Hande Öğüt, “Kadının değişmeyen yazgısı”, Radikal Kitap Eki, 28 Temmuz 2006
Khin May Lwin, “Durmadan Yokuş Yukarı” adlı belgeselde, sorunlu beş genç kadının Birleşik Devletler’de, 2 bin 500 mil uzunluğundaki Continental Divide boyunca bisikletle yaptıkları yolculuğun macerasını anlatır. Geçmişlerinin yaratabileceği duygusal tehlikelere rağmen, hem bireysel hem de grup olarak başarabileceklerini kanıtlamak için bisiklet turuna yazılan beş kadın, turu tamamlayabilirse ilk kez kendi belirledikleri bir hedefe ulaşmış olacaklardır. Geçmişin tüm acılarına ve şimdinin engellerine rağmen tur tamamlanır. Rea Stathopulo’nun Pedal Çeviren Kadınlar’ındaki geçmişi gizlerle dolu kadınların macerası da pek değişik değil, zorlu bir döngüyü tamamlama söz konusu olduğu için... Farklı kuşaklardaki altı kadının öyküsü bu, anı roman. Hem kadın hem Rum olarak ötekileştirilen, yurtlarından, arzularından edilen “üç kızkardeş”in gerçeklerle yüzleşme, kendilerinden alınanı geri kazanma ve daima yokuş yukarı çıkma çabaları... Romanın kahramanlarından Virginia, ailedeki tüm kadınların pedal çeviren kadınlar olduğunu söyler: “Hayat boyu hep ileriye doğru yol almak zorundayız, ama dengemizi kaybetmeden.”
Bir azınlık olarak vatanından, bir kadın olarak doğasından uzaklaştırılan, sürekli noksanlaştırılan Gliko, Virginia, Anasto, Niki, Margarita ve Sofia’nın balans ayarını tutturmaları mümkün müdür bunca eksilmeye rağmen?
“Göç insanı eksiltir,” Ayla Kutlu’nun dediği gibi. Ancak milliyetçi, mizojin bir dünyada, göçü her şekliyle yaşayan bu kadınlar, pedal çevirmeye devam eder. Hafızasızlık ve adsızlık da aşılır bu güçle, çöller de; tıpkı “Follow the Women” adlı projede bir araya gelip barış için binlerce kilometre pedal çevirerek haykıran yüzlerce kadın gibi.
Türkiyeli Rum bir ailenin İstanbul’dan İmroz’a, 50’li yıllardan 70’li yıllara uzanan hikâyesini anlatırken göçe zorlanarak aramızdan ayrılan bir cemaatin gündelik hayatlarını, eğlencelerini, yemeklerini, oyunlarını, tabularını, Türk ile Rum toplumlarında kadına reva görülen adsızlığı aktarıyor, eğlenceli ve hüzünlü bir üslupla Rea Stathopulu.
1975 yılında, Yunanistan’a, bir daha geri dönmemek üzere gidecek olan Margarita, eşyalarını toparlarken, bir odanın içinde, bir defterin sayfalarına bakarak anımsar; bu anımsayış, tek bir güne pek çok hayatı sığdırır. Ablası Niki’nin 10 yaşındayken 1955’te tuttuğu günlük, romanın kuruluşunun hem nedeni, hem açarı, hem de gerekçesidir adeta. Geçmişe dönüşleri ve romanın ana zeminini oluşturan günlük ya da bir başka deyişle, bütüne eklemlenen çerçeveler, romanın organik bütünlük ve iç tutarlılığı sağlayan zamansal katmanlardan biridir. Bugünden bakarak geçmiş zamanın anımsandığı romanda, anlatı başlı başına bir zamana dönüşür. Eski zamanın izinde aranılan ise yeni bir olanak ve çıkıştır. Olası bir kurtuluş, bir yeni başlangıcın eşiğinde başlayan roman, kopuk zaman parçalarını bir arada buluşturur. Margarita’nın, memleketini terk ederken yaşadığı burukluğun ve o anki edimlerin aktarıldığı anlatı zamanıyla, Niki’nin günlükleri aracılığıyla malumat sahibi olduğumuz anlatılan zamana bir okuma süreci, yani Niki’nin günlükleri eşlik eder ki bu, hem anımsayanın hem de okur olarak bizlerin okuma, bilgilenme ve geçmişe bakma süreçlerimizdir. Margarita, 1955 yılı boyunca, bir çocuğun gözünden, edebi kaygı güdülmeden yazılan gündelik hayatı ve duyguları okurken geçmişe döner ve bize bu kez edebi bir lezzetle, bahsi geçen günleri ayrıntılarıyla, bugünkü bilinçlilik halini de katarak aktarır. Margarita ve Niki’nin bilmediği, hınzırca bir hazla sadece biz okurlara “çıtlatılan” saklı kalmış sırlar ise gölge yazarın dilinden verilir. Sonradan olanlara, anlatının şimdisinde, anlatıcı ses (yazar) aracılığıyla tanık oluruz.
