” insanlar, çoğunluktan farklı renkte bir kumaş parçasını kutsayıp sandıklarında saklıyorlar. Farklı bir dinin tanrısına, farklı bir dilde dua ediyorlar. Dolayısıyla suçlu, işbirlikçi ve tehlikeliler(!). Sürgün onlara karşı alınan tedbirin olduğu kadar varlıklarından beslenen korkunun da adı.
Bir diğer katmanında bu roman, merkezinde kadınların olduğu bir dizi öyküyü; aşkı, namusu, günahı ve sırları barındıyor. Bu defa ev içlerini okuyoruz. Bu haller alabildiğine evrensel ve sıcacık. Aşka korkuyu ve yası karıştıran eski kuşaklara, 1950’lerde orta yaşını bulmuş olanların sırları, ardından aynı yıllarda çocuk az sonra genç olanların isyanı karışıyor. Dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi. Sofia, Niki ve Margarita’nın özdeyiş küpü Virginia Teyzeleri özetliyor bu kadınlık halini: “Pedal çeviren kadınlarız her birimiz. Hayat boyu hep ileriye doğru yol almak zorundayız, ama dengemizi kaybetmeden.” Bir başka teyze ekliyor, “Hepimizin hayatı bostan dolabı.”
Margarita’nın, ablası Niki’nin günlüğüyle kurduğu diyalog bu kitabın en sağlam tarafı. Hem çocukça hem kadınca bir çekişmeyi, fesatlıkları, kıskançlıkları, gıpta edişleri resmediyor bu diyaloglar. Ama aynı anne babadan doğmuş, aynı varlıkları ve yoklukları paylaşmış olmanın getirdiği yakınlık hissi yüzünden, bambaşka bir hal alıyor bu çekişme. Aslında birbirlerinden başka anlayanları olmadığının farkındalar. Bu yüzden birbirlerine en sert yüzlerini gösteriyorlar. Çünkü yalnızca kırılgan yerlerini değil, dayanma sınırlarını da tahmin edebiliyorlar.
Bu kız kardeşlik halinin, Osmanlı Coğrafyası’nda, bugün birbirlerinden pasaportlu, vizeli sınırlarla ayrılan tüm toplumlar için geçerli olduğunu söylemek mümkün. Pek çok tarihçi, Osmanlı’nın, İstanbul’un fethedilmesinin ardından bir Balkan İmparatorluğu’na dönüştüğünü söyler. Çünkü, Osmanlı’nın Orta Asya’dan ve İran’dan uçurup getirdiği Hüma Kuşu, Balkanlara yerleşir. (Divan-ı Hümayun’a adını veren bu kuşun sembolik öyküsünün nefis bir anlatımı için, Ümit Hassan’ın, İletişim Yayınlarından çıkan Osmanlı: Örgüt-İnanç-Davranış’tan Hukuk İdeolojiye adlı kitabına bakmanızı öneririm). Bugün adına Yunan/Rum, Bulgar, Makedon, Hırvat, Sırp, Ermeni, Kürt, Arnavut, Boşnak ve Türk dediğimiz toplumların tümü Osmanlı’nın çocuklarıdır aslında. Kendi bağımsızlıklarını ilan ederken inkar usulüyle kimliklerinin temeline onu koymuşlardır. Ne de olsa hepimiz biraz da inkâr ettiklerimizizdir. Dahası birbirlerine kanları, renkleri, alışkanlıkları, keyifleri, kederleri bulaşmıştır. İsteseler de istemeseler de tıpkı Sofia, Niki ve Margarita gibi kızkardeş onlar. Aralarındaki rekabet, göz çıkaran kavgalar, utanç veren kıskançlıklar, “babam seni daha çok seviyordu, beni ihmal etti”lere varan suçlamalar, “çocukluğum sana dadılık etmekle geçti, gözün kör olmasın” çıkışmaları, “aslında o şehir benimdi elimden aldın” kabilinden fesatlıklar bile onların, hem de öz kız kardeşler olduğunun ispatı değil mi? İstanbul öyle ya da böyle hepsi için bir merkez. Ve İstanbul’dan kopmak zorunda kalmayı anlatan tüm sürgün öyküleri biraz daha acıklı. Çünkü bu şehir, tüm mecalsizliği, hayıflanmaları ve çaresizliğiyle torunları arasındaki kavgada yüzü gözü yırtılan yaşlı bir nineyi andırıyor artık. Stathopulu’nun alıntıladığı Rumca şarkı naif bir iç çekişe dönüşüyor şu halde: “Bir süpürgecik yapayım / Denizi süpüreyim / Yanaşsın kayıklarım.”