Yaşanılan ân, geçmişle olan ilintisi bağlamında çoğalır, Stathopulu’nun romanında. Geçmiş, yaşanan ân’ın parçalandığı ve yeniden anlamlandırıldığı, geriye dönüşlerle kurulduğu ve bu yeni anlamlandırmayla birlikte yaşanan anın bir kez daha parçalanmasına yol açan bir anımsayıştan ibarettir. Bu tür geçmiş duygusu -Bergsoncu anlamda-, daha önce olmuş, bitmiş, hesabı kapatılmış olay ve süreçlerin anımsanmasından çok farklı bir duygudur; geçmişi her ân yeniden üretir.
Geçmişin acısını, hüznünü, sevinçlerini ve yitip giden zamanın fütursuzluğunu, beş zaman katmanını birlikte kullanarak anlatır yazar. Ki romanın “Hazırlık”, “Yaz”, “Kış”, “İlkbahar”, “Veda” başlıklı beş bölüme ayrılması da bu anlamda mânâ kazanır. Öykünün anlatılma ânı (Margarita’nın odasındaki zaman); yan öykünün yazıldığı zaman (Niki’nin 1955’te tuttuğu günlükler); öykünün kronolojisi (1923 Mübadelesi’nden 1975’e, yani romanın başlangıcına dek gelen, toplumsal ve kişisel tarihlerin iç içe geçtiği zaman); bu iki olaydan da önce olmuş bir şey (Çokuluslu Osmanlı’nın, ulus-devlete geçiş aşaması) ve bu iki olaydan sonra olacak bir şey (Margarita’nın gerçeklerle yüzleşip yeni bir hayata adım atışı), romanı oluşturan katmanlardır. “Analepsis”in (geçmişe atıflar) büyük yer kapladığı romanda “prolepsis”in (geleceğe atıf), bir umut olarak belirişi, mücadeleden asla vazgeçmeyen kadınların edebiyatının mükemmel bir örneği kanımca...
Sırlar, günahlar ve ihlal
Türk veya Rum olsun yazgıları hep aynı kadınların. Deneyimler ortak ama ne yazık ki pratik asla farklılaşmıyor. Kadının, topluluğun taşıyıcısı ve soyun devamlılığını sağlayan bir araç olduğu milliyetçi söylemde yazgı anlayışı da edilgen bir bilinçlilik olarak kurulur. Kadere inanıp yazgıya boyun eğmeyi küçük yaşlarda öğrenir kadınlar; edilgenliği üstlenmek, dinin aracılığıyla bir tür tevekküle dönüştürülerek ılımlı ruhsal bir denge sağlanır. Bir kadından beklenen de itidal, istikrar ve itaat değil midir?
Yemek yapmayı, çeyiz hazırlamayı, dikiş dikip nakış işlemeyi, hayırlı evlatlar yetiştirmeyi, hem hizmetçi, hem “geyşa” olmayı (ki bir karnavalda Margarita oda hizmetçisi, Niki ise Çinli kız kılığına sokulur, anneleri Gliko tarafından) annelerinden öğrenir kadınlar. Anneleri ve teyzeleri sürekli ibret hikâyeleri okur onlara, ders alıp da itaatkâr kadınlar olsunlar diye. Bu nedenle Niki’nin günlüğüne, anneannesini anlatarak başlaması hiç de garip değildir; kadınlar anneannelerinin yazgılarını yaşar, kadınlık ataerkinin dikte ettiği bir söylevdir! Cinsiyete dayalı işbölümünün belirlenip üretildiği ailelerde, gençleri yaşlılara tabi kılan ataerkil örüntünün döküntüleridir bunlar.
Kutsal bekaret kavramıyla korkutulan, kısmeti çıktığı an okumayı bırakması gereken, kendisine bebek muamelesi yapan erkeklere aşık olan, çocuk doğuramayınca lanetlenen, sosyal hayatları sadece komşu gezmelerinden ibaret olan bu kadınlar, sürekli tutulan bir yas süreci yaşarlar. Öğrenilmiş bir çaresizliktir kadınlık durumu. Sosyalist görüşü benimseyen, Niki bunu pratiğe dökmeye kalktığında ailesinin tepkisi ile karşılaşır. Sevdiği erkek tarafından evlilik arifesinde aldatılan Fula, intiharı seçer. Feminist bilince sahip Sofia evlilikten kurtulamaz. Sözüm ona kocasına istediğini yaptırır. Nedir bunlar? Evli ve iki çocuklu olmasına rağmen dikiş ve yapma çiçek kursuna katılmak; kadına reva görülen hane içi pratiğin yeniden üretimi!
Teyzesi Virginia gibi edebiyata düşkün olmasına rağmen bir Türk astsubay ile gizlice evlenerek Adana’ya gelin giden ve adını değiştiren Niki, kendisinden beklenen karşı duruşu ne yazık ki esirger bizden. Çünkü, annesinin yazgısını paylaşır. Zira Gliko da bir Türk subay ile birlikte olmuştur gençliğinde. Üstelik de evliyken ve Sofia, kocası Kosta’dan değil Engin Bey’den olmadır! Bu sır, yıllarca gizli bir günah olarak saklanır. Dahil edici (ki Gliko’nun sırrına dahil olmuştur Niki) ve iç patlamalı bir biçimdir sır, Baudrillard’ın tanımıyla. İnsan oraya girer ancak çıkmayı beceremez. Gücünü de buradan alır zaten, anıştırmaya ve ritüele dayanan değiş tokuş. Annenin sırrının içinde olan Niki onun kaderini paylaşır; bu ölümcül günahı sadece meşrulaştırarak işler, o.
Gliko’nun şehvetin tahrik edici gücüne teslim olma zaafı, bir günah, büyük bir suç olarak yargılanır Margarita tarafından. Örnek anne, erdemli eş figürü paramparça olur gözünde. (Ama Picasso’nun dediği gibi yıkmadan yapamaz insan.) Gliko’nun, kızlarını iffetli bir ev kadını olarak yetiştirme çabasındaki katı tutum, bir tersinmeden mülhemdir: Kaderini bir tutku belirlediğine göre kızlarını tutkudan uzak tutacaktır. Oysa hayatında belki de ilk ve son kez kendini kadın gibi hissettiği bir cinsellik yaşamıştır Gliko’cuk! Kocasının ilkel cinsel dürtülerine karşı baştan çıkmış ve çıkarılmıştır, ki baştan çıkarılmak, kendi hakikatinden bastırılmak; baştan çıkarmak ise ötekini kendi hakikatinden saptırmaktır. Bu noktadan sonra söz konusu hakikat, hakikatten uzaklaşan bir sırra dönüşür. Hakikatten uzaklaşmak da inkârı gerektirir.
Engin Bey, Gliko’ya yazdığı mektupta şöyle der: “Eğer herhangi bir kimse durumundan şüphelenirse bil ki inkâr kalendir.” Yadsınmış, bastırılmış hayatların kiplerinden biridir inkâr. Ama inkâr etmez Gliko, sadece saklar, bölünerek... Bir yanda yasaya itaatkâr bilinçli beni ile onu nefret ettiği şeyi yapmaya, yasayı ihlal etmeye zorlayan kendi merkezsizleşmiş arzusu arasındadır bu bölünme.
Artık bütünleşmeye evet demenin zamanı değil mi? Kültürel ve politik linçlere karşı durmanın, ataerkil hegemoniyi, ideolojiyi ihlal etmenin! Hiç durmadan pedal çevirip, dikey zeminleri alaşağı etmenin zamanı hem de